Felsefe tarihinde dil felsefesinin başlı başına bir alan olarak ayrışması ve genel felsefenin baskın bir disiplini haline gelişi on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren kendini gösterir. Geleneksel metafiziğin Kant sonrası süreçte uğradığı yıkım, çağdaş Batı felsefesinde dil gerçeğinin adeta yeniden keşfine ve felsefe yapabilmenin yeni bir imkânı olarak dil felsefesinin öne çıkmasına yol açmıştı. Nitekim Batı felsefesinin son yüz yılında varlık ve bilgi felsefesinin konuları ağırlıklı olarak dil olgusu üzerinden tartışılmış, bu tartışmalar insan ve toplum bilimlerindeki akımlara da kaynaklık etmiştir. Felsefe tarihinin çağdaş döneminde dil felsefesi yararına gerçekleşen kırılma geçmişteki dil incelemelerine yönelik ilgiyi arttırsa da, İslâm dilbilim ve dil felsefesi tarihi bu ilgiden hak ettiği payı almamıştır. Mevcut ikincil çalışmaların kemiyet ve keyfiyetçe yetersizliği, bu alandaki birikim hakkında konuşmayı güçleştirmektedir. Şu bir gerçek ki, klasik bilimler tasnifinde sınırları belli ve adı konulmuş bir “dil felsefesi” alanı bulunmamaktadır. Şu halde öncelikle, bugün dil felsefesi alanında incelenen konuların geçmişte hangi bilimlerde, hangi bağlamlarda ve nasıl ele alındığı açığa çıkarılmalıdır. Gelecekte İslam düşünce tarihi ile süreklilik içerisinde işleyen bir dil felsefesi alanından bahsedilecekse, geçmişte dilbilim, edebî eleştiri, belagat, kelam, mantık, felsefe, fıkıh usulü, tasavvuf gibi farklı disiplinlerde ve bunların buluşma noktalarında ele alınan dile dair meselelerin dil felsefesinin ilgileri açısından irdelenerek bu alanda terkiplere ulaşılması gerekmektedir.
İslâm bilim tarihinde bu yöndeki ilk belirgin çaba, Basra-Bağdat mektebini izleyen bir dilbilimci ve belagat biliminin kurucu isimlerinden biri olan Abdülkâhir el-Cürcanî (ö. 471/1078-79) tarafından ortaya konmuştur. O, dilbilim ve belagat alanındaki eserlerinde ortaya koyduğu terkipçi yaklaşımla nahiv, mantık, kelam, edebi eleştiri ve belagat bilimlerinin buluşma noktasında, çağdaş dil felsefesi algısına oldukça yakın olan yeni bir disiplinin –her ne kadar bunun adı konmasa da- temellerini atmıştı. İslam bilim tarihinde bağımsız bir dil felsefesi alanına giden yolda bir milat alınacaksa, Abdülkâhir el-Cürcânî ismi bunun için en uygun seçim olacaktır. Bir benzerlik kurmak gerekirse, Gazzalî ve Fahreddin Râzî gibi isimlerin kelâm-felsefe alanında gerçekleştirdikleri kırılmanın dil felsefesi alanındaki bir benzeri, Abdülkâhir el-Cürcani ve takipçileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Şu halde başlangıçtan Cürcânî’ye kadar geçen dört asırlık süreç dil felsefesini ilgilendiren birikimin teşekkül evresi olarak, Cürcânî ve sonrası ise terkip ve gelişim evresi olarak düşünülebilir. Aşağıda dil felsefesi birikiminin teşekkül evresine değinilecektir. Bu evrede karşımıza dilbilim, mantık, felsefe, kelam ve fıkıh usulü alanlarına yayılan geniş bir yelpaze çıkar.
İslâm tarihinde dil incelemelerinin geçmişi I/VII. yüzyıla kadar gider. Arap olmayan unsurların İslâm’ı kabul etmeleriyle birlikte vahiy dili olan Arapçanın gramer hatalarından korunması önem arz etmiş ve Arap dili cümle yapısına dair temel ayrımları Hz. Ali’den (ö. 40/661) öğrendiği rivayet edilen Ebu’l-Esved ed-Düelî (ö. 69/688) Arapça gramerinin (nahiv) bilimleşme sürecini başlatmıştır. Çok geçmeden Halil b. Ahmed (ö. 175/791) ve öğrencisi Sîbeveyh (ö. 180/796) gibi dilcilerin çalışmalarıyla artık dil, belli kurallara bağlı olarak işleyen yapısal bir bütün olarak görülmeye başlanmıştı. Basra, Kûfe ve Bağdat çevrelerinde oluşan dil mekteplerine mensup dilciler bir yandan Arap dilinin ses sistemi ve kelime yapısını çözümlerlerken öte yandan cümle yapısı seviyesindeki dil olgularını âmil nazariyesi çerçevesinde en ince ayrıntısına kadar incelemişlerdir. Kutrûb (ö. 206/821), Ahfeş-i Evsat (ö. 211/826), Ebû Ömer Cirmî (ö. 225/840), Ebû Osman Mâzinî (ö. 249/862), Ebu’l-Abbâs Müberrid (ö. 286/899), Ebû İshak Zeccâc (ö. 311/923), Ebû Bekr b. Serrâc (ö. 316/928) gibi Basra nahiv mektebine mensup nahivcilerin Sîbeveyh’in el-Kitâb’ı çerçevesindeki tedris ve tedvin faaliyetleri İslâm dilbilim geleneğinin ana güzergâhını oluşturmuş, bunların ardından IV/X. yüzyılda Ebu’l-Kasım Zeccâcî (ö. 337/949), Ebû Said Sîrâfî (ö. 368/979), Ebû Ali Fârisî (ö. 377/987), Ebu’l-Hasen Rummânî (ö. 384/994) ve Ebu’l-Feth İbn Cinnî (ö. 392/1001) gibi isimlerin eserleriyle dilbilim; mantık, kelâm, fıkıh usûlü gibi bilimlerle de etkileşim içerisinde olgunlaşma dönemini yaşamıştır. Bu parlak yüzyıl, teknik dil analizleriyle ilgilenen dilbilimcileri dile dair felsefî meselelerle yüzleşmeye sevk eden nahiv-mantık karşılaşmasına sahne olması açısından bizi özellikle ilgilendirir. Dilbilimciler dili en geniş anlamıyla gramer ile sınırlı bir çerçevede incelerken, felsefeci-mantıkçılar aynı olguya kendi uzmanlıkları açısından bakıyorlardı.
II/VIII. yüzyılda başlayan tercüme faaliyetleriyle birlikte eski Yunan felsefe-mantık birikimi İslâm coğrafyasına aktarılmış ve zamanla mevcut bilim zümrelerine felsefeci-mantıkçılar da eklenmiştir. Doğal olarak, eski Yunan mirasını tevarüs etmekte bir sakınca görmeyen bu yeni zümrenin mensuplarıyla İslam vahyinin etkisiyle ortaya çıkmış olan bilimlere uğraşan kesimler arasında gerilimler yaşanmıştır. Bunların belki de en çarpıcı olanı nahivcilerle mantıkçılar arasındakidir. Filozof Ebûbekir Râzî’nin (ö. 313/925) bilgi ve hikmetin ancak nahiv, şiir ve fesâhat olduğunu zanneden bir kesimin varlığından bahsederek Yunan bilimleri hesabına bunları eleştirmesi, bu karşıtlığın ilk açık işaretlerindendir. Bu karşıtlık Mettâ b. Yûnus (ö. 328/940) ve öğrencisi Yahyâ b. Adî (ö. 364/974) ile birlikte yeni bir boyut kazanır. Mantıkçı Mettâ ile nahivci Sîrâfî (ö. 368/979) arasında Büveyhî veziri İbn Furât’ın huzurunda geçen tartışmanın kayıtları, iki tarafın argümanları hakkında önemli bilgiler vermektedir. Mantıkçıları temsil eden Mettâ, irabın bir lafız olgusu ve nahvin de bir dilin lafızlarına dair bir inceleme olduğunu, buna karşılık Aristoteles mantığının tümel anlamları ve evrensel dili konu edindiğini savunmuştur. Sîrafî ise dilin yapısal niteliğine dikkat çekerek nahivdeki incelemenin lafızlara yani ağızdan dökülen seslere dair bir inceleme olmadığını, bilakis akıl ile birlikte düşünüldüğünde, Aristoteles mantığının işlevini gören fakat onun da ötesine geçen bir yöntem arz ettiğini savunmuştur. Kayıtların tarafsızlığına güvenilirse, bu tartışma genç Sîrâfî’nin ihtiyar Mettâ karşısındaki açık üstünlüğüyle neticelenmiştir. Daha sonra Mettâ’nın öğrencisi Yahya b. Adî mantık ile nahiv ayrımına dair bir risale kaleme alarak burada irabın bir lafız olgusu ve nahvin de lafızlara dair bir bilim olduğunu, buna karşılık tümel anlamların, evrensel bir bilim olan mantıkta ele alındığını savunacaktır. Mettâ’nın diğer bir öğrencisi ve İbn Adî’nin hocası olan Ebû Nasr Fârâbî (ö. 339/950) ile bu son ikisinin öğrencisi olan Ebu Süleyman Sicistânî (ö. 391/1001 [?]) ise nahiv-mantık tartışmasında arabulucu bir rol üstlenmişlerdir. Bunlar dilsel yapılara yönelik nahiv incelemesine evrensellik kapısını bütünüyle kapatmıyorlardı. Burada İslâm felsefesinin, İslâm bilim tarihinde dil felsefesi konularının tartışıldığı önemli bir mecra olduğuna dikkat çekmeliyiz. Özellikle Farâbî ve İbn Sînâ gibi filozofların eserlerinde dilin kökeni, adlandırma, dilin ontolojik yapısı, lafız-anlam ilişkileri, dilin hitabî özellikleri gibi meseleler tartışılmıştır. Fakat şu bir gerçek ki, tıpkı Yunanlı selefleri gibi bu filozoflar da, dil felsefesinin konularını varlık ve bilgi felsefesi konularının bir tamamlayıcısı olarak ele alıyorlardı. Dili başlı başına bir varlık düzlemi olarak ele almalarını gerektirecek bir vasatın yokluğunda onlar için dil, dıştakinin bir temsili ve mantıksal olanı müşahhas ve iletilebilir hale getiren bir araç olarak değerliydi. İslâm felsefesinin bir parçası olarak ortaya konan dil felsefesi mirası bugün, çağdaş birçok dil felsefesi nazariyesinin kökenlerini eski Yunan’da bulabildiği gibi, yeni terkip ve yaklaşımlara kaynaklık edebilecek mahiyettedir.
İslam bilim tarihinin erken dönemlerinde dil felsefesini ilgilendiren konuların tartışıldığı diğer bir mecra kelam ilmi olmuştur. Dil ve sözün hakikatine dair Mu‘tezile ile Eş‘ariyye arasında geçen uzun soluklu tartışma dil felsefesi için önemli veriler arz eder. Savundukları ilahî söz nazariyesinin bir gereği olarak Mu‘tezile, beşerî sözü insanın dil organıyla işlediği bir fiil, işitme duyusu ile algılanan ses türünden bir araz ve lafızların belli bir dizimi olarak değerlendirmiştir. Bu söz algısı onları araçsal ve mütekabiliyetçi bir dil algısına götürmüştü. Örneğin Kadı Abdülcebbâr’a göre insan, sahip olduğu ilim, irade, kudret gibi arazlar sayesinde verili bir dilden bağımsız olarak düşünür –ki zihinde bir söz varlığı bulunmamaktadır- ve zihinde oluşan düşünceleri, gerçekliğin bir temsilini vermek üzere oluşturulmuş olan dili kullanarak iletir.
Öte yandan Eş‘arîler, kendi ilahi söz nazariyelerinin bir gereği olarak sözün zihinde bir gerçekliği bulunduğunu savunmuşlar ve bu çerçevede dil/gramer-düşünce ilişkisi konusunda farklı bir anlayışı benimsemişlerdir. Onların Mu‘tezile karşıtı söz anlayışı, araçsal ve mütekabiliyetçi dil anlayışlarına giden yolu kapatıyordu. Nitekim Eş‘arî bir nahivci olarak Abdülkâhir Cürcânî, nahivcilerin irab anlayışı ile Eş‘arîyye’nin kelâm-ı nefsî nazariyesini terkip ederek lafızcılık karşıtı bir dil ve söz anlayışı ortaya koyacak ve böylece İslâm bilim tarihinde dil felsefesinin temellerini de atmış olacaktır.
Erken dönem İslâm bilim tarihinde dil felsefesini ilgilendiren birikimin diğer bir ayağı kendini fıkıh usulü alanında göstermiştir. Bu alanda dinî metinlerin anlaşılması bağlamında ortaya konan elfâz ve delalet bahisleri, dil felsefesinin dil kullanımı ve dilsel delalet gibi konularında geniş bir malzeme sunar. Bu malzeme dil felsefesi açısından işlenmeyi ve problematik hale getirilmeyi beklemektedir. Bu noktada dikkat çekilmesi gereken bir husus, Abdülkâhir Cürcânî ve onun izinde gelişen dil felsefesi geleneğinin fıkıh usulünden ziyade nahiv, belagat ve kelam alanlarında kökleştiğidir.