İslam dünyasında felsefî düşüncenin teşekkülünde, komşu kültür ve medeniyet havzalarıyla gerçekleşen karşılaşmaların önemli bir rolü vardır. Fetihlerle birlikte Müslümanlar, yalın coğrafi havzaların ötesinde kadîm felsefî kültürlerle yüz yüze geldiler ve başta Yunanca olmak üzere, Süryanice, Pehlevîce, Sankristçe gibi dillerde üretilen felsefe-bilim literatürünü Arapçaya tercüme ettiler. Tarihteki başka herhangi bir tercüme faaliyetiyle karşılaştırılamayacak denli geniş kapsamlı bu tercüme faaliyeti, Müslümanları, felsefenin Bâbil’den Yunanlılara uzanan büyük hikayesinin nihâi ve yegâne vârisi haline getirdi. Kuşkusuz İslam dünyasında felsefî düşüncenin ortaya çıkışı yalnızca tercüme hareketlerine bağlanamaz, zira İslam felsefesinin oluşumu, daha geniş planda, tercüme hareketinin dışında bulunan ve onu doğuracak şekilde ilerleyen İslam düşüncesinin kendi iç gelişimiyle de ilgilidir. Bu itibarla denilebilir ki, tercüme hareketleri, komşu kültürlerle temas ve özellikle Abbâsî halifeliğinin imparatorluk yapısının doğurduğu ihtiyaçlarla ilişkili olduğu kadar, tercümelerin başladığı döneme kadar gelişmiş İslâmî entelektüel birikimle de yakından ilişkilidir. Hal böyle olunca, Arapçaya tercüme edilen kadîm felsefe-bilim külliyatının intikal ettiği yerin boş bir levha olmadığını, aksine tedvin sürecinden itibaren kendi iç gelişiminin sağladığı imkânlar sayesinde varlık, tanrı, âlem, insan ve değer gibi birçok konuda özgün açıklayıcı çerçevelere sahip olduğunu söylemek gerekir. Dolayısıyla Pehlevîce, Sanksritçe ve Süryanice’yle birlikte özellikle Yunanca’da ifade edilen kadim felsefe ve hikmet birikimi, tercüme hareketleri sayesinde, yeni bir dile, yeni bir kültüre, yeni bir coğrafyaya ve nihayet kendine özgü açıklayıcı metafizik ilkelere sahip yeni bir geleneğe intikal etmiştir. Bu unsurların tamamı intikal eden mirasla ilgili dönüştürücü bir yöne sahiptir. Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, Sokrates öncesi dönemden itibaren bin yılı aşkın bir süre boyunca kendisini Yunancada ifade eden felsefe, MS sekizinci asırdan itibaren artık yeni bir dilde, Arapçada kendisini ifade etmeye başlamıştır. Bu durum MS sekizinci asırdan başlayarak on yedinci asra varıncaya değin, neredeyse bin yıl boyunca küre ölçeğinde felsefenin ana dilinin Arapça ve daha sonra ona eşlik edecek şekilde Farsça, Türkçe ve Urduca olmasını sağlamıştır. Orta çağlar boyunca Latince bahse konu dillerde kendisini gösteren felsefî etkinliğin çeşitli ölçülerdeki yansımalarını taşıyan bir dil olarak değerlendirilebilir. Bu tespitler etrafında bakıldığında, MS sekizinci asır ile onuncu asırlar arasında gerçekleşen tercüme etkinliklerinin sınırlı bir coğrafyada yerel sonuçlara sahip bir kültürlenme çabası olarak değerlendirilemeyeceği, aksine felsefe tarihindeki temel aksları değiştiren bir olgu olarak görülmesi gerektiği açıklık kazanır.
Antik-Helenistik birikimin İslam dünyasına intikali, felsefe tarihindeki dönüşümlerin iç mantığıyla uyumlu bir biçimde önemli kırılmaları ve süreklilikleri barındırır. Her şeyden önce tercüme hareketinin başlangıcı, tedvin ve tasnif süreçleri neticesinde dînî ilimlerin, özellikle de kelâm ilminin ilk teşekkül evresini tamamladığı bir döneme denk gelir. Bu dönem boyunca gelişmiş problemler ve kavramsal şemalar felâsife üzerinde iki yönlü bir etkiye sahip olmuştur. Bunlardan ilki, Yunan felsefesinde görmemizin mümkün olmadığı ve varlığını felsefenin İslam dünyasındaki etkinliğine borçlu yeni meselelerin vazedilmesidir. Bunlara örnek olarak, İslam’a özgü tevhid ve nübüvvet anlayışından kaynaklanan meselelerin çoğu zaman ilk defa felsefî külliyat içerisinde kendisine yer bulabilmesi verilebilir. Bahse konu etkilerden ikincisi ise özellikle dil, usûl ve kelâm geleneğinin Helenistik birikim karşısındaki felsefî meydan okumalarının, felâsifeyi bunlara karşı cevap arayışına ve aktarılan birikimde revizyonlara yöneltmesidir. MÖ 4. asırda İyonya şehir devletine bağlı Atina’da ortaya çıkan Aristoteles felsefesi, MS 3. asrın başlarında Roma İmparatorluğu’na bağlı Atina’da yaşayan ve ay-üstü âlemin ay-altı alem üzerinde hem doğal türlerin meydana gelişi hem de insanların kaderi açısından derin bir etkiye sahip olduğunu söyleyen sözde-Aristotelesçi de Mundo ve Batlamyusçu Tetrabiblos’un entelektüel açıdan hakim olduğu bir atmosferde Aristoteles metinlerini yorumlamaya çalışan Aphordisaslı İskender’in elinde çeşitli revizyonlara uğramıştı. Benzer şekilde MÖ 5. asırda ortaya çıkan Eflatun felsefesi, MS 3. asrın sonlarına doğru İskenderiye’de yaşayan ve Afrodisiaslı İskender’in sistematik yorumlarıyla tahkim edilmiş Aristoteles felsefesinin entelektüel açıdan baskın ikliminde Eflatun felsefesini yorumlamaya çalışan Plotinus’un ve takipçilerinin elinde oldukça önemli revizyonlara uğramıştı. Bu iki örnek, belirli bir felsefî teorinin, aynı dilde dahi olsa farklı bir yer, dönem ve entelektüel geleneğe aktarıldığında karşılaştığı meydan okumalarla dönüşümlere uğradığını göstermektedir. Kadîm felsefî birikim İslam dünyasına, yani sadece yeni bir yere değil aynı zamanda yeni bir dile, kültüre ve açıklayıcı metafizik çerçeveye aktarıldığında; felsefe tarihi açısından daha önce şahit olmamızın mümkün olmadığı derecede büyük ve yeni meydan okumalarla karşılaştı. Bu meydan okumalar, İslam felsefesini, mütekaddimîni Antik-Helenistik döneme tekabül eden felsefe tarihi için müteahhir ve İbnu’n-Nedîm’in deyimiyle muhdes, yani “yeni” bir dönem haline getirdi. Bu “yenilik”, MS 8. asırdan itibaren başlayan süreçte felsefe tarihinin genel gidişatı açısından önemli dönüşümler ve kırılmaların eşiğinde bulunduğumuza işaret eder. Bununla birlikte söz konusu kırılmalar, İslam felsefesinin, tevarüs ettiği kadimlerle ilişkisinin yalnızca bir boyutuna karşılık gelir. Söz konusu ilişkinin ikinci boyutunu “süreklilikler” oluşturur. İslam filozoflarının felsefe tarihinin müteahhir bilginlerine karşılık geldiği düşünülürse, bu tarihin mütekaddîmini Antik-Helenistik filozoflardır. Dolayısıyla bizzat disiplinin tarihi ve literatürü açısından Antik-Helenistik felsefe ile İslam felsefesi açısından güçlü süreklilikler bulunur. Bu sürekliliği merkeze aldığımızda, felâsifenin önceki filozoflarla ilişkisinin önemli bir boyutundan bahsedebiliriz. Felâsife Aristoteles veya Eflatun gibi filozofları Yunanca şerhler geleneği içerisinde oluşmuş yorumsal geleneklerle birlikte tevarüs etmiştir. Aristotelesçi ve Yeni-Eflatuncu şarihlerin Aristoteles ve Eflatun felsefesini çeşitli meydan okumalar dolayısıyla yeniden yorumlama faaliyetleri, felâsifeye terminolojik süreklilikler içerisinde saklanmış kavramsal dönüşümler ve kavramsal dönüşümler içinde taşınan terminolojik süreklilikler miras bırakmıştır. Bu türden dönüşümlere ve bu dönüşümlere neden olan meydan okumalara dikkat edilmesi, İslam filozoflarının geliştirdiği yeni açıklama modelleri ile kavramsal şemaları doğru bir şekilde yorumlayabilmeyi ve bunların felsefe tarihi açısından ne anlama geldiğini tespit edebilmeyi mümkün kılar.
İslam felsefesinin Antik-Helenistik felsefeyle ilişkisi açısından süreklilikler önemli olmakla birlikte, felâsife ile Antik filozoflar arasında birçok açıdan önemli kopukluklar bulunduğuna işaret etmek gerekir. Her şeyden önce Yunanca felsefe geleneği hem metinler hem de filozoflar açısından sürekli bir gelenek oluşturmuştur. Söz gelimi Yeni-Eflatuncu felsefe geleneğine baktığımızda, MS 3. yüzyılda Plotinus’tan başlayarak MS 6. yüzyılda Filoponus veya Simplikios’a gelinceye kadar süren bir hoca-talebe ilişkisine şahit oluruz. Bu hoca-talebe ilişkisi içerisinde oluşan okul pratikleri, hem bir metin geleneği hem de bu metinlerin nasıl yorumlanacağına dair yorum pratikleri oluşturmuştur. Buna mukabil, başta ilk İslam filozofu Kindî olmak üzere felâsife, Antik-Helenistik birikimle, bu birikimi temsil eden filozoflar üzerinden değil metinler üzerinden karşılaşmıştır. Bu da söz konusu metinlerle ilgili yerleşik ve çoğu zaman bağlayıcı görünen yorum pratiklerinden yer yer bağımsız bir şekilde hareket edebilmelerini mümkün kılmıştır. Diğer taraftan bu durumun, felâsifeyi Antik metinler ve filozoflar geleneği hususunda belirli bir tarihsel süreklilik fikrinden zaman zaman uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. Söz gelimi Plotinus’a ait Enneadlar’ın IV.-VI. kitaplarının Esûlucyâ adıyla ve Proclus’a ait Teolojinin Unsurları kitabının bir bölümünün de el-Hayru’l-mahz adıyla Aristoteles’e nispet edilmesi böyle bir durumun netice olarak görünür.
İslam felsefesinin oluşumunu açıklama amacındaki bazı teoriler, fetihler ertesinde Müslümanlarla komşu kültür ve medeniyet havzaları arasında gerçekleşen “temas”ın, tercüme hareketlerinin gerçek sâiki olduğunu ve İslam dünyasındaki felsefî etkinliğin de bu temasla başladığını iddia etme eğilimindedir. Bu eğilim, aklî ilimlerin doğuşunu sadece harici tesirlere bağlar. Ne var ki, temas teorisinin açıklayamadığı bir şey, tercüme hareketlerinden önce yaklaşık iki asır boyunca felsefî bir kültür meydana getirememiş çevre kültür havzalarıyla temasın nasıl olup da tam anlamıyla felsefî bir kültür doğurabildiği sorusuna cevap verememesidir. 529 senesinde Bizans İmparatoru Justinyen’in Hıristiyanlık taassubuyla Atina, Konstantinopolis ve İskenderiye’deki felsefe okullarını kapatmasıyla, buradaki bazı filozoflar Urfa, Harran, Nusaybin, Antakya, Kinnesrin gibi Doğu şehirlerine gelmiş ve söz konusu şehirlerde yaşayan ağırlıklı olarak Süryani öğrencilere dersler vermeye başlamışlardı. Bu filozofların ölümüyle birlikte bin yılı aşkın bir süredir felsefeyi taşıyan Yunanca terk edilmeye başlanmıştır. Bunun yerine felsefe, bir kısmı apolojetik amaçlara diğer bir kısmı ise pratik ihtiyaçlara cevap vermesi için Yunancadan tercüme edilen Süryanice eserlerde soluk bir şekilde canlılığını sürdürmeye devam etmiştir. Bununla birlikte Süryanicedeki felsefî etkinlik, Yunan ya da İslam toplumunda olduğu gibi canlı ve bütüncül bir felsefî kültür meydana getirmekten çok uzak kalmıştır. Müslümanlar tercüme etkinliklerine başlamadan iki yüzyıl öncesinde felsefî bilimler, çevre kültür havzalarında canlı bir kültür meydana getirme gücünden gittikçe uzaklaşmış durumdaydı. Dolayısıyla bu kültür havzalarıyla temasın, nasıl olup da İslam dünyasında olduğu gibi canlı ve bütüncül bir felsefî kültür meydana getirebildiği sorusunun cevabını harici temas teorileriyle verebilmek mümkün değildir. Antik bilimsel ve felsefî literatürün İslam dünyasına aktarılması ve buradaki düşünürlerce temellük edilerek özgün bir şekilde yeniden üretilmesi, harici etkenlerden daha çok, Abbasî hilafetinin taşıdığı imparatorluk yapısının doğurduğu ihtiyaçlarla ve tercüme hareketinin başladığı döneme kadar gelişmiş İslâmî entelektüel birikimle ilişkilidir.
Tercüme hareketlerinin başlangıcını, divanların tercümesi gibi çeşitli siyâsi-iktisâdî nedenler ve birtakım pratik sebeplerden kaynaklanan ihtiyaçlar etrafında Emevîler dönemine kadar götürebilmek mümkündür. Bununla birlikte felsefî literatürün Arapçaya tercüme edilmesi Abbasî halifesi Mansur’un 762’de Bağdat’ı inşasından kısa bir süre sonra başlar ve çeşitli evreler dahilinde onuncu asrın sonuna kadar devam eder. Bu evreleri şu şekilde tasnif edebiliriz: i) Emevî dönemindeki idâri ihtiyaçlar dolayısıyla yapılan çevirilir, ii) Abbasî halifeleri Mansur (slt. 754-775) döneminde başlayan, Mehdî (slt. 775-785) ve Harun er-Reşîd (slt. 786-809) dönemlerinde devam eden çeviriler, iii) Abbasî halifesi Me’mûn’un (slt. 813-833) başlattığı ve Kindî çevresi etrafında yoğunlaşan çeviriler, iv) Huneyn b. İshak (ö. 259/873), İshak b. Huneyn (ö. 298/911) ve onların etrafındaki mütercimlerin çevirileri, v) Bağdat’taki Aristotelesçi okuldan Ebû Bişr Mettâ b. Yunus (ö. 328/940) ve Yahyâ b. Adî (ö. 363/974) etrafındaki mütercimlerin çevirileri.
Birinci dönemdeki çeviriler, yukarıda belirtildiği üzere divanların Arapçaya aktarılması örneğinde olduğu gibi, fetihlerle birlikte ortaya çıkan daha çok siyâsî ve iktisâdî ihtiyaçlardan kaynaklanmıştır. İkinci evre çeviri hareketlerinin merkezinde mantık, astroloji, geometri ve aritmetik kitaplar bulunur. İbnu’l-Mukaffa‘ (ö. ykl. 138-9/756) Porfirius’un Eissagoge’si, Aristoteles’e ait Kategoriler, Yorum Üzerine ve Birinci Analitikler’i tercüme ya da ihtisar etmiştir. Mehdî döneminde Aristoteles’in Topikler’i, Harun er-Reşîd döneminde ise Fizik’i Arapçaya aktarılmıştır. Tercüme hareketinin Me’mûn ve Mu‘tasım dönemlerinde Kindî’nin editörlüğü altındaki çalışmalarla gerçek anlamda ivme kazandığını söyleyebiliriz. İbn Nâ‘ima el-Hımsî, Kusta b. Luka, Ustâz, Habib b. Bıhrîz, Yahya b. el-Bıtrîk gibi mütercimlerin oluşturduğu bir çeviri grubu Eflatun, Aristoteles, Afrodisiaslı İskender, Gerasalı Nikomakos, Plotinus, Proklus, John Filoponus, Olimpiodorus ve Stefanus gibi filozoflara ait eserleri Arapçaya aktarmışlardır. Aristoteles’e ait olup tercüme edilen eserler arasında Metafizik, Fizik, Birinci Analitikler, Sofistik Çürütmeler, Gökyüzü Üzerine, Meteoroloji, Canlıların Oluşumu, ve Canlıların Parçaları gibi eserler bulunur. Yanlışlıkla Aristoteles’e atfedilen ve Plotinus’un Enneadlar’ının IV-VI. bölümlerinin İbn Nâ‘ima el-Hımsî çevirisinden ibaret olan Esûlucyâ da Kindî çevresi tarafından tercüme edilmiştir. Enneadlar’ın beşinci kitabının özeti üzerine yazılmış bir metin olan ve daha sonra Fârâbî’ye atfedilen Risâle fi’l-ilmi’l-ilâhî de Kindî çevresinde üretilmiştir. Enneadlar’ın kaderini Proklus’un Teolojinin Unsurları adlı eseri de paylaşır. Bu eserin bazı bölümleri Kitâbu’l-Îzâh fi’l-hayri’l-mahz adı altında Aristoteles’e atfedilerek yine aynı dönemde çevrilmiştir. Proklus’un Teolojinin Unsurları’ndaki önermelerinden diğer bazıları, Mâ İstahrecehû el-İskender el-Afrûdîsî min Kitâbi Aristûtâlîs el-müsemmâ bi-Esûlûcyâ ve ma‘nâhu el-kelâm fi’r-rubûbiyye başlığı altında İskender’e nispet edilmiştir. İskender’in halihazırda Yunancasına sahip olmadığımız Fi’l-inâye’si, Risâletu’l-İskender fi’l-illeti’l-ûlâ ve’l-ma‘lûl ve harekâtihi ve’htilâfihâ ve harekâtu mâ yefsud ve yekûn adlı risalesi, Quaestione’sinin bazı bölümleri ve Oluş ve Bozuluş Üzerine Şerhi de bu dönemde çevrilmiştir. İskenderiyeli şarihlerden Olympiodorus’un Oluş ve Bozuluş Üzerine şerhi ve John Filoponus’un Fizik şerhi de Kindî çevresine ait çeviriler arasında zikredilir. Ayrıca Filoponus’un Proklus’a yazdığı reddiyenin bir kısmı, Kindî çevresi tarafından İskender’e nispet edilerek çevrilmiştir.
Huneyn b. İshak, İshak b. Huneyn ve çevresinin yaptığı çeviriler, Kindî döneminde üretilen metinlerin gözden geçirildiği ve birçok yeni eserin artık uzmanlaşmış bir mütercimler grubu tarafından Arapçaya aktarıldığı dönem olarak öne çıkar. Bu dönemdeki mütercimler arasında Huneyn ve İshak’tan ayrı olarak, çoğu Huneyn’in öğrencisi olan Ebû Osman ed-Dımeşkî, İbrahim b. Abdullah, İbn Bakkûs, İsa b. Yahya b. İbrahim, Hubeyş b. A‘sem, Musa b. Hâlid, İsa b. Ali gibi isimler bulunur. Gözden geçirilmiş yeni tercümelerden ayrı olarak bu dönemde Eflatun, Aristoteles, Theophrastus, Galen, İskender, Porfirius, Iamblikos, Temistius, Proklus, John Filoponus ve Olimpiodorus gibi filozoflara ait metinler tercüme edilmiştir. Daha önce tercüme edilen Aristoteles metinleri dışında bu dönemde Kategoriler, Birinci Analitikler, Retorik, Fizik, Oluş ve Bozuluş Üzerine, Nefs Üzerine, Metafizik kitapları tercüme edilmiştir. Ayrıca Huneyn çevresi Galen külliyatını neredeyse tümüyle Arapçaya aktarmıştır. İskender el-Afrodîsî’nin Metafizik üzerine yazdığı şerhin Lambda ve Delta’dan sonraki bölümler üzerine olan kısımları, Quaestione’nin bir bölümü, De Anima’sı, Fi’l-Akl’ı ve Mebâdiu’l-küll adlı eseri Huneyn ve arkadaşları tarafından çevrilmiştir. Porfirius’un Eisagoge’si, Kategoriler, Fizik ve Nikomakhos’a Etik üzerine yazdığı şerhler de bu dönemde ayrıca tercüme edilmiştir. İbnü’n-Nedîm’in zikrettiği ve Yahyâ b. Adî’nin kitaplarının listesinde gördüğünü söylediği, Sirianus’un Metafizik şerhinin Beta üzerine olan kısmı da bu dönemde çevrilmiştir. Temistius’a ait eserler arasında tercüme edilenlerden en önemlisi ise De Anima şerhidir.
Ebû Bişr Mettâ b. Yûnus ve Yahyâ b. Adî çevresindeki mütercimler, çeviriler döneminin son safhasını oluşturur. Bu mütercimler arasında Ebû Ali İbnü’s-Semh, Ebû Ali İbn Zur‘a ve İbn Suvâr gibi isimler yer alır. Mettâ, Aristoteles’in İkinci Analitikler, Poetika, Semâ ve’l-âlem, Oluş ve Bozuluş Üzerine ve İskender’in şerhiyle birlikte Metafizik’in Lambda kitabını çevirmiştir. Yine Mettâ, İskender’in Oluş ve Bozuluş Üzerine şerhini, Kitâbu’s-Semâ ve’l-âlem şerhinin bir kısmını ve daha önce Kindî çevresi tarafından da tercüme edilmiş Fi’l-inâye’sini aktarmıştır. Onun Temistius’tan çevirdiği metinler arasında Fizik ve Semâ ve’l-âlem şerhi, ayrıca Metafizik’in Lambda kitabına ait bir açıklama yer alır. İskenderiye okuluna mensup şarihlerden Simplikius’un Kategoriler şerhi de İbn Suvâr tarafından çevrilmiştir. Yahyâ b. Adî Metafizik’in M kitabını, Sofistika ve Topika’sını, İskender’in el-Âsâru’l-ulviyye şerhini, Temistius’un Kitâbu’s-Semâ ve’l-âlem şerhini Arapçaya aktarmıştır.
İbnü’n-Nedîm Ammonius’un Kategoriler şerhini zikreder, fakat mütercime yer vermez, Topikler şerhinin tercümesini ise Yahyâ b. Adî’ye nispet eder. Ayrıca el-Fihrist’te Ammonius’a, Kitâbu Şerhi mezâhibi Aristâlîs fi’s-Sâni‘, Kitâb fî ağrâzi Aristâlîs fî kütübihi ve Kitâbu hücceti Aristâlîs fi’t-tevhîd adlı eserler nispet edilir. Yine İbnü’n-Nedîm Simplicius’un Kategoriler ve De Anima’ya yazdığı şerhlerden bahseder, ancak bunların mütercimleri ya da tercüme edildikleri dönemle ilgili herhangi bir bilgiye yer vermez.
Tercüme hareketlerinin son iki evresini, önceki evrelerden ayıran önemli unsurlardan biri, mütercimlerin nitelikleriyle ilgilidir. Bu dönemdeki mütercimler sadece Yunanca bilgileri ve antik Yunan kültürüne aşinalıkları bakımından değil, Yunan felsefesiyle ilişkileri açısından da önceki mütercimlerden ayrılırlar. Huneyn b. İshak, İshak b. Huneyn, Yahyâ b. Adî, Ebû Bişr Mettâ b. Yûnus, İbn Suvâr, İbn Zur‘a, İbnü’l-Hammâr, İbnu’s-Semh gibi isimler bir mütercim olmanın ötesinde, aynı zamanda felsefî tercihleri bulunan felsefeciler olarak değerlendirilmelidir. Bu isimlerden birçoğunun müstakil felsefî çalışmaları mevcuttur. Ayrıca Yahyâ b. Adî çevresinin özellikle fizikle ilgili yorumları, Aristoteles’in Fizik kitabının tercümesi içerisinde günümüze kadar ulaşmıştır. İbn Sînâ’nın “batılılar” (mağribiyyûn) olarak nitelediği, Bağdat’ta yerleşik bu mütercim-filozoflar grubu, Aristoteles felsefesiyle ilgili özel bir yorum geleneğinin de devamcısı olarak gözükür.
Buraya kadar aktardığımız liste, çeviri hareketinin yalnızca genel eğilimini yansıtır. Tercüme edilen külliyat aslında çok daha kapsamlıdır. Felsefenin aynı zamanda bir kültür haline gelecek şekilde Yunancadan sonra ilk defa başka bir dilde yeniden üretildiği bu süreç, felsefenin yeni bir dil, kültür ve coğrafya içerisinde aldığı yeni şekilleri gösterme kabiliyetine sahip en önemli olgulardan biridir.