Bu süreci biz Hadis ilminde yakından takip edebiliriz. Hadis ilminin mevzuu ve aynı zamanda kaynağı Hz. Peygamber’dir. Hadis Hz. Peygamber’in her şeyi ile ilgilidir; Hz. Peygamber de bütün Müslümanları ilgilendirmektedir; bu sebeple de herkes Hz. Peygamber ile ilgilenmektedir. Buradan hemen şu neticeyi çıkarabiliriz: Herkesi ilgilendiren ilim, kendisine mevzu olarak Hz. Peygamber’i gören ilimdir. Ancak bu külli/umumi hüküm, insanların tümü için umumi olmayan ve tedrici olarak umumiliği azalan bir hususiyet taşıdığı için, herkes Hz. Peygamber ile ilgili olmakla birlikte, bazı insanların Hz. Peygamber ile olan ilgisinde diğerlerine göre bir farklılaşma gerçekleşmektedir. Bu ilgi farklılaşmasına bağlı olarak, Hz. Peygamber hakkındaki bilgi, yani ilim de farklılaşmaktadır. Bu durum başından itibaren söz konusu olduğu için, itibari ilgi farklarına bağlı olarak bilgi farkları da ortaya çıkmaktadır.
Bunlara ek olarak insanların farklı bölgelerde yaşamaları ve Hz. Peygamber ile irtibatlarındaki mekandan kaynaklanan sınırlar, onun hakkındaki bilgiyi, rivayet üzerinden sağlamak zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Hiçbir insan Hz. Peygamber ile her zaman ve mekanda beraber olmadığı için ve Hz. Peygamber hakkındaki bilgi Müslüman olarak varolmanın esası olduğu için, Hz. Peygamber hakkında bilgide Müslümanlar birbirlerinin rivayetlerine bağımlı olmakta; bu, hiçbir ferdin tek başına din ya da Hz. Peygamber hakkında şahsi birikimi üzerinden mutlak hüküm veremeyeceği anlamına gelmektedir. İnsanların din hakkında bilgide olduğu kadar, hayatı sürdürürken de birbirlerine bağlı ve bağımlı oldukları dikkate alındığında Müslümanların nasıl bir binayı oluşturan taşlar gibi birbirlerini destekleyerek var olabileceklerini ortaya çıkmaktadır.
Rivayetin, bilginin zorunlu yolu olması kadar her bir Müslümanın bu cihetten diğerine bağlı ve bağımlı olması, ilmi esas alan bir hayat düzeni açısından yakini ve yakindeki dereceleri dikkate almayı; rivayetlerin ihmal edilmeden, yakindeki derecelerini de dikkate alarak bir tasnife tabi tutulmalarını intaç etmiştir. Hadis ıstılahları olarak bilinen bütün terimler, ravilerin birbirleri ile irtibat düzeni kadar, kendilerinin hususiyetlerinin de dikkate alınması ve bu anlamda ta’ayyün edenin temyiz edilerek adlandırılması, yani bazı sesler ve işaretlerle tayin edilerek belirli bir düzen içerisinde derlenmesi, daha sonra da bunların tasnif edilerek yazıya geçirilmesinden ibarettir. Bu sürecin önemli bir özelliği, ümmetin hayatında ta’ayyün edenin temyizine dayanması hasebiyle, hiçbir zaman bitmeyen bir süreci kendisine mevzu edinmesidir. Hadislerin rivayet süreci bu yönden önemlidir.
Burada öncelikli olarak Hz. Peygamber’in hayatında ayet, yani doğrudan Cenab-ı Hakk tarafından insanlara tebliğ edilmek üzere bildirilmiş olan ile dolaylı olarak Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bütün söz ve fiillerin birbirinden tefrik ve temyiz edilmesi, hadis ilminin esasını teşkil eder. Kur’an ile hadisin veya Kur’an ile sünnetin birbirinden temyizi için, bunların birbirinden ayrılması ve göze görünür hale gelmesi gerekmektedir. Bu temyiz ancak taayyün gerçekleştikten mümkün olabilir ki, bu durum daha Hz. Peygamber hayatta iken tahakkuk etmişti. Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden sonra hadislerin ayetlerden ayrı bir şekilde rivayeti, Müslüman olarak varolmanın tabii bir parçası idi. Aralarındaki önemli bir fark, ilk yıllarda Kur’ân-ı Kerim’in hıfzının hem hafıza hem de kitabet yoluyla gerçekleşmesi idi. Bunlardan hafıza namaz ve diğer ibadetlerde etkin bir şekilde kullanılması sebebiyle, bütün ümmetin uhdesinde iken, buna karşılık kitabet etkili ama daha sınırlı bir insan grubu tarafından kullanılmaktaydı. Hadisler söz konusu olduğunda rivayetin başlangıçtan itibaren hayatın tabii akışı içinde, Müslüman olarak var olmanın tabii bir unsuru olarak tahakkuk ettiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte burada da insanların kendi kanaatleri ile doğrudan Hz. Peygamber’den duyduklarının temyiz edilerek, tayin edilmesi süreci kendi başına önem arz etmektedir. Din Hz. Peygamber’in tebliğini işitmeye dayalı bir şekilde sem‘î bir karakter arz ettiği için; insanların şahsi görüşleri, eğer Hz. Peygamber’den gelenle irtibatlanabiliyorsa, dinî bir mana ve konum kazanabilir, aksi taktirde bir görüş olarak kalabilirdi. Bu sebeple Hz. Peygamber’den gelen ile ondan gelip gelmediği bilinmeyen yanında ondan gelmediği bilinenin birbirinden tefrik edilmesi, İslam ümmetinin Hz. Peygamber ile irtibatının tayin edici esasını teşkil etmekteydi. Böyle olduğu için İbn Sîrîn’in “senedin dinden olduğunu” söylemesi hiç de tesadüfi değildir.
Fuad Sezgin’in hadis ilminin gelişiminde yazma/kitabet, derleme/tedvin ve tasnif dönemlerini, tam da bu sırayla birbirinden tefrik etmesi önem arz eder. Hz. Peygamber’den gelenlerin veya Hz. Peygamber hakkındaki rivayetlerin hadis olarak ta’ayyün etmesi, Hz. Peygamber’in İslam toplumu içindeki tayin edici konumu dikkate alındığı zaman kendiliğinden anlaşılır bir durumdur. Müslüman olmak, kelime-i şehadet getirmek anlamına geldiği ve bunda da Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu kalp ile tasdik ve dil ile ikrar esas olduğu için, başından itibaren Hz. Peygamber ve ona ait olan her şey diğer insanlara ait olanlardan temyiz ediliyordu. Temyiz edilenin dile getirilmesi olmadan Müslüman olarak yaşamak mümkün olmadığı için Müslümanlar hayatlarını Hz. Peygamber’e dayandırılan rivayetler üzerinden ve bunlarla irtibatlı bir şekilde sürdürüyorlardı.
Burada özellikle üzerinde durulması gereken bir husus, insanların birlikte yaşamasının herkesi bağlayan ve herkesin doğru olduğuna inanarak ittiba ettiği ve ittiba etmeyenlerin en azından garip karşılanarak ayıplandığı ve bunun da ötesinde daha farklı yaptırımlara gerekçe olarak görülen normatif bir düzene bağlı olmasıdır. İslam toplumunda normatif düzenin esası, hem bireysel hem de her bir birey üzerinden toplumsal olarak üsve-i hasene, yani en güzel örnek olan Hz. Peygamber idi. Hz. Peygamber’e ittiba islam ümmetinin kurucu ilkesi olduğu için, Müslümanların bir bütün olarak icmalen ve icmaen Hz. Peygamber’e ittiba etmelerinden daha tabii bir şey olamaz. Hz. Peygamber’e ittiba etmek, onun hakkında bilgiye sahip olmayı gerektirdiği ve onun hakkındaki bilgi de rivayet yoluyla gerçekleştiği için, rivayetin/haberin ilme ulaşmanın tayin edici yolu olduğu kolayca anlaşılabilir.
Bir rivayette, rivayetin mahiyeti gereği, en az iki unsur mevcuttur: Rivayetin bir rivayet edeni bir de rivayet edileni bulunmaktadır. Buna ek olarak bir de kendisine rivayet edileni düşünmek gerekir ki, bu üçüncü unsur, rivayetin varoluşsal zeminini teşkil eder. Eğer kendisine rivayet edilende rivayet yönünde bir ilgi ve talep olmasa, yani rivayette içerilen ilme yönelik bir talep bulunmasa, rivayetin gerçekleşmesinin bir manası/sebebi olamazdı. Bu durumda rivayetlerde, rivayetlerin yapısı/mahiyeti icabı bu üç unsuru dikkate almak gerekmektedir. Bu üç unsur zamanla, yaşanan bölgenin ve yaşayan insanların, yani zaman ve mekanın farklılaşmasına bağlı olarak farklılaşmıştır. Bu farklılaşma her şeyden önce kemiyetle alakalıdır. Örnek olarak Sahabilerin birbirlerinden rivayetlerinde ravilerin sayısının bir veya iki olması gayet tabii iken, sahabileri takip eden tâbîlerin yaşadığı dönemde bu sayı en az iki olmak durumundadır. Tâbîleri takip eden tebeü’t-tâbiîn dönemine gelindiğinde durum bu sayıyı en az üç olarak belirler. En az iki demek, en ideal şartlarda gerçekleşmiş olan rivayetler demektir. Bunun anlamı ravilerin sayısının döneme ve bölgeye bağlı olarak artması demektir. Rivayet dediğimiz varoluş şekli insanlar arasındaki bir irtibatı isimlendirdiğine göre, rivayeti kendisine mevzu edinen bir yönelişin, rivayet fiilinin nasıl taayyün ettiğini temyiz ederek işe başlaması gerekmektedir. Temyiz gerçekleştikten sonra temyiz edilen taayyünlerin isimlendirilmesi, adının konulması mümkün olabilmektedir. Örnek olarak bir rivayet bir tâbî‘ tarafından doğrudan Hz. Peygamber’den rivayet ediliyorsa, bu tâbî‘in tanım gereği Hz. Peygamber’den bir şey duymuş veya onu bir şey yaparken görmüş olma ihtimali olmadığı için, bir kopukluk söz konusudur. Rivayetin senedindeki bu kopukluk taayyün ettiği için temyiz edilerek, yani böylesi kopukluğun söz konusu olmadığı rivayetlerden tefrik edilerek, bir isim verilmesi gerekmektedir. Senedinde bir “eksiklik”, bir “kopukluk”, bir “kesinti” olan rivayete munkatı‘ adı verildiği gibi senedinde formel bir eksiklik bulunmayan rivayete merfû‘ adı verilmiştir.
Diğer taraftan rivayetin nasıl gerçekleştiği de rivayet hakkında konuşurken önem arz eder. Rivayeti birisi sesli bir şekilde okumuş, muhatap onu duymuş mudur? Muhatap rivayete bir şekilde ulaşmış, ancak onu ravisine sözlü olarak, okuyarak takdim etmiş ve ondan bu şekilde “onay” mı almıştır? Bir ravi muhataba/talibe bir mecmuayı vererek, onu bu mecmuayı rivayet konusunda yetkilendirmiş midir? Veya rivayeti muhatap/talebe yazılı olarak mı almıştır? Veya talebe bir yerde bir şekilde bir hadis metni ile karşılaşmış ve bulduğu bu metni mi rivayet etmiştir? Bu ve buna benzer sorular ve bunlara verilen cevaplar, rivayetin raviler arasındaki bir irtibat şekli olarak nasıl gerçekleştiğini de ifade etmektedir. Bu irtibat şekilleri taayyün edip temyiz edilerek ve nihayet isimlendirilerek rivayetlerde kullanılır. Bizim hadis kitaplarında gördüğümüz muhtelif “ilmi taşıma veya nakletme yolları” tam da bu irtibat şekillerini isimlendirir ve bu isimlendirmeler, keyfi olmaktan çok uzak, taayyün edenin temyiz edilerek isimlendirilmiş halleri, yani rivayetin tümellerini/varoluş kategorilerini isimlendirirler.
Rivayet kendi başına amaç olamaz. Rivayetin gerçekleşmesi için, rivayet edilene ilgi olması, rivayetin insanları ilgilendirmesi gerekir. Rivayette insanları ilgilendiren, onun manasıdır. Rivayetin manası, onda insanları ilgilendiren cihettir. İnsanı ilgilendiren, yani rivayetteki mâ ya‘nî ciheti, muhatapların kendi lehlerinde ve aleyhlerinde olanı keşfetmeleriyle alakalıdır. Bu alaka, rivayetleri, derinden bir anlama gayretinin mevzûu haline getirir. Anlama gayreti, yani fıkıh ve tefakkuh Hz. Peygamber’de taayyün ederek temyiz yoluyla geleni, ferdi ve içtimai boyutlarıyla Müslüman olarak varolma cihetinden bir inceleme (nazar) mevzûu haline getirmeyi ifade eder. Bir taraftan rivayetlerde tek ve tekil olarak, daha farklı bir ifade ile tikel (cüz’î) bir şekilde bulunan tümel (küllî) cihetin temyiz edilmesi ve bunun adının konulması, diğer taraftansa bu temyiz sürecinin düzeninin de temyiz edilerek isimlendirilmesi birbirinden farklı iki mertebeyi işaret eder.
İlk dönemde alim öncelikli olarak sem‘î olanla irtibatlı olmayı ifade etmekle birlikte, zaman içerisinde bu irtibat sadece Hz. Peygamber’den gelen rivayetleri bilmekle sınırlı kalmamış, alimler kendi aralarında sadece rivayet edenler ile bunun ötesine geçerek, meseleleri, insanların leh ve aleyhi perspektifinde kavrayan ve bunları söz konusu meseleler üzerinden oluşturulan bir üst söylemle ele alıp, belirli bir yönteme bağlı olarak bunları cevaplamaya yönelenler şeklinde ayrılmışlardır. Diğer taraftan ümmetin varlığıyla alakalı meseleler, hem Hz. Peygamber’le sahih bir irtibatı hem de insanları bir ümmetin ferdi olarak birbirlerine bağlayan esasları kendisine mevzu edinen akîde etrafında da yoğunlaşmıştır. Müslümanların kendi hallerini ve konumlarını “gidilen bir yol” anlamına gelen, şeriat, tarikat, mezheb gibi kelimelerle isimlendirmeleri, nasıl olup da İslam’ı ve Müslümanlığı teorik bir tavır olmaktan ziyade, nazari bir bakışla eleştirel bir şekilde refakat edilen bir amel olarak anladıklarını açıklayabilir. Müslümanlık devam eden, asılları belli, önü açık bilfiil bir varoluş şekli olarak yaşanmıştır. İlim bu varoluş şeklinin kendi kendisinin farkına varması ve bunu ma‘kûl bir şekilde dile getirerek, bu varoluş şeklinin devamını sağlayan bir vasat ve vasıta olagelmiştir. Müslümanların ana kitlesinin kendisini “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” olarak isimlendirmesi bu yönden oldukça manidardır. Bu isimlendirmeyle ilişkili bir şekilde, Abdullah b. Amr b. As’ın rivayet ettiği, ilmin “muhkem bir ayet veya kaim bir sünnet veya adil bir fariza olduğu ve bunun dışında kalanın “fuzuli” olduğu”nu belirten hadis, tam da ilk dönemlerde ilmin nelerle alakalı olduğu ve nasıl anlaşıldığı hususunda bir fikir vermektedir. Abdullah b. Urve’nin “adil bir fariza”yı Müslümanların üzerinde ittifak ettiği bir fariza olarak açıklaması da oldukça önem arz etmektedir. Bu açıklama ilim ile ehl-i sünnet arasında nasıl bir irtibat kurulabileceği hususunda oldukça önemli ipuçları vermektedir.
Benzer bir durum dil ve dil ilimleri için de geçerlidir. Dille ilgili çalışmalarda öncelik i’rab üzerinden nahivle alakalı olmakla birlikte, tecvidle ilgili çalışmalar kadar sarf ile ilgili çalışmalar da önemli bir konuma sahiptir. Bütün bunların yanında sözlük çalışmaları da, başından itibaren ciddiyetle yürütülmüştür. Dille ilgili çalışmalar ilk bakışta daha çok formla alakalı gibi görünse de, irabın ve dildeki diğer unsurların manayı nasıl belirlediği dikkate alınacak olursa; başta tecvid ve kıraat olmak üzere, nahiv, sarf ve lügat çalışmalarındaki ilginin merkezinde mana olduğu kolayca fark edilebilir. Dille ilgili çalışmaların muhtelif şekillerde fıkıh, tefsir ve kelam ilimlerinde nasıl dikkate alındığının takip edilmesi, bu yönden oldukça açıklayıcı olacaktır.
Taayyün, temyiz, tayin ve takyid, Kur’ân-ı Kerim, kıraat, tecvid, tefsir, siyer, tarih, kelam ve tasavvuf kadar felsefe, matematik, geometri, tabiî ilimler, tıp ve musiki için de geçerlidir. Bunlar aynî, zihnî, lisâni ve hattî varlık mertebelerine denk düşerek, varlığın muhtelif mertebelerde tahakkukuna imkan sağlamıştır. Her bir alanda taayyün gerçekleşmeden temyiz gerçekleşemeyeceği için, bu disiplinlerin oluşması kadar başka medeniyet ve kültür çevrelerinden istifade de bu ön şartlar gerçekleşmeden mümkün olmamıştır. Eğer dil ve fıkıh alanında belirli taayyünler gerçekleşmemiş, bunlar birbirinden temyiz edilmemiş ve bunlarla ilgili ıstılahlar teşekkül etmemiş olsaydı, sonraki dönemlerde Grek veya Hint kültüründen istifade etmek mümkün olamazdı. Bu sebeple Müslümanların farklı kültür ve medeniyetlerden istifade etmesi, İslam ümmetinin varoluş şartları ve bu şartlara ilişkin şuuru ile doğrudan alakalıdır.
[1] Bu rivayet hakkında bkz: Şeyhu’l-İslam İsmail el-Herevi (öl. 481/1089), Zemmü’l-Kelam ve Ehlihi, thk. Ebu Cabir Osman el-Ensari, Mektebetü’l-Gureba el-Eseriyye, t.y., c. I, s. 289 -292.