Müteahhir dönemin meşhur kelâmcısı Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin (ö. 816/1413) Miftâhu’l-ulûm şerhinde “Arap dilinde söz ve yazı bakımından hatadan sakınılan ilim” şeklinde tanımladığı İlmu’l-edeb ya da diğer ifadesiyle İlmu’l-Arabiyye, kelimenin en geniş kullanımıyla Arap dilinin bilimsel olarak incelenmesi anlamına gelir. Bu kapsamlı bakış açısı nedeniyle ilmu’l-edeb, sözlükbilimden gramer çalışmalarına, belâgat incelemesinden şiir ve yazı sanatına kadar Arap dilini muhtelif cihetlerden konu edinen disiplinlerin/sanatların tamamını kuşatır. Nitekim ilk örneğini meşhur dilbilimci ve müfessir Zemahşerî’de (ö. 538/1144) gördüğümüz üzere, âlimler arasında bu başlık altında toplamda on iki disiplin sıralamak bir tür geleneğe dönüşmüştür.
Seyyid Şerif’in tanımı dikkate alındığında bilimsel karakteri ön plana çıkan bir edeb tasavvuru ile karşılaşılır. Bu tasavvurun oluşumunda belirleyici olan düşünürlerin başında Seyyid Şerif’in şerh çalışmasına konu olan Miftâhu’l-ulûm yazarı Sekkâkî gelir. Sekkâkî kişiyi edeb incelemesine yönelten sebep ve bu incelemenin nihai amacı konusunda nazarî ve amelî şeklinde nitelendirilebilecek iki tutumu birbirinden ayrıştırır ve ilmu’l-edebi tümel bir inceleme ve bir suret araştırması olarak ortaya koyar. Buna göre edeb, kişiyi Arap dilinde hata yapmaktan koruyacak teorik bir yetkinliktir, dilin yapısı ve işleyişine ilişkin küllî kaidelerin tespit ve izahını amaçlar. Sekkâkî’nin bu tutumunda edebin epistemolojik bir bağlamda kullanıldığı açıktır. Aynı tavrı sürdüren Seyyid Şerif’in et-Ta‘rîfât’ında yapılan tarife göre edeb; her tür hatadan kendisi sayesinde sakınılan bilgi anlamına gelir. Mutlak edebin bu tanımı Arap dili bağlamında düşünüldüğünde, yazının başında alıntılanan tarif kendiliğinden açığa çıkmaktadır.
Öte yandan edeb kavramı, yukarıda sözü edilen tutumdan farklı olarak ve kronolojik açıdan daha erken bir tarihte, Arap edebiyatı ve kültürüne ilişkin bilgiler bütünü olarak anlaşılmış, ilgileri ve yoğunlaştıkları alanlar bakımından aralarında kısmî farklar olmakla birlikte en meşhur örneklerini Câhiz (ö. 255/869), İbn Kuteybe (ö. 276/889), Müberrid (ö. 286/900), Ebû Alî el-Kâlî (ö. 356/967) vb. müelliflerde gördüğümüz üzere müstakil bir yazım geleneği haline gelmiştir. Bu anlamıyla edeb, Arap kelâmının her türüne dair en nitelikli örnekler ile bu örneklerin anlaşılmasına katkı sağlamak üzere dil, edebiyat ve tarih gibi alanlardan muhtelif konuları bir araya getirir. Böylece okur, önündeki zengin ve seçkin malzemeden hareketle Arap dili ve edebiyatının kuralları ve hususiyetlerini, tikel örneklerden genel bir bilgi ve kavrayışa doğru evrilen bir seyir içerisinde idrak eder. Bu süreçte hedeflenen şey, Arap dili ve edebiyatının derinlikli bir şekilde kavranması suretiyle okurda, hem bu ürünleri anlama hem de benzer nitelikte ürünler verme konusunda amelî bir yetkinlik/meleke oluşturmaktır.
Yukarıda işaret edildiği üzere edebî ilimlerden ilk söz eden ve bu başlık altında on iki disiplin sıralayan kişi hicrî altıncı asrın başlarında Hârizm coğrafyasında yaşayan Zemahşerî olmuştur. Ancak Zemahşerî lügat, sarf (ebniye), iştikak, nahiv (irab), meânî, beyan, aruz, kavâfî, inşâ-ı nesir, karz-ı şiir, ilm-i kitabet ve muhâdarât şeklinde disiplinlerin adlarını saymak dışında ilmu’l-edebin tanımı ve disiplinlerin tasnifi konusunda herhangi bir açıklamada bulunmaz. Takip eden süreçte özellikle Sekkâkî ilmu’l-edebin temel inceleme alanlarını istidlâl şeklinde adlandırdığı mantık sanatını da dikkate alarak bir bütün halinde incelemiş ve aralarındaki bağlantılara işaret etmiştir. Seyyid Şerif’e geldiğimizde ise karşımıza ilmu’l-edeb başlığı altında yer alan bütün disiplinlerin sistematik tasnifine ilişkin en gelişkin örnek çıkar. Buna göre ilmu’l-edebin konusu Arap dili/kelâmı, amacı ise –mantık sanatını çağrıştırır şekilde– kişiyi konuşma/yazma konusunda hatadan korumaktır. Müellife göre bu başlık altında yer alan disiplinlerden bazıları sözü edilen amacı gerçekleştirme bakımından birincil derecede önemli ve asıl/temel iken (usûl) diğerleri uzantı (fer‘) konumundadır.
İlmu’l-edebin temel disiplinleri, konusu bakımından tasnif edildiğinde, karşımıza şöyle bir tablo çıkar: Bu disiplinler iki unsurdan birini, müfret ya da mürekkep lafzı konu edinir. Müfret lafızlara ilişkin inceleme lafzın cevheri ve maddesi bakımından olursa lügat, sureti ve heyeti bakımından olursa sarf, asıl ve uzantı olması açısından aralarındaki mensubiyet ilişkisi bakımından olursa iştikak ilmi adını alır. Mürekkep lafızlar ise mutlak ya da vezinli olarak ele alınır. Mutlak mürekkep lafızlar, terkibin yapısı (heyet) ve asıl manayı ifade etmesi bakımından incelenirse nahiv, terkibin asıl mana dışında ikincil anlamları ifadesi inceleme konusu yapılırsa meânî, araştırılan şey ikincil anlamların ifadesindeki açıklık dereceleri olursa beyan ilmi adını alır. Vezinli mürekkep lafza yönelik inceleme vezin bakımından olursa aruz, beyit sonları bakımından olursa kâfiye ilmi denir.
Buraya kadar sayılan sekiz disiplin Arap dilbiliminin temel inceleme alanlarını oluşturur. Bunun dışında kalan ve temel disiplinlerin uzantısı kabul edilen alan ise kısaca şöyledir: Hat sanatı yazının kağıda geçirilmesini (nakş) ele alır. Şiiri şiir olmak bakımından kaliteli ve güçlü kılan unsurlar ile şiir kusurlarının araştırıldığı manzum söze özgü incelemeye karz-ı şiir, aynı perspektifle gerçekleştirilen mensur metne özgü incelemeye ise nesir inşâı ilmi denir ki mektup, hutbe ve diğer nesir türleri bu kapsamda ele alınır. Eğer yapılan inceleme manzum ya da mensur türlerinden herhangi birine özgü olmazsa buna tarihin de bir parçasını teşkil ettiği muhâdarât ilmi denir. Bu tasnifte, ilmu’l-edebin hat sanatı dışında kalan ikincil/uzantı (fer‘) kısmının, İbn Haldûn’un ilmu’l-edeb ile kast ettiği yazım geleneğine denk düştüğü söylenebilir.
Buraya kadar yapılan değerlendirmeler çerçevesinde görüldüğü üzere ilmu’l-edebin tanımı ve tasnifi meselesi İslâm düşünce geleneğinde müteahhir dönemin başlangıcına denk gelen hicrî altıncı asır gibi oldukça geç bir tarihten sonra mümkün olmuştur. Ancak bir bütün olarak Arap dilbiliminin tarihi temellerini Hz. Ali (ö. 40/661) dönemine kadar geri götürmek mümkündür. Nitekim pek çok klasik biyografi/tabakat kaynağında nahvin başlangıcı, Basra’da Ebü’l-Esved ed-Düelî’nin (ö. 69/688) ilk nüvesi bizatihi Hz. Ali tarafından ortaya konan ve onun yönlendirmesi ile başlayıp müşterek katkılarla devam eden gramer çalışmalarına dayandırılmaktadır. Bu çalışmaları tetikleyen dinamiklerin başında, siyasî ve beşerî coğrafyası fetihler yoluyla kısa sürede hızlı bir büyüme gösteren İslâm toplumunda muhtelif dil ve kültürlere mensup kitlelerin etkisiyle Arap dilinde yanlış kullanım (lahn) olgusunun gittikçe yaygınlaşması gelir. Bu durum bir yandan eski Arapların doğal bir meleke (selîka) halinde sahip oldukları/kullandıkları dillerine sirayet ederek ciddi bozulmalara yol açmış, ancak bundan çok daha önemli olarak özellikle Arap olmayan kimseler tarafından Kur’ân-ı Kerim’in okunuşunda yapılan hatalar sebebiyle dini metinlerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda ciddi yanlışlara, dolayısıyla İslâm’ın geleceğine dair kaygılara sebep olmuştur. Öte yandan Arap dili, özellikle Emevîler döneminde yeni dinin ve bu din etrafında teşekkül eden toplumun temel karakteri olduğundan, Türk, Fars vb. Arap olmayan unsurlar İslâm toplumunda saygın bir konum edinmelerinin ancak Arap dilini tahsili ile mümkün olacağını görmüşlerdi. Bu ve benzeri nedenlerle İslâm’ın ilk asrından itibaren Arap dilbilimi konusunda hem Arapların ancak çoğu zaman da Arap olmayan Müslümanların (mevâlî) yoğun gayretleri söz konusudur.
Arap dilbilim geleneğinin teşekkül ve tekâmül evresini oluşturan birinci klasik dönem, nahiv incelemesinin kabaca ed-Düelî ile başlayıp İbn Cinnî’nin (ö. 392/1002) eserleriyle konuların tamamlandığı kabul edilecek olursa, hicretin I. asrının ikinci yarısında başlayıp IV. asrın sonlarına kadar devam eden yaklaşık üç asırlık uzun bir tarihsel evreye denk düşer. Bu süreçte kronolojik sıralamaya göre Basra, Kûfe ve Bağdat olmak üzere üç merkez, tedvin edilen disiplinler ve yazım gelenekleri açından da lügat ve nahiv ilimleri öne çıkar. Bu bütünün diğer önemli parçalarını teşkil eden belâgat ve vaz‘ gibi disiplinler ise nispeten geç bir evrede tedvin edilmiştir.
İslâm tarihinde dilbilim eksenli çalışmaların ilk yoğunlaştığı merkez Basra şehridir. Ebü’l-Esved ed-Düelî ve etrafında kümelenen bir grup insanın gayretiyle teşekkül eden bu çalışmaların ilk görünümlerinden biri, o güne kadar genelde noktasız ve harekesiz şekilde yazılan Kur’ân-ı Kerim’in doğru okunuşunun tespiti meselesidir. Bu kapsamda ilk olarak Kur’ân’da yer alan her bir kelimenin son sesi belirlenmeye çalışılmış ve kelime sonlarına ref‘, nasb ve cer irab durumlarını gösteren noktalar konmuştur. Yazıya yönelik çalışmalar sonraki süreçte be, te ve peltek se örneğinde olduğu gibi aynı şekle sahip harfleri birbirinden ayırmak amacıyla ed-Düelî’nin talebeleri tarafından konan i‘câm yani harflerin doğru okunuşunu mümkün kılan noktalar ve Halil b. Ahmed (ö. 175/791) tarafından geliştirilen bugünkü harekeleme sistemiyle devam etti. Kur’ân’ın doğru okunuşunu tespit ile başlayan bu ilk teşebbüsler nahvin özünü teşkil eden irab olgusuyla doğrudan ilişkili olduğundan, muhtelif nahiv meselelerine ilişkin araştırmalara ve bu bağlamda bazı tartışmalara yol açmış olmalıdır. Nitekim bazı rivayetlerde bu dönemde isim, fiil ve harf şeklindeki kelime türleri, ref‘, nasb, cer, cezm irab durumları ve fail, meful, izafet, taaccub üslûbu, ismini nasb eden harfler vb. dilin sentaks yapısıyla ilişkili bazı konuların tartışıldığı dile getirilmektedir. Basra’da ed-Düelî ve talebeleri ile başlayan süreç zamanla Arap dili gramerine ilişkin hükümlerin tespiti ve gerekçelendirilmesi istikametinde ciddi mesafeler kat etmiş ve muayyen bir yöntem çerçevesinde sürdürülen çalışmalar önemli bir birikim oluşturarak yaklaşık bir asır sonra dördüncü tabakada Sîbeveyhi’nin günümüze ulaşan en eski dilbilim eseri kabul edilen el-Kitâb’ı ile en yetkin örneğini vermiştir. Böylece genel olarak nahiv özel olarak ise Basra dil mektebi teşekkül etmiş oluyordu.
İlim maluma tabidir şeklindeki klasik ilke uyarınca, ed-Düelî’den başlamak üzere nahivcilerin Arap dilinin sözdizimi/sentaks ve irab kurallarını tespit çabaları, doğal olarak Arap dilinin ne olduğu, bu araştırmanın hangi maddi varlık zemininde yürütüleceği sorusunu gündeme getirdi. Bu amaçla ilk dönem dilciler ve edipler, Arap dilinin söz varlığını kayıt altına almak için yoğun bir çaba gösterdiler. Lügat ekseninde oluşan kapsamlı literatür, bu çabaların ürünü olarak teşekkül etmiştir. Nahiv ise tespit edilen bu maddi söz varlığının belirli bir yöntem çerçevesinde incelenerek Arap dilinde anlamı ve kurallı bir biçimde konuşma ve yazmayı mümkün kılan kaidelerin/yapının tespiti anlamına gelir. Şu halde lügat ile nahiv ya da sonraki süreçte tedvin edilecek olan belâgat ilimleri arasında madde-suret ilişkisini andıran bir irtibattan söz edilebilir. Diğer bir deyişle lügat, Arap dilinin kelime ve söz varlığının derlendiği alandır. Dolayısıyla dilbilim çalışmalarının maddesini teşkil eder. Nahiv ve belâgat ise bu maddi varlık üzerinde dilcilerin teorik çalışmalarıyla oluşan bilimsel incelemedir. Bu nedenle maddeye suretini veren şey bu disiplinlerdeki teorik araştırma olmaktadır.
Arap dilinin kelime-söz varlığını derleme söz konusu olduğunda, dilcilerin ve ediplerin önünde ister istemez ikinci bir soru daha gündeme gelmiştir: Hangi söz varlığı benimsenip kabul edilecek ve tedvin edilecektir? Bu sorunun en yalın cevabı fasih lügatin, diğer bir deyişle Arapça orijinli oluşu (asâlet) ve sıhhati/doğruluğu konusunda kuşku duyulmayan dilsel malzemenin tedvin edileceği şeklinde tespit edilebilir. Ancak asıl zorluk tam da bu noktada başlar. Fasih söz ile böyle olmayan nasıl ayrıştırılabilir? Arap dili lehçeleri içerisinde fasih söz varlığının ne olduğu meselesi tartışmalı bir konu olmakla birlikte, yaygın kanaate göre İslâm öncesi dönemden itibaren özellikle şiir, daha genel olarak ise edebî değer ifade eden sözlerin fasih lehçeyi oluşturduğu, bu lehçeye en yakın olan grubun ise bütün Arap toplumu içerisinde birleştirici ve saygın bir konumu olan Kureyş kabilesi olduğu kabul edilmektedir. Bu kanaatin oluşmasında Kur’ân-ı Kerim’in esas itibariyle Kureyş lehçesiyle nâzil oluşunun da doğrudan etkisi vardır.
Lügatin tedvin edildiği dönem, İslâm toplumunda Araplar ile mevâlî olarak adlandırılan unsurların muhtelif şekillerde kaynaştığı, büyük bir kültürel çeşitliliğin ve buna bağlı olarak da dilin kullanımında lahn adı verilen hata olgusunun kitlesel düzeyde yaşandığı bir çağdır. Bu karmaşık toplumsal ve kültürel ortam içerisinde Basralı dilciler ve edipler fasih lügatin, orijinalitesini en fazla koruyan söz varlığı olduğu düşüncesinden hareketle, diğer toplum ve kültürlerle mümkün olduğu ölçüde temas etmemiş ve bu suretle safiyetini muhafaza etmiş bedevî Arap kabileleri tarafından konuşulduğunu, bu nedenle dilsel malzemenin tedvininde -Kureyş dışında- Arap yarımadasının Necid, Tihâme ve Hicaz gibi orta bölgelerinde yaşayan Temîm, Kays, Esed, Tayy, Hüzeyl ve Kinâne kabilelerinin muteber sayılması gerektiğini, bunun dışında kalan lügatlerin ise dikkate alınmaması gerektiğini düşündüler. Böylece başta Abdullah b. Ebî İshâk el-Hadramî (ö. 117/735), Îsâ b. Ömer es-Sekafî (ö. 149/766), Ebû Amr b. Alâ (ö. 154/771), Halîl b. Ahmed (ö. 175/791), Yûnus b. Habîb (ö. 182/798), Alî b. Hamza el-Kisâî (ö. 189/805), Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’ (ö. 207/822) vb. olmak üzere ilk dönem dilcileri-edipleri yaklaşık olarak iki asır süren bir faaliyet döneminde, zikredilen badiye bölgelerine uzun süreli seyahatlerde bulunup işittikleri dilsel malzemeyi kayıt altına aldılar. Esasen Arap kültüründe şiir, mesel, tarih ve nesep gibi alanlarda öteden beri sürmekte olan bir rivayet geleneği vardı. Bu geleneğin Arap dilinin maddi varlığı/zemini nedir sorusuna kısmî de olsa bir cevap teşkil ettiği söylenebilir. Bu bağlamda ayrıca Arapça bir metin olarak Kur’ân-ı Kerim ile birlikte Hz. Peygamber’in, ashâbının ve toplumdaki diğer görünür şahısların sözleri/konuşmaları, mektupları vb. unsurlardan oluşan birikimi dikkate almak gerekir. Ancak bütün bu verilerin yanında, ilk dönem dilcilerin-ediplerin Arap dilinin söz varlığını derleme konusundaki en önemli kaynağı yukarıda işaret edildiği üzere bedevî Arap kabileleri olmuştur.
Lügat çalışmalarının ilk aşamasında âlimler, herhangi bir tertip ve tasnif düşüncesi olmaksızın söz varlığını işittikleri sıraya göre yalnızca kaydetmekle yetinmişlerdir. Emâlî ve Nevâdir türü eserlerin bu aşamanın ürünü olduğu söylenebilir. İkinci aşamada dilsel malzemenin Kitâbü’l-matar, Kitâbü’l-nahl ve’l-asel, Kitâbü’l-ibil, Kitâbü’n-nebât, Halku’l-insan vb. kitap adlarında görüldüğü üzere, belirli konu başlıkları altında tasnif edildiği görülür. Bir sonraki aşamada ise Arap dilinin bütün lügat birikimini tedvin eden kapsamlı sözlük çalışmalarının yapıldığı evreye geçilmiştir. Halîl b. Ahmed’in Kitâbu’l-‘ayn’ı ile başlayan bu süreç boyunca muhtevası, yapısı ve dizimi bakımından muhtelif sözlük tarzları ortaya çıkmıştır.
Bağımsız bir disiplin olarak nahvin, Arap dilinin söz varlığı üzerinde dilcilerin nazari çalışmaları sonucu teşekkül ettiğini belirtmiştik. Bu bağlamda Basra’da ed-Düelî’nin ön ayak olduğu ilk çalışmaların akabinde ikinci tabaka nahivciler arasında, tümevarım düşüncesine uygun biçimde, cüzî örneklerden hareketle Arap dilinin konuşma ve yazı bakımından küllî hüküm ve kaidelerini tespit ve bu hükümlerin illetlerini izah konusunda yoğun bir gayret olduğu ve bu istikamette bazı teliflerin başladığı görülmektedir. Bu noktada söz konusu ilmi faaliyetin, yalnızca fesahati konusunda kuşku duyulmayan söz varlığı üzerinde icra edildiğini, bu niteliği haiz olmayan ya da ulaşılan gelen kaidelere aykırı düşen kullanımların ise standart dışı kabul edildiği vurgulanmalıdır. Kaynaklarda daha ziyade Abdullah b. Ebû İshak ile başladığı öne sürülen ve Ebû Amr Alâ ve İsâ b. Ömer es-Sekafî ile gelişerek devam eden bu araştırma tutumu, nahiv çalışmalarının metodolojik karakterinin oluşumunda belirleyici bir rol oynamıştır. Bu çalışmaların akabinde bir sonraki tabaka içerisinde özellikle Halîl b. Ahmed ve onu takiben talebesi Sîbeveyhi Basra nahiv çalışmalarının merkezi şahsiyetleridir. Bu süreçte incelenen nahiv kavramları ve meseleleri oldukça ayrıntılı bir birikim haline gelmiş, bağımsız alt başlıklar oluşmuş, pek çok konuda tartışmalar ve ihtilaflar yaşanmıştır. Bütün bu inceleme ve müzakerelerin amel teorisi çerçevesinde oldukça sistematik ve başarılı bir muhassalası Sîbeveyhi’nin günümüze ulaşan en eski nahiv eseri kabul edilen el-Kitâb’ında günümüze ulaşmış bulunmaktadır.
Basra’da ilk birkaç nesil boyunca sürdürülen dilbilim çalışmalarının bugün bilinen anlamda nahiv meselelerinden ibaret olmadığı, bunun dışında sarf, lügat, fonetik, edebiyat/belâgat, mesel, ahbâr (tarih) vb. alanlara dair konulara da nahiv kapsamında yer verildiği söylenebilir. Nitekim el-Kitâb, bu kapsamlı bakış açısını yansıtan bir içeriğe sahiptir. Sîbeveyhi’nin, Basra’da yaklaşık bir asırdır devam eden nahiv çalışmalarını belirli bir teorik çerçeve içerisinde sistematize etmesi ve bu konuda hayret uyandıracak bir başarı ortaya koyması el-Kitâb’ın sonraki birkaç asır boyunca Arap dilbilim çalışmalarını doğrudan etkilemesi hatta belirlemesi sonucu doğurmuştur. Nitekim Sîbeveyhi sonrası pek çok âlim el-Kitâb üzerine muhtelif formlarda çalışmalar yapmış, eserin muhtevası biçim, sunum ve üslûp bakımından yeniden ele alınmıştır. Bu süreçte, nahvin baştaki kapsamlı alanı giderek daralmış, önce gramerle doğrudan ilgisi bulunmayan alanlar dışarıda bırakılmış, akabinde Ebû Osman el-Mâzinî’nin (ö. 249/863) telif ettiği et-Tasrîf ile başlayan süreç sonunda, gramerin kelimenin biçimsel analizinin yapıldığı kısmı (sarf) ile sözdizimi ve i‘râb incelemesinin yapıldığı alan (nahiv) tefrik edilmiştir. Böylece sarf ve nahiv ilimleri günümüzde kullanıldığı anlamına kavuşmuştur. Ancak bununla birlikte pek çok klasik nahiv eseri, el-Kitâb’ın örnekliğini takip ederek, nahiv konularının akabinde sarf meselelerine de yer vermeye devam etmiştir.
Basralı dilcilerin, lügatin tespiti konusunda titiz davranıp yalnızca belirli şartları taşıyan kimselerden dilsel malzeme rivayetinde bulunmaları ve nahiv kapsamında sadece belirlenen bu malzeme üzerinde kıyas yaparak ulaşılan küllî kaidelere aykırı kullanımları standart dışı kabul etmeleri beraberinde bir takım sorulara ve tartışmalara yol açtı. Bu bağlamda gündeme getirilen en önemli konu, Basralı dilcilerin lügat tedvinindeki tutumları nedeniyle Arap dilinin söz varlığının önemli bir bölümünü göz ardı ettiği, bunun da dile ilişkin yapısal incelemelerde önemli boşluklara yol açtığı şeklindeki tezdir. Kûfeli dilciler tarafından dillendirilen bu ve benzeri eleştiriler, ilk nüvesi Basra’da atılan Arap dilbilim çalışmalarının başlangıcından yaklaşık bir asır sonra, yeni bir bakış açısının ortaya çıkışına yol açtı. Daha sonra Kûfe dil mektebi şeklinde adlandırılacak olan bu yeni yaklaşım, semâ‘ şeklinde adlandırılan nahiv usulü kaynağının kapsamını genişleterek, hangi bölgede ve şartlarda yaşarsa yaşasın bütün Arap kabilelerinden dilsel malzeme rivayetinde bulunma ve tespit edilen bu muazzam birikimin tamamını nahiv çalışmalarına dikkate alma yolunu tutmuştur. Böylece nahivde kullanım alanı açısından kıyas da hiç olmadığı kadar genişlemiştir. Kûfe’deki dil çalışmalarının Kisâî ve Ferrâ‘ ile birlikte sistematik bir hüviyet kazandığı kabul edilir. Her iki dil mektebi de semâ‘ ve kıyas olgularına dayalı olsa da, Basralı dilciler belirli şartlar öne sürerek semâ‘ı sınırlandırmış ve daha çok derlenen dil malzemesi üzerinde yapılacak teorik çalışmanın niteliğine yoğunlaşmıştır. Kûfeli dilciler ise nahiv düşüncesi ve istidlalinin niteliğinden ziyade işitilen söz varlığı üzerinde yoğunlaşmıştır. Basra nahvi, aklî/teorik yapısı itibariyle daha güçlü olduğundan, Arap dilbilim geleneğinde hâkim olan tutumu oluşturur. İki yaklaşım arasındaki yöntem, mesele, hüküm ve terminoloji farklılıklar sonraki süreçte en yetkin örneklerinden birini Ebü’l-Berekât Kemâlüddîn el-Enbârî’nin (ö. 577/1181) el-İnsâf başlıklı meşhur çalışmasında gördüğümüz müstakil metinlere konu olmuştur.
Basra ve Kûfe mekteplerinin birbirilerinden görece bağımsız iki zümre şeklinde ortaya çıkışı, daha önce Basra’da aynı ilmî ortam içinde görülen nahiv tartışmalarının çok daha derinlikli ve hararetli bir şekilde artarak sürmesine yol açtı. Önceleri Kûfeli Ebû Ca‘fer er-Ruâsî (ö. 187/803) ile Basralı Halîl b. Ahmed (ö. 175/791), Alî b. Hamza el-Kisâî (ö. 189/805) ile Sîbeveyhi (ö. 180/796) arasında görülen tartışma ortamı Ferrâ’nın görüşlerini benimseyen Ebü’l-Abbâs Sa‘leb eş-Şeybânî (ö. 291/904) ile Sîbeveyhi’nin çalışmalarına dayanan Ebü’l-Abbâs el-Müberrid (ö. 286/900) arasında zirve noktasına ulaşmıştır. Nahvin olgunlun evresini oluşturan bu dönemde âlimler mensubu oldukları geleneklerde yapılan önceki çalışmaları şerh, ikmal ve ihtisar etmiş, daha önce yapılan tanımları gözden geçirmiş ve çeşitli nahiv terimleri için yeni tanımlar teklif etmişlerdir. Bu nedenle üçüncü hicrî asır nahiv ilminde bir yandan genel olarak disiplinin öte yandan Basra ve Kûfe mekteplerinin iç bütünlüğü ve düzeninin olgunlaştığı dönemi temsil eder.
Hicrî üçüncü asrında sonlarına gelindiğinde Basra ve Kûfe şehirlerinde yaşanan siyasi ve sosyo-ekonomik karışıklıklar ve Abbâsî hilâfet devletinde yeni merkez olarak Bağdat’ın öne çıkması neticesinde dilci ve ediplerin önemli bir bölümü Bağdat’a yönelmiş bulunuyordu. Nahiv çalışmaları bir önceki dönemde olgunluk devresini tamamlamış, buna bağlı olarak taraflar arasında süren hararetli tartışma nispeten yavaşlamaya, zaman içerisinde sönmeye yüz tutmuştur. Arap dilbilim çalışmalarının bu evresi, bir önceki asırda yoğun şekilde hissedilen ve belli ölçüde mezhep taassubuna dayalı bu tartışmalar yerine âlimlerin kendilerini belirli bir geleneğe her bakımdan uymak zorunda hissetmedikleri, aksine geçmişten gelen ilmi birikimi olabildiğinde ayrıntılı şekilde eleştirip şahsi görüşleri çerçevesinde tercihte bulundukları bir dönem olmuştur. Bununla birlikte daha önce vurgulandığı üzere dilbilim çalışmalarında baskın olan tutum halen Basra ekolüdür. Öte yandan bu dönemin yalnızca Arap dilbilim geleneği açısından değil, bir bütün olarak İslâm düşünce tarihi bakımından da en dikkat çekici tarihi olgusu ise, din-felsefe ilişkisi başlığı altında düşünebileceğimiz nahiv-mantık tartışmasıdır. Antik felsefe ve bilim mirasının tercümeler yoluyla İslâm dünyasına intikaliyle birlikte hicrî dördüncü asır Bağdat’ında belirli bir zümre halinde ortaya çıkan mantıkçılar, dilcilere/nahivcilere yoğun eleştiriler yöneltmiş, bu durum Müslüman âlimler arasında muhtelif reaksiyonlara ve bazı tartışmalara sebep olmuştur. Bu tartışmaların bir grup entelektüelin de hazır bulunduğu en meşhur örneği, dönemin en seçkin mantıkçısı Ebû Bişr Mettâ b. Yunus (ö. 328/940) ile nahivci Ebû Said es-Sîrâfî (ö. 368/979) arasında vezir İbn Furât’ın sarayında gerçekleşmiştir. Mantıkçıların öne sürdükleri tezlerin başında dilcilerin lafzı, kendilerinin ise anlam olgusunu incelediği, anlamın belirli bir toplum ve kültüre özgü olmayıp bilakis insan zihninin evrensel düşünme ilkeleriyle ilgili olması, buna karşın lafzın sadece o dili konuşan insanları ilgilendirmesi nedeniyle mantık sanatının nahivden üstün olduğu iddiası gelmektedir. Buna mukabil dilciler ise, her ne kadar belirli bir toplumun muvazaasına bağlı olsa da nahiv incelemesinin esas itibariyle dili oluşturan lafızların konuşma ve yazıda anlamlı bir bütün oluşturmasını mümkün kılan yapıyı makul bir biçimde incelediğini öne sürmüştür. Yaşanan bu sürecin her iki disiplin açısından da sonuçları olduğu söylenebilir. Mantıkçılar özellikle Fârâbî’den (ö. 339/950) itibaren dil ilimlerine daha yakın bir alaka gösterip anlam incelemesi açısından konumunu takdir etmişler, dilciler ise nahiv incelemelerinde kavramların tanımlanması, meselelerin taksimi, bir düşünme biçimi olarak kıyasın kullanımı vb. bakımlardan mantık sanatının sunduğu imkânlardan yararlanmışlardır. Nitekim bu süreçte İbnü’s-Serrâc (ö. 316/929), ez-Zeccâcî (ö. 337/949), Rummânî (ö. 384/994), Ebû Ali el-Fârisî (ö. 377/987), İbn Cinnî (ö. 392/1002) gibi nahiv âlimlerinin çalışmalarında Arap dilbiliminin makul yapısının ortaya çıkarılması ve gramer mantığının inşası istikametinde yoğun bir telif gayreti görülür.