İslâm hayat görüşü açısından insan kendine emânet edilmiştir ki, bu emânetin maddî yanı beden manevî yanı ise akıldır. İlkece esas olan, birbirini tamamlayan bu iki parçanın sağlığını korumak (hıfzu's-sıhha); sağlığı bozulduğunda ise tekrar kazanmasını sağlamaktır (iʻâdetu's-sıhha). “Korumak”, büyük oranda çevre, hava, su, beslenme, temizlik vb. unsurların bir-aradalığı ile mümkün iken, “sağlamak” daha çok maddî ve manevî yönlere ilişkin ilimleri bilmek ve uygulamakla mümkündür. Hz. Peygamber'e nispet edilen "el-İlmu, ilmân: İlmu'l-ebdân ve ilmu'l-edyân" yani "İlim ikidir: Beden ilmi ve din ilmi" hadisinde beden ilmi, bahusus tıp ve ona ilişkin ilimler, din ilmi ise bizâtihi dinin kendi ve dine ilişkin tüm ilimler olarak yorumlanmıştır. Bu çerçevede İslâm medeniyetinin tarihsel bir gerçeklik olarak teşekkülünde tüm beşerî ve insânî olgularda olduğu gibi maddî ve manevî şartlar; siyasî, iktisâdî, ictimâi koşullar rol almıştır. İslâm Ülkesi tedricen oluşurken yayıldığı coğrafyalardaki beşerî birikimle tevârüs, temellük, temessül, telif ve tercüme eylemleriyle temas kurmuş ve kısa zamanda kendine has tıp bilimini yaratmıştır.
İlk dönemlerde tıp daha çok fethedilen coğrafyalarda icrâ edilen mevcut tıp bilgileriyle sınırlıdır. Başta saraylar ve konaklar ile varlıklı insanların çevreleri olmak üzere ilmî tıp büyük oranda toplumların elit kesimlerinde mütedâvildir. Hz. Muâviye'nin Şam'daki sarayında olduğu gibi tıbbın siyasî yönünü temsil eden zehir ilmi (ilmu's-sumûm); askerî bir uğraşı olarak savaşlardaki başta muhtelif yaralanmalar olmak üzere hastalıkların tespit ve tedavileri, yönetici seçkinlerin sağlık elemanlarını sürekli istihdâm etmeleri gibi etkenler yanında özellikle Müslüman olmayan unsurların siyasî ve ictimâi statü kazanmak için sağlığa taalluk eden tıbbı bir araç olarak kullanmaları nedeniyle tıp ve tıp bilimi her çağda revaç bulmuştur. Öte yandan “hümoral patalojiye” dayanan kadîm tıp, Gök-yüzü ile Yer-yüzünü şahsında bir-araya getiren, cem eden insan mizâcının itidâlini hedeflediği için de hem kozmogoni hem kozmoloji, hem astronomi hem astroloji gibi diğer bilim dallarıyla da ilişkili olmuştur.
İslâm, Bağdat'ta fethedilen tüm kültür ve medeniyet havzalarının tıbbî mirasını tek bir masada bir araya getirdi; akabinde de Arapça olarak yeniden ifade etmeye başladı; tıp, hem nazarî hem amelî hem de tatbîkî olduğundan bu bilginin uygulamasını mümkün kılan kurumları da inşa etti. Sözlü kültürün ve günlük yaşam pratiğinin içinde hayat süren tıbbî bilgiler yanında İslâm'ın ortaya çıktığı coğrafyadaki Sâsânî, Bizans ve Süryânî yazılı kadîm tıp kültürü ilk elde temas kurulan tıbbî birikimi temsil etmekteydi. İslam toplumunun siyasî, iktisâdî ve ictimâî örgütlenmesinin karmaşıklaşmasına paralel olarak yüksek tıp bilgisine olan ihtiyaç arttı; dönemin diğer kültürel etkenlerine bağlı olarak, zihinlerden çok büyük oranda yazılı materyallerde kayıtlı tıbbî bilgi avcılığına çıkıldı ve tespit edilenler Arapça yeniden ifade edildi. Bu kadim tıp külliyâtı en genel anlamıyla iki temel damara ayrılıyordu: Birincisi, büyük oranda gözlem ve doğrudan pratiğe dayanan ve kanonik ifadesini Hippokrates'in külliyâtında bulan tecrübî tıp; ikincisi ise daha çok Aristotelesçi metafizik, kozmoloji, astronomi ve fizik nazariyesine dayanan ve mantıkî bir örgü içinde dile getirilen, kanonik formülünü ise Galen'in külliyâtında bulan felsefî tıp. Bu iki okula ait kitaplar IX. yüzyılda Bağdat'ta tercüme edilmeye başlanmış; özellikle Huneyn b. İshak ve arkadaşları yüksek ve karmaşık kadîm tıbbî bilgiyi ifade edebilecek Arapça tıp dilini üretmişlerdir. İlk dönemlerde İslam tıbbı, diğer alanlarda olduğu gibi, Akdeniz kültür medeniyet ve havzasının yanında Ali Taberî'nin Firdevsu'l-hikme adlı eserinde görüldüğü üzere Hint tıbbından da beslenmiştir.
Fizyoloji, anatomi, hastalıkların hem doğal hem de çevresel muhtemel nedenleri, hastalıkların kökeni olmaları açısından nefsî sâikler, beslenme alışkanlıkları, teşhîs ve tedâvi yöntemleri, ameliyat ve tıbbî âletler, ilaçlar, tıp ahlakı, yeni tıbbî olgu ve olayların tespit ve tanımlanması ile tıbbî literatüre dahil edilmesi gibi pek çok konuyu ele alan tıbbî eser yazımı IX. yüzyılda başladı. Yuhanna b. Mâseveyh, Huneyn b. İshak, Sabit b. Kurre, Kindî, Kusta b. Lukâ, Ali. b İsa Kehhâl, Ali b. Abbâs el-Mecûsî gibi pek çok isim hem kendi dönemlerindeki hem de daha sonraki tıp literatürünü etkileyen eserler yazdılar. Ancak tecrübî tıp alanında en önemli eserleri, tıp ile el-kimyayı birlikte ele alan Ebû Bekir Râzî verdi. Râzî, el-Hâvî fî't-tıbb ve el-Mansûrî fî't-tıbb adlı klinik kayıtlarını muhtevi iki eseri yanında, tıp alanında pek çok özgün eser yazdı; yeni hastalıkları tanımladı, teşhîs ve tedâvi yöntemleri teklif etti. Dâru'l-İslâm'da mevcut tıp bilgilerini iç örgüsü güçlü mantıkî bir dizge hâline getiren ilk çalışma ise Ali b. Abbâs el-Mecûsî'nin Kâmilu's-sınâʻati't-tıbbiyye adlı eseridir. İbn Sînâ'nın el-Kânûn'una kadar en yaygın kullanılan bu kitap, daha sonra da etkisini sürdürmüş; o kadarki, XIV. asrın sonu ile XV. yüzyılın başlarında Bergama Kadısı tarafından muhtasar olarak Türkçe'ye bile çevrilmiştir.
Hem Dâru'l-İslâm'ın klasik dönem tıp tarihinde hem de daha genel olarak Akdeniz kültür ve medeniyet havzasında en etkili tıp kitabı filozof İbn Sînâ'nın el-Kânûn fî't-tıbb adlı muhalled eseridir. Eser tüm Akdeniz havzasının kadîm ve cedîd birikimi yanında, Çin, Uygur, Hint, İran gibi kadim kültür havzalarının ve ayrıca kendine değin tüm İslam tıp birikiminin sonuçlarını ihtiva eden, sıkı bir mantıkî örgü içinde ve İbn Sînâ'nın genel felsefe dizgesinin mütemmim bir cüzü olarak kaleme alınmıştır; bu nedenle felsefî tıbbı en üst seviyede temsil eden bir eserdir. Eserin Dâru'l-İslâm ve Batı-Avrupa'ya etkisi büyük olmuş; hem bir tıp ansiklopedisi hem de ders kitabı olarak çok uzun yıllar kullanılmıştır. Tarihî süreçte başta İbn Rüşd, Fahreddin Râzî, İbn Kuff, İbn Nefîs ve Kutbuddin Şîrâzî gibi bilginler tarafından, üstüne yirmiye yakın Şerh yazılmış; ayrıca eserin XV. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed için Farsça çevirisi yapılmış; XVIII. yüzyılda da Mustafa Tokâdî tarafından kendine değin yapılan hemen diğer tüm çalışmalar kullanılarak Tebhîzu'l-Mathûn adıyla Türkçe tercüme ve şerhi hazırlanmıştır. Elbette tarih boyunca pek çok kez İbranîce ve Latince'ye de tercüme dilmiştir. İbn Sînâ, el-Kânûn'u kaleme alırken çağdaşı Ebü’l-Kâsım Zehrâvî, Endülüs'te, modern dönem öncesi belki de en önemli cerrâhî kitabı olan et-Tasrîf li-men aceze ʻani't-telîf adlı çalışmasını yayımlamıştır. Bu eser aynı zamanda modern öncesi dönemde tıp-cerrâhî âletleriyle ilgili olarak yapılan ilmî çalışmanın en iyi örneğini temsil eder. Hem bir başvuru hem de bir ders kitabı olarak kullanılan eser, Avrupa dilleri yanında Fatih Sultan Mehmed zamanında Şerefeddin Sabuncuoğlu tarafından bazı ilavelerle Cerrâhiye-i İlhâniyye adıyla Türkçeye de çevrilmiştir.Şimdiye değin zikredilen eserler yanında, klasik dönemde tıp sahasında telif edilen irili-ufaklı yüzlerce eser mevcuttur. Bu eserlerden bir kısmı hemen tüm tıbbî konuları muhtevi, ansiklopedik hacimde iken bir kısmı tıbba ilişkin belirli konuları içeren risâle formundadır. Ancak yine de İbn Sina sonrasında kaleme alınan ve tıbb kamuoyunda mütedavil pek çok eser mevcuttur. İbn Cezle'nin Takvîmu'l-ebdân fi tedbîri'l-insân'ı başta olmak üzere bazı diğer çalışmaları da bu eserler içinde özel bir yeri hâizdir.
Dâru'l-İslâm'da, yukarıda işaret edildiği üzere, tıp esas itibariyle koruyucu hekimliği öncelemiş; bunun için gerekli tüm ilkeleri koymuş; hareket etmeyi ve yürümeyi bile sağlık için vazgeçilmez kabul etmiştir. Aynı çerçevede eczalık (akrâbâzin) özel bir ilgiye mazhar olmuş; basit (mufredât) ve mürekkep (murekkebât) ilaçlar üzerine onlarca araştırma yapılmış ve eserler kaleme alınmıştır. Cerrâhî teknikler ve âletler geliştirilmiş; kırık-çıkıkçılık üzerine durulmuş; muhtelif hastalıklar ve yaralanmalar hakkında ayrıntılı ameliyat yöntemleri geliştirilmiştir. Tüm bu çalışmaları yürütmek ve tıp bilimini toplumsal bir bağlamda icra etmek için Dâru'l-İslâm'ın muhtelif şehirlerinde büyüklü-küçüklü onlarca hastahâne inşa edilmiştir. Hastahâneler vakıf kurumları olması hasebiyle hem hukukî hem de iktisâdî bağımsızlığa sahip olmuş; yetişmiş tıbbî ve idârî elemanlarla, tıbbî bir ahlak içinde hiç bir ırkî, dinî ve cinsî ayrım yapmadan tüm ihtiyaç sahiplerine hizmet vermişlerdir. Bu tür bir örgütlenme büyük ölçekli tıbbî araştırmaları yapmayı mümkün ve sürekli kılmış; yeni tıbbî olgu ve olayların tespitine imkân sağlamıştır. Medreseler kurulduktan sonra tıp için bağımsız medreseler kurulup kurulmadığı açık olmamakla birlikte, nazarî ve amelî tıp eğitim ve öğretimi hastahânelerle sürdürülmüş; alanında uzman tabipler yetiştirilmiş; gerektiğinde tabip adayları sıkı meslekî imtihanlara tabi tutulmuştur. Tıp alanındaki tüm bu etkinlikler yalnızca erkekler tarafından değil, kadınlar tarafından da yürütülmüş; klasik dönemde kadınlar hemen tüm tıbbî etkinliklerde etkin olarak katkıda bulunmuştur. Son olarak, klasik dönemde bazı tabipler ve yazarlar, dizgeli olarak Dâru'l-İslâm'daki tıbbın tarihini ele alan çok önemli eserler kaleme almışlardır.