8-10. yüzyıllarda Aristoteles’in Organon külliyatının Arapça çevirileri ile teşekkül eden İslam mantık literatürü, bu külliyat üzerine yapılan yorumlarla devam eder. İslam mantığının çeviri kokmayan ilk özgün eserlerini kaleme alan Fârâbî (ö. 950), Aristoteles’in eserlerini şerh etmenin yanında sonrakilere Organon içinde yer alan tüm eserleri karşılayacak özgün bir külliyat bıraktı. İslam mantığının kusursuz ve akıcı bir Arapça içerisinde kuşatıcı olarak ve İbn Sînâ ontolojisinin ihtiyaçlarını karşılayacak bir özgünlükte ifade edilmesi, bu ilmin İslam coğrafyasındaki en önemli ismi olan İbn Sînâ’nın (ö. 1037) elinde gerçekleşecektir. İbn Sînâ ile birlikte, Aristoteles ve bir ölçüde de Fârâbî bir referans noktası olmaktan çıkmış ve İslam mantıkçıları artık İbn Sînâ metinlerini şerh etmek ve bu metinlerde ortaya çıkan problemleri çözmekle meşgul olmuşlardır. Bu yazıda 12-16. yüzyıllar arasındaki İslam mantığı, diğer bir ifadeyle İbn Sînâ sonrası dönem, yani müteahhirîn mantığı ana hatlarıyla anlatılacaktır.
İslamî ilimler tarihinde mütekaddim (önceki) ve müteahhir (sonraki) sıfatları her bir ilim dalı için ayrı bir anlam ifade eder. İslam mantıkçıları bu terimleri, genelde İbn Sînâ öncesi ve sonrasını ayırmak için kullanır. Onlara göre “öncekiler” (mütekaddim, kudemâ’ veya evâil) ile ‘İbn Sînâ öncesi’, “sonrakiler” (müteahhir) terimi ile de ‘İbn Sînâ ve sonrası’ kastedilmektedir. Bununla birlikte İslam mantık tarihinde İbn Sînâ’nın merkezî rolünü hesaba kattığımızda; onun, telif ettiği mantık külliyatıyla Aristoteles’ten kendisine gelinceye kadarki mantıkçıları unutturduğu ve sonrakiler için mantık tarihi açısından gerçek bir klasik halini aldığını söyleyebiliriz. Bu durum müteahhir dönem mantık bilginleri ifadesiyle, İbn Sînâ sonrası mantık geleneğinin de kastedilebilmesini mümkün kılar.
Bağdat Ekolü’nü takip eden Endülüslü İbn Rüşd (ö. 1198) ve Fârâbî şârihi İbn Bâcce (ö. 1138) dışında Anadolu-İran ve Maveraünnehir coğrafyalarında hareketlilik gösteren bilginler genel olarak İbn Sînâ’nın felsefesi ve özel olarak da mantığı ile ilgilendiler. Bu mantıkçılardan bir kısmı kendilerini İbn Sînâ’nın bir devamı olarak görmekte ve bu sürekliliği sağlayacak şekilde savunmacı bir şekilde onu yorumlamaktaydı. Mesela İbn Sina’nın en bilinen talebesi Ebü’l-Hasen Behmenyâr b. Merzübân (ö. 458/1066) ile doğrudan talebesi olmasa da İbn Sinacı bir filozof olan Ömer b. Sehlan Sâvî (ö. 540/1145) sırasıyla, Kitâbü’t-Taḥṣîl ve el-Beṣâʾirü’n-Naṣîriyye adlı eserlerinde İbn Sina’nın Şifa ve İşarat’taki mantık programını sunum ve tertip bakımından korumuşlardır.
Mantığın islami ilimler ile buluşması ve meşruiyet kazanması ilim tarihi açısından önemli bir aşamadır. Gazali tehafütül-felasife eseriyle Meşşâî filozofları eleştirmiş hatta üç meselede küfre düştüklerini iddia etmiştir. Tüm bunlar yanında o, Meşşaî sistemin takdim ettiği mantık ilminin gerekli bir ilim olduğunu düşünmüş ve mantığı yunan metafiziği, meşşai ilahiyat, yeni eflantuncu kozmoloji bagajlarından kurtarılmış bir ilim olarak göstermeye çalışmıştır. Dahası Gazali, filozoflar eleştirilecekse bu eleştirilerin metafizik teorileri hedef alması gerektiğini söyler. Mantıktan hareketle filozoflar eleştirilmemeli, hele ki bu din namına asla yapılmamalıdır. Gazali, ‘metafizikten bağımsız bir metodoloji’ olduğu vurgusu ile mantığın islami ilimlerde uygulanmasının -bırakın mahzuru- gerekli dahi olduğunu savunur. Onun “Mantık bilmeyenin ilmine güven olmaz” sözü ile mottolaşan bu yaklaşım, usul-ı fıkıh başta olmak üzere diğer tüm akli ve nakli ilimleri mantıksal dilin formu içinde dile getirilen bir malzeme haline getirmiştir. Gazâlî’nin bıraktığı birikim ile eli güçlenen kelamcıların, eş-Şeyhu’r-Reîs’in külliyatını değerlendirmesi ise çok daha farklıdır. Mütekellim olarak adlandırılan bu grup içinde şüphesiz en etkili isim Fahreddin er-Râzî’dir (ö. 1210).
İbn Sînâ’nın kendisinden önceki filozoflara karşı göstermiş olduğu bireysel özgüven ve ilmi dirayetin bir benzerini Fahreddin er-Râzî, İbn Sînâ’nın mantık külliyatı üzerinde göstererek eş-Şifâ ve İşârât mantığını gözden geçirir ve kapsamı daha daraltarak yeni bir düzenleme yapar. Mulahhas fî’l-hikme ve’l-mantık adlı eserinde ortaya koyduğu kavram-yargı-çıkarım-burhan başlıklı içerik, informel mantık meselelerini, mantığın temel konuları arasından çıkararak daha formel bir yapının öne çıkmasını sağlar. Hatta bu yönüyle sonraki yüzyıllarda ortaya çıkacak olan medrese ders kitaplarının evrim sürecini başlatan kişinin Fahreddîn er-Râzî olduğu söylenebilir.
Fahreddîn er-Râzî’nin gerek İşârat Şerhi’nde gerekse Mulahhas, Muhassal ve Şerhu’l-Uyûn’da dile getirdiği bir çok tanım ve problem sonraki mantıkçıları oldukça meşgul etmiştir. Sezgisel olarak veya İbn Sînâ’nın otoritesinden ötürü doğru kabul edilen Meşşai mantığının temel teorileri ve tanımlarını hedef alan Razî, mantıksal tanımın imkansızlığı teorisini ortaya atarak örnek olarak, tanım yapmanın mümkün olmadığını iddia eder. Ona göre tanım ile tanımlanan mereolojik açıdan değerlendirildiğinde birbirinin aynısıdır. Bir şeyin kendi kendisiyle tanımlanması imkansız olduğu için tanım yapmak imkansızdır. Ayrıca eşyanın mahiyetlerini bilmeye yönelik dile getirdiği kuşkular ilk başta özcü karakterdeki kavramlar mantığının tanım teorisini bir sıfatlar teorisine, yani aslında arazlar ile kurulan sınırlı bir kavrama seviyesine indirmiştir. Kısaca Fahreddîn er-Râzî, İbn Sinâcı mantığın felsefî-metafiziksel içeriklerine yönelik kuşkularını dile getirerek kelamî çizginin sunduğu bilinçli bir tercihle bu mantığın formel yönünü öne çıkarmıştır. Önermelerin zamansal ve metafiziksel modaliteleri arasında İbn Sînâ’dan daha keskin ve sistematik bir ayrım benimseyen Râzî, kendisinden sonraki müteahhirîn dönem mantığında İbn Sînâ’daki modalitelerden çok daha fazlasının ortaya çıkmasının da yolunu açmıştır.
Razi mantığı ve epistemolojisinin en belirgin karakterlerinden biri kavramsal dolaysızlık kuramı yani kavramların verili olduğu, başka kavramlar dolayımıyla türetilemeyeceği görüşüdür. Türetim yapmak, önceki bilgilerden hareketle yeni bilgiler elde etmektir. Mesela bir türetim mekanizması olan kıyasta ilk iki öncülün bilgisinden hareketle sonuçtaki yargı türetilmiş olur. Buna göre kavramsal dolaysızlık, önceki bilgilerden hareketle yeni bilgilerin türetilebilir olmasını sadece yargılar/önermelerden hareketle yeni yargıların türetilebileceğini aynı türetimin kavramlar için geçerli olmadığını ifade eder. Burada Razi, Menon Paradoksunun kavram düzeyinde hala geçerli olduğunu ispatlamaya çalışarak şu sonuca varır: Mantıksal araçlar –mesela kıyas teorisi- kullanılarak bir yargıyı ispat edebiliriz fakat bir kavramı bu mantıksal araçları –mesela tanım teorisi- kullanarak kavratamayız. O halde kavramları nasıl biliyoruz sorusuna cevap sadedinde Razi daha genel epistemik bir ilkeye sıçrar: Tüm kavramlar bedihidir yani onlar mantıksal araçlar dışında bize verilmektedir. Sonuç olarak klasik mantıkta, tanım teorisi kapsamında işlenen ve bileşik nesnenin ne olduğunu ortaya çıkarmayı hedefleyen özcü tanım teorisi, Razi tarafından rafa kaldırılır.
Fahreddîn er-Râzî’nin, İbn Sînâ’dan farklı bir programı olduğu klasik dönem bilginleri tarafından da fark edilmiştir. Tarihçi İbn Haldûn, İbn Sînâ sonrası mantıkta yaşanan dramatik farkların ve yeni bir mantık projesi olarak ortaya çıkan epistemik içerikten arındırılmış ve formel karakteri baskın yeni kitapların baş mimarı olarak Râzî’yi göstermektedir. ‘Kesin öncüllerden oluşan geçerli bir kıyas’ olarak tanımlanan burhan teorisi, klasik felsefenin yöntemsel idealini yansıtmakla birlikte müteahhirîn dönemde yazılan mantık kitaplarının sonunda dar kapsamlı bir anlatımla adeta geçiştirilmiş gibidir.
İbn Haldûn’un “doğuda kitaplarına itibar edilen” bir bilgin olarak betimlediği Efdaluddîn el-Hunecî (ö.1248), onun gözünde, Râzî’nin bir devamıdır. Hunecî’nin en önemli eseri Keşfu’l-esrâr an gavâmizi’l-efkar’ıdır. Bu eserde sık sık İbn Sînâ ve Fahreddin Razi’nin görüşlerini karşılaştıran Hunecî’nin ayrıca el-Cümel ve Kitabu’l-Mucez fi’l-mantık adında daha özet nitelikte iki mantık eseri daha vardır. Bu kısa eserleri eğitim çevrelerinde yaygın olarak kullanılmıştır. Nitekim İbn Haldûn, özet eserlerin pedagojik amaçlara olan uygunluğundan dolayı mütekaddim mantıkçılarının yöntem ve kitaplarının artık önemini kaybettiğinden yakınır. Şüphesiz bu durum Râzî’nin başlattığı projenin Hunecî tarafından devam ettirilmesinin önemli sonuçlarından biridir.
Râzî ve Hûnecî’nin açtığı bu yol Esîruddîn el-Ebherî (ö. 1265), Ali b. Ömer el-Kâtibî (ö. 1277), Sirâcuddin el-Urmevî (ö. 1283), Şemseddin es-Semerkandî (ö. 1303), ve Saduddin et-Teftâzânî (ö. 1390) tarafından takip edilerek yerleşik hale getirilmiştir. Mantık alanında bir çok yenilikçi görüşün sahibi olan Hunecî, De Morgan kurallarını ilk fark eden mantıkçıdır. Ayrık şartlı olumlu bir önerme ile tümel evetlenmiş bir önermenin değilinin birbirine eşdeğer olduğunu tespit eden Hunecî, mümkün önermelerin döndürmesinin olamayacağını iddia etmiştir. Ayrıca küçük öncülü imkan modalitesinde olan birinci şekil kıyasların geçersiz olduğunu belirtmesi müteahhir dönem modalite anlayışının önemli kurallarından biridir. Hunecî’nin İbn Sinâ’dan ayrıldığı görüşlerinden biri de mantığın konusuyla ilgilidir. İbn Sînâ mantığın konusunun ikinci akledilenler (el-ma‘kûlât es-sânî) olduğunu söylerken Hunecî kavramsal ve yargısal bilinenlerin (el-ma‘lûmat et-tasavvuriyye ve’t-tasdîkiyye) mantığın konusu olduğunu iddia eder. Onun bu görüşü sonraki mantıkçıların bir çoğu tarafından kabul edilmekle birlikte bazı istisna isimlerce de –mesela İbn Mutahhar el-Hillî (ö. 1325)– eleştirilmiştir.
İslam mantık tarihi açısından 13. yüzyıl için ‘Râzî ve Hunecî sonrası dönem’ şeklindeki bir betimleme pek abartılı bir ifade olmayacaktır. Bu yüzyıl genel olarak İslam eğitim tarihi açısından, özel olarak da mantık ilmi açısında bir dönüm noktasıdır. Râzî ve Hunecî tarafından rafine edilen ve yeni analizlerle zenginleştirilen mantık ilmi Ebherî, Kâtibî ve Urmevî’nin katkılarıyla nesiller arası aktarıma sokulacak bir forma sokulmuştur. Bu müelliflerin yazdıkları risaleler ezberlenmeyi kolaylaştırması yanında ufak ve yoğunluklu yapıları nedeniyle ayrıntılı tahlil edilme ve açıklanma ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bu yüzyıldan sonraki asırlarda mantık geleneği daha çok şerh ve haşiyeler üzerinden devam ettirilmiş ve bu durum mantık metinlerinin hareket noktasını isim merkezli olmaktan çıkararak metin merkezli bir yapıya büründürmüştür.
Şüphesiz İslam mantık tarihinin pedagojik açıdan en önemli metinlerinden biri Esîruddîn el-Ebherî’nin Îsâgûcî’sidir. Porfiryus’un sadece beş tümeli ele alan Eissagôgê’sinden farklı olarak Aristotelesçi mantığın bütün kısımlarına bir giriş niteliğindeki eser medrese müfredatının ilk seviye (ibtidâ) eseri olarak okutulmuştur. Her ne kadar bu eser, mantığa genel bir giriş olarak kaleme alınsa da modalite gibi konuları içermediği gibi, eserde kıyasın farklı epistemik içeriklerine bağlı olarak sınıflandırılan beş sanat konuları son derece kısa bir şekilde kendisine yer bulur. Başlangıç seviyesinde olan bu metinde kuramsal tartışmalar yer almaz, mantık ilminin genel kural ve kaideleri derli toplu bir şekilde sıralanır. Hatta tasavvur ve tasdik ile ilgili kavramların tanımları ve taksimleri tanımlanmak yerine örnek cümlelerle tarif edilir. Ebherî’nin Îsâgûcî’si günümüzde de hala yazılmaya devam eden şerh ve haşiyeleriyle hayatiyetini devam ettirmektedir. Îsâgûcî dışında Beyânü’l-esrâr, Telhîsü’l-hakâik, el-Metâli‘ ve Zübdetü’l-hakâik, Tenzîlu’l-efkâr adlı eserlerinde de mantığa yer veren Ebherî’nin mantık alanındaki etkisi, bizzat öğrencisi olan Kâtibî tarafından devam ettirilecek olsa da eserleri arasından Îsâgûcî, İslam mantık tarihinin eser eksenli devam eden gelenek içinde en hareketli ana metinlerden biri olacaktır. Onun Ta‘dilu’l-mi’yâr adındaki eseri ise Nasiruddîn et-Tûsî (ö. 1274) tarafından müstakil bir eser ile eleştirilecektir. Bu eleştirilere konu olan problemlerden biri ise yalancı paradoksudur (cezru’l-esamm). Ebherî, yalancı paradoksu içeren bir önerme için özel doğruluk şartları teklif ederken aynı paradoks Kâtibî, İbn Kemmûne (ö. 1284), Şemseddin es-Semerkandî, Celâleddin ed-Devvânî (ö. 1502) gibi mantıkçılarca da incelenecek hatta Gıyâseddin ed-Deştekî (ö. 1542) konu ile ilgili Risâle fî şubheti cezri’l-esamm adında müstakil bir risale kaleme alacaktır.
Genel olarak 13. yüzyıldaki mantıkçıları, Aristoteles’in eserleri ile değil tamamen İbn Sînâ’nın mantık mirası ve onun şârihleri ile ilgilenmişlerdir. Mesela Nasîruddîn et-Tûsî, İbn Sînacı mantık programını oluştururken Ömer b. Sehlan es-Sâvî’yi (ö. 1145) okumuş fakat çoğunlukla Fahreddin er-Râzî’yi takip etmiştir. İbn Sînâ’ya ait tümel olumsuz mutlak önermelerin, modaliteleri değiştirilmeden çelişiklerinin alınamayacağı, bu tür önermelerinin çelişiğinin ancak süreklilik kipinde bulunabileceği görüşünü kabul eden Tûsî kapsamı daha da genişletir. Ayrıca İbn Sînâ’nın zâtî okuma ile sınırlandırdığı önermelere yönelik bu tezin vasfî önermeler için de uygulanması gerektiğini gösterir. Tûsî geriye birçok mantık eseri bırakmıştır: Esâsu’l-iktibâs fi’l-mantık (Farsça kaleme alınmış olan bu kitap daha sonra Molla Hüsrev tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir), Şerhu’l-İşârât (mantık kısmı), Tecrîdu’l-i‘tikâd (mantık kısmı), Ta‘dîlü’l-mi‘yâr fî nakdi Tenzîli’l-efkâr (Ebherî eleştirisi). Tûsî’nin eserleri sonraki mantıkçılar için müracaat kitapları olarak kullanılmış fakat Tecrîd dışındaki mantık eserleri şarihlerin ilgisini çekmemiştir. Asıl ilgiyi gören isim Meraga Rasathanesinde Tûsî ile birlikte çalışmış olan ve Kutbuddîn Şîrâzî (ö. 1311) ile Mutahhar Hillî’ye hocalık, Ebherî’ye ise bizzat talebelik yapmış olan Kâtibî’dir.
İbn Haldûn her ne kadar mantık telifleri için Fahreddin er-Râzî ve Hunecî’yi bir dönüm noktası olarak zikretse de Râzî-Hunecî çizgisinin tezleri daha rafine bir şekilde Kâtibî’nin er-Risâletü’ş-Şemsiyye’sinde somutlaşacaktır. İlhanlılar’ın veziri Şemseddin el-Cüveynî’ye ithaf edilmiş olan bu eser, Ebherî’nin Îsâgûcî’si ile birlikte İslam mantık tarihinin, üzerine en fazla şerh ve haşiye yazılan eserlerden biri olacaktır. Bunun temel nedenleri arasında, eserin son derece etkili şârih ve muhaşşîler tarafından işlenmesi ve medreselerde orta seviyede okutulan müfredat kitabı olarak belirlenmiş olması sayılabilir. Dolayısıyla, eser eksenli devam eden mantık geleneği içinde Şemsiyye şerh ve haşiyeleri ana arterlerden biri olarak görülebilir. Kâtibî Şemsiyye’de; Hunecî’nin, İbn Sînâ, Râzî ve Tûsî’den ayrılarak iddia ettiği mantığın konusunun tasavvur ve tasdik türünden bilinenler görüşünü sürdürür. Mantığın konusu ile ilgili yaptığı açıklamalar hem ibare hem de yaklaşım açısından neredeyse tamamen Hunecî’nin Keşfu’l-esrâr an gavâmizi’l-efkâr adlı eserinin etkisindedir. Fasıl kavramını İbn Sînâ eş-Şifâ’da sadece mahiyetin faslı olarak sunarken el-İşârât’ta cinsin faslı ve mahiyetin faslı olmak üzere ikili bir tasnif içinde değerlendirir. Kâtibî, bu konuda İşârât’ı takip eder. Tasdik kavramı için sunmuş olduğu tanım ise ilerleyen dönemlerde konuya özgü telif edilen risalelerde, daha önce hiç kimsenin dile getirmediği nevzuhur bir görüş olarak nitelendirilir ve eleştirilir. Kâtibî’nin, Câmiud’d-dekâik, Bahru’l-fevâid adlı eserleri Şemsiyye’den daha kapsamlı mantık eserleri iken el-Munassas fî şerhi’l-Mülahhas ve Şerhu Keşfi’l-esrâr an gavâmizi’l-efkâr’da sırasıyla Fahreddin er-Râzî ve Hunecî’yi şerh etmiştir. Eserleri içinde Şemsiyye’nin revaç bulmasının önemli sebeplerinden birinin de Kutbuddin er-Râzi (ö. 1365) ve Seyyid Şerif el-Cürcânî (ö. 1413) gibi etkili bilginlerin bu eser üzerine şerh ve haşiye yazmalarıydı.
Aynı ikilinin öne çıkardıkları diğer eser ise Kadı Siracuddîn el-Urmevî’nin (ö.1283) Metâliu’l-envâr adlı eserin mantık kısmıdır. Osmanlı medreselerinde son seviye mantık kitabı olarak da okutulan eser, şerh-hâşiye açısından Şemsiyye kadar zengin değildir ve üzerine yazılan eserlerin büyük çoğunluğu haşiyedir. Eserin en önemli şerhi Kutbuddin er-Râzî’nin Levâmiu’l-esrâr’ıdır. Öte taraftan metnin müellifi, yani Urmevî daha sonra Metâli’yi gözden geçirerek Levâmiu’l-metâlî adında müstakil bir eser daha yazmıştır.
13.yüzyıl Şihâbuddîn Sühreverdî’nin işrak felsefesi açısından önemli şarihlere kavuştuğu bir döneme de tanıklık eder. İbn Kemmûne (ö. 1284) ve Şemseddin eş-Şehrezûrî (ö. 1288) ile 14. yüzyılda Kutbuddin eş-Şîrâzî, Hikmetü’l-işrâk’a şerhler yazar. Bu şerhlerde mantıksal bilginin ne olduğu sorusu tasavvur ve tasdik probleminin bağlı olduğu bilgi kategorisine yönelik bir katkı sunar. İşrakî felsefenin son derece vurgulu husûlî ve hudûrî bilgi ayrımı mantıksal bilgiye uygulandığında ortaya tasavvur ve tasdik olarak ikiye ayrılan bilginin mutlak anlamda bir bilgi değil de bir suret gerektiren husûlî bilgi olduğu iddiası öne sürülür. Bu ayrım sonraki yüzyıllarda kimi mantıkçılar tarafından dikkate alınarak; mantık kitaplarında, hudûri bilginin değil aslında husûlî bilginin tasavvur-tasdik olarak taksim edildiğine dikkat çekilir.
Yenilenme Dönemi’nde mantık kapsamında değerlendirilebilecek önemli bir yenilik ise âdabu’l-bahs ve’l münâzara ilminin doğuşudur. Aristoteles’in Topikler’i ile ilm-i hilâf ve ilm-i cedelden oluşan bir arka plana sahip olsa da, müstakil bir ilim olarak Şemseddin es-Semerkandî’nin (ö. 1303) Kıstâsu’l-efkâr adlı eserinin son kısmı bu ilmin ilk metnidir. Bilimsel iddiaların nasıl gerekçelendirileceği, kıyas formunda dile getirilen önerme içeriklerine yönelik itirazların türleri yani bir argümanın nasıl değerlendirileceğine ilişkin kuralların incelendiği bu ilim beraberinde ayrı bir şerh-haşiye geleneği de oluşturacaktır. Alet ilimleri olarak dilbilgisi, belagat, fıkıh usulü ve mantığın yanında artık münâzara ilmi de bilginler için olmazsa olmaz türünden bir kabul görecek ve bu ilmin en temel hamleleri olan öncüllerin doğruluğunu sorgulamak, çelişik sonuç türetmek, karşıt örnek bulmak, saçmaya indirgemek, gerçek nedenin tespit edilmemiş olduğunu göstermek müteahhirîn dönem bilimsel metinlerinde sıklıkla kullanılacaktır.
Argümanı değerlendirmeye ilişkin olan bu metinler içinde Osmanlı medrese müfredatında da yer alan ve Hüseynî olarak veya Âdâbu’l-Fâdıl es-Semerkandî adlarıyla meşhur olan eserin bir çok şerh ve haşiyesi vardır. Kemaluddin Mes‘ûd eş-Şirvânî’nin (ö. 1499-1500) şerhi ile Şeyhu’l-islam Zekeriya el-Ensârî’nin Fethu’l-vehhâb adlı eserleri önemli şerhlerdendir. Zaman içinde âdâb ile ilgili müstakil metinler de oluşturulur. Adûdudîn el-Îcî (ö. 1355), Taşküprülüzâde Ahmet Efendi (ö. 1561) ve İbn Kemal’in münâzara risaleleri (ö. 1534) Yenilenme Dönemi’ndeki dikkat çekici metinler olarak sayılabilir.
14. yüzyılın başları, mantık tarihi açısından, eş-Şemsiyye üzerine yazılmış önemli şerhlere tanıklık eder. Eserin ilk şerhlerinden biri İbn Mutahhar el-Hillî’nin el-Kavâidü’l-celiyye fî şerhi’r-Risaleti’ş-Şemsiyye adlı eseridir. Şerhin geneli Kâtibî’nin mantık programına eleştiriler ihtiva eder. Özelde ise Hunecî ve Kâtibî’nin mantığın konusuna dair yeni tekliflerini doğru bulmadığını belirten Hillî, diğer mantık eserlerinde İbn Sînâ’nın ikinci akledilenler iddiasını sürdürür. el-Levâmiu’l-ilâhiyye fi’l-mebâhisi’l-kelâmiyye adlı kelam eserinin bir kısmını da mantığa ayıran Hillî, ayrıca Tûsî’nin Tecrîdu’l-i‘tikâd adlı eserinin mantık kısmına Cevheru’n-nâzîd adını verdiği bir şerh yazmıştır. Belirtmek gerek ki Hillî’nin Şemsiyye şerhi, Kutbuddin Râzî’nin Şemsiyye şerhi kadar ilgi görmemiştir.
Bu yüzyılın en önemli ismi Kutbuddin er-Râzî’dir (ö.1365). Yazdığı eserler medrese müfredatının en önemli metinleri haline gelmiştir. Râzî ilk önce Urmevî’nin Metâliu’l-envâr’ına yazdığı Levâmiu’l-esrâr ve daha sonra Kâtibî’nin er-Risâletü’ş-Şemsiyye’yesine yazdığı Tahrîru’l-kavâid adlı eserlerle asıl şöhretini kazanmıştır. Tahkik tavrını sürdüren bir müellif olarak o, şerh yöntemi olarak sadece metin sahiplerinin maksadını ifade etmekle kendini sınırlamaz. Bu tavrı şikayet sebebi olsa da daha önce kimsenin dile getirmediği mantıksal analizleri şerhin dışına çıkarak özgüvenle dile getirir. Mesela Kâtibî’yi şerh ederken onun kastettiği anlamdan bağımsız olarak; bir önermeyi oluşturan parçalara ilişkin iki veya üç parçalı bileşen şeklindeki klasik yaklaşımların yerine, konu- yüklem-ilişki bağı ve hüküm bağı olmak üzere önermenin dört parçalı olduğunu iddia eder. Bu konu, sonraki yüzyıllarda belli konulara odaklı özel mantık risalelerinin gözde meselelerinden biri olacaktır. Mantığın problemlerine yönelik müstakil tek konu eksenli risaleler de kaleme alan Kutbuddin er-Râzî’nin Risâletâni fi’t-tasavvur ve’t-tasdik, Risâletü’l-mahsûrât, Rîsâle fî tahkîki’külliyât’ı gelecek asırlarda problem eksenli özel mantık risalelerinin adeta birer prototipi olarak kabul edilebilir.
Kutbuddin er-Râzî’nin asıl etkisi yazmış olduğu şerhlerdir. Onun şerhlerde sanal bir tartışma diyaloğu şeklinde formüle ettiği her mesele kendinden sonraki mantık geleneğinin tartışacağı sorunlar kümesini oluşturmuştur: Tasavvur-tasdik kavramının mahiyeti ve basitlik-bileşikliği sorunu; bilinmeyen nesnelerin hükme konu olması, gerektirme türleri ve hakîkî- zihnî-haricî gereklilik arasındaki farklar, olumlu kategorik önermelerde önermelerin ontolojik karakterleri açısından gönderimi olmayan nesnelere ilişkin yüklem teorisinin sınırları vb. Buna göre, bilhassa 14. yüzyıldan sonra yaygınlaşan müstakil mantık risalelerinin ele aldıkları konuların büyük çoğunluğunun geriye doğru takibi Kutbuddin er-Râzî’nin Şemsiyye ve Metâli şerhleri üzerinden yapılabileceği gibi, problem odaklı müstakil risalelerine bakılarak sonraki mantıkçıların hangi konulara niçin ilgi duyduğu da bir ölçüde anlaşılabilir.
Mantık ilminin yeniden düzenlenmesine ilişkin içerdeki seslerden farklı olarak, Hanbeli fakihi İbn Teymiyye (ö. 1328) bu ilme tamamen şüphe ile yaklaştı. er-Redd ale'l-Mantıkıyyîn adlı eserinde mantığın, tanım ve kıyas şeklindeki iki temel teorisinin çelişkiler barındırdığını, bir şeyin tanımında kullanılan unsurların bedihi bir kavramda sonlanması gerektiği ya da sonsuza kadar geri gidişlere yahut bir kısır döngüye sebep olacağını söyleyen İbn Teymiyye’ye göre, eni-konu bedihi kavramlara ihtiyaç duyduğumuza göre tanımsız olarak kavranan şeyler de mevcuttur. Demek ki Aristotelesçi mantığın ‘hiçbir şey tanımsız kavranılamaz’ iddiası doğru değildir. ‘Kıyassız tasdik elde edilemez’ şeklindeki benzer iddiayı da çürütecek karşıt örnekler getiren fakih, mantığa biçilen ‘tüm ilimler için alet’ olduğu şeklindeki rolü metafiziksel bilgi ve fiziksel bilgiler karşısında mantığın yetersizliğine dair karşıt örnekler ile nakzetmeye çalışır. İbn Teymiyye’nin kuramsal eleştirileri, Celâleddin es-Suyûtî (ö. 1505) tarafından tekrar canlandırılsa da bir gelenek oluşturamamıştır. Fakat bu noktada İbn Teymiyye ve ekolünün yaklaşımıyla ile dikkat çeken husus, Gazali ile başlayan “metafiziksel tezlere kapılmadan da mantık ile uğraşılabilir” yaklaşımına karşıt bir yaklaşım sergilemiş olmasıdır. İbn Teymiyye’ye göre Yunan mantığı Yunan metafiziğinin bir ürünüdür bu metafiziksel tezler kabul edilmeden mantık yapılamaz. Öte yandan mantık, aklın bir ürünüdür. Vahiy gibi metafiziksel bir kaynağın oluşturacağı metafiziksel kurallar hakkında hüküm verebilecek bir yapıya sahip değildir. Özetle İbn Teymiyye, Gazali’yi mantığı nötr bir metodoloji olarak sunması, metafiziksel bağlanmalarını görmeden dini terimlerle takdim etmesi hususlarında eleştirerek mantığın, Yunan metafiziğine uygun oluşturulmuş bir metodoloji olduğunu iddia ederek vahye dayalı bilginin doğru-yanlış kriteri olarak kullanılmayacağını ileri sürmektedir.
***
Şemsiyye’nin Kutbuddin er-Râzî şerhi ile kazandığı ün bir çok bilgini bu eser üzerine çalışmaya teşvik etti. Bu süreç içinde öne çıkan önemli şerhlerden biri de Saduddîn Teftâzânî’nin Şemsiyye şerhidir. Şerhin girişinde Teftâzânî; müteahhirîn mantığının genel bir karakteristiği olarak, son derece önemli bir konu olmasına rağmen beş sanata hak ettiği değerin verilmediğinden yakınır. Böylesi önemli konular yerine o kadar da gerekli olmayan önermeler arası ilişkiler, döndürme ve yüklemli kıyasların uzun uzadıya incelenmesini garipser. Şemsiyye ile yaklaşık kapsamda yazmış olduğu Tehzîbu’l-mantık eseri ise mantık geleneğinin şerh-haşiyeler üzerinden devam eden telif biçimi içinde Îsâgûcî, Şemsiyye, Metâli gibi önemli eserler arasına girecektir. Bu eserin öne çıkan şerhi Celâleddîn ed-Devvânî ile Molla Abdullah Yezdî’nin (ö. 1581) şerhleridir. Teftâzânî mantık felsefesi açısından da önemli bir yerde durur. Klasik mantığın dayandığı metafizik kabuller mantık kitaplarından ziyade kapsamlı kelam kitaplarında tartışılır, hatta belagat kitapları da mantık felsefesi açısından önemli pasajlar barındırır. Bu açıdan Teftâzânî’nin, her ikisi de sonraki yüzyıllarda derin etkiler oluşturmuş belagatta el-Mutavvel ve kelamda Şerhu’l-Mekâsıd adlı eserleri mantık felsefesi için kaynak eserler hüviyetindedir. Mesela, İşârât ve Şemsiyye şerhleri üzerinden gelen yüklemleme dilemmasını çözmeye yönelik teklifini Şerhu’l-Mekâsıd adlı eserinde ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Bahsi geçen eserde, bir önermenin oluşabilmesi için önermedeki konu ve yüklemin farklı anlamlara fakat her ikisinin de aynı gönderime sahip olması gerektiğini söyler. Anlamca birbirinden farklı olan iki kavramdan hareketle bir önerme kurularsa analitik ifadelerin bilgiyi arttırmaması sorunu yaşanmaz. Mesela “Yeryüzü yeryüzüdür” sözde önermesi aslında bir önerme değildir. Zira konu ve yüklem birbirinden farklı kavramlar değildir. Kavramların birbirinden farklı olmasını yeterli bulmayan Teftazani, önermede bir birlik noktası olması gerektiğini söyler. Bu ise konu ve yüklemin gönderimlerinin aynı şey olması sayesinde gerçekleşir. Mesela “Ali ayaktadır” önermesinde konu ve yüklem olan sırasıyla ‘Ali’ ve ‘ayakta olma’ niteliği birbirinden farklı kavramlar olduğu için önerme anlamlı; ‘Ali’ tekil teriminin tuttuğu birey, ‘ayakta olan’ kavramı içindeki birey ile aynı birey olduğu için de birbirinden tamamen farklı iki kavram olmadığından ortak bir bireyde birleştikleri için birliği sağlanmış bir önermedir.
Kutbuddîn er-Râzî’nin mantık alanında etkilediği isimlerden biri de 14. asrın en önemli isimlerinden Seyyid Şerîf el-Cürcânî’dir (ö. 1413). Râzî’nin Tahrîru’l-kavâid’ine yazdığı tam haşiye ile Levâmiu’l-esrâr’ın tasavvurât kısmına yazdığı haşiyeler içinde Tahrîru’l-kavâid haşiyesi ilerleyen yüzyıllarda bilhassa Osmanlı ulemasının ilgisine mazhar olur. Mesela Kara Davud b. Kemal el-Kocevî’nin (ö. 948/1541) haşiyesi yukarı-iktisad seviyesinde bir metin olarak kabul görmüştür. Kutbuddîn er-Râzî’nin ilgili olduğu mantık problemleri ile de hemhal olan Cürcânî tıpkı onun gibi, tasavvur ve tasdik problemi hakkında Risâle fî taksîmi’l-ilm adında müstakil bir eser yazar ve kendinden önceki görüşlerin her birini tasnif ederek kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutar. Ona göre tasavvur ve tasdik kavramlarının tarifleri mantığın gayesine odaklanarak yapılmalı bu ayrım yapılırken de tasavvur ve tasdik türü bilgilere birbirinden tamamen farklı metotlar kullanarak vardığımız hesaba katılmalıdır. Râzî ve Cürcânî’nin probleme ayrı bir yer ayırması ilerleyen süreçte ‘tasavvur-tasdik’ veya ‘ilim risaleleri’ olarak adlandırabileceğimiz özel risalelerin yazılmasına yol açar. Bu tür risalelerin bir örneği de Molla Fenârî’nin (ö.1431) cihetü’l-vahde kavramsallaştırması ile Îsâgûcî şerhinde bahsettiği cihetü’l-vahde risaleleridir.
Önde gelen Osmanlı ulemasından olan Molla Fenârî mantık alanında etkili eserler bırakmıştır. Füsûlu’l-bedâi‘ adlı fıkıh usulü kitabının girişi aslında hacimli bir mantık kitabıdır. Fakat en yaygın eseri Ebherî’nin Îsâgûcî’sine yazmış olduğu şerhtir. Medreselerde ders kitabı olarak da okutulan eser ayrı bir şerh-haşiye dalgası oluşturan kitaplar grubundan kabul edilebilir. Bu şerh Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammed b. Hızır’ın (y.d. 16. yy.) Kul Ahmed veya Kavl-i Ahmed olarak adlandırılan haşiyesi ile birlikte okutulmuştur. Fenârî’nin bu şerhin girişinde, mantığa ilişkin, konu-tanım-gaye kavramları ve öğrenme fiili arasındaki bağı incelediği satırlarda kullandığı cihetu’l-vahde kavramsallaştırması kendisinden sonraki bir çok Osmanlı mantıkçısının ilgisini çekecek ve konu hakkında cihetu’l-vahde risaleleri etrafında bir literatür oluşturacak sayıda eserlerin yazılmasını tetikleyecektir.
15. yüzyılda İran ve Anadolu coğrafyasının uzağında, Kuzey Afrika’da (Cezayir, Fas, Tunus) Şemsiyye ve Metâli’den ayrı (ve hatta, muhtemelen bu kitaplardan habersiz) bir şerh-haşiye geleneği oluşmaya başlamıştır. İbn Haldûn’un hocası Muhammed Şerîf et-Tilimsânî’nin (ö. 1370), Hunecî'nin el-Mucez'ine yazmış olduğu şerh ile başlayan bu okulda daha sonra Muhammed b. Yusuf es-Senûsî’nin (ö. 1490) Muhtasaru's-Senûsî olarak bilinen eseri şerh-haşiye faaliyetlerinin odağı haline gelir.
15. ve 16. yüzyıllarda, medrese müfredatı içindeki yerini sağlamlaştırmış metinlerle uğraşan mantıkçılar bu eserlere şerh-haşiye yazmaya ve eserlerdeki meseleler hakkında da özel risaleler kaleme almaya devam ettiler. Abdurrahman el-Ahdarî (ö. 1546) Süllemü’l-muravnak adlı manzum bir eser yazarak Îsâgûcî’yi şiirleştirdi ve ilk şerhini de kendisi yazdı. Belirtmek gerek ki bu eser de tıpkı Îsâgûcî, Şemsiyye, Metâli ve Tehzîb gibi ayrı bir şerh-haşiye zinciri oluşturacaktır. Alâüddin Musannifek (ö.1470) ve Kâdî Mîr el-Meybüdî (ö. 1503-1504) Şemsiyye’ye yeni şerhler yazarken İsâmuddîn el-İsferâyinî (ö.1538) Şemsiyye ve Tehzîbu’l-mantık ile Semerkandî ve Îcî’nin münâzara metinlerine yazdığı kapsamlı haşiyeler kaleme almış ve Risâle fi tahkîki’l-mahsûrat, Risâle fi beyâni’n-niseb beyne’l-kazâyâ, Risâle fi beyâni taksîmi’l-kaziyye gibi risalelerde de niceleyiciler, önermeler arasındaki ilişkiler ve önermenin taksimi problemleriyle uğraşmıştır. Bu örnekler özel risalelerin konu çeşitliliğini göstermesi açısından da mühimdir. Özel mantık meselelerini ele alan müelliflerin özellikle Kutbuddin er-Râzî ve Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin ilgilendikleri problemlerle yakından ilgili olduğu söylenebilir. Mesela Osmanlı ulemasından Taşköprülüzâde Ahmet Efendi (ö. 1561) Âdabu’l- bahs ve’l münâzara dışında müstakil mantık eseri yazmamış fakat Şemsiyye ve Metâli şerhleriyle birlikte şarihlerin özel risalelerde tartıştıkları konulara ilişkin bağımsız risaleler yazmış ve bu risalelerde tasavvur-tasdik problemi, tam tanımın imkanı, zihnî varlık, mutlak meçhul, tümellerin ontolojik değeri gibi oldukça önemli sorunlara eğilmiştir. 16. yüzyıldan sonraki yüzyıllarda da mantıkçılar aynı konularla uğraşmayı sürdürdüler.
Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere İbn Sînâ sonrası dönemde 13. yüzyıla kadar mantık çalışmaları büyük ölçüde İbn Sînâ ve şarihlerinin eserleriyle ilgilenmek şeklinde tezahür ediyordu. Bu alışkanlığın Kutbuddîn er-Râzi’nin Şemsiyye ve Metâli şerhlerinden sonra değiştiği söylenebilir. Bu etkinin oluşumu sadece Kutbuddîn er-Râzî’nin dirayetine bağlanamaz. Medreselerin yaygınlık kazanması, bu kurumlardaki eğitimin daha rafine ve daha özet eserler üzerinden gerçekleştirilme ihtiyacını da beraberinde getirmiştir. Genel anlamda medrese metinlerinin kaleme alınması ve özel anlamda Kutbuddîn er-Razi şerhlerinin dolaşıma girmesinden sonra İslam mantığı, İbn Sînâ mantığından olmasa da onun metinlerinden büyük ölçüde ayrıldığı bir evreye girmiştir.
Eğitim-öğretim amaçlı kitapların yazılmasından sonra mantıkçılar müstakil veya muhtasar mantık eserleri ve bunların şerh-haşiyelerini yazmış ayrıca bu şerh-haşiyelerde ortaya çıkan problemlere odaklı mini risaleler meydana getirmişlerdir. Temel metinler içinde bir şerh- haşiye dalgası oluşturan ana metinler ortaya çıkmıştır. el-Mûcez, Îsâgûcî, er-Risâletü’ş-Şemsiyye, Metâliu’l-Envâr, Tehzîbu’l-Mantık, Muhtasaru’s-Senûsî, Süllemü’l-Muravnak, Hüseyniye âdâb-ı Îcî, âdab-ı Taşköprülüzâde bu tür eserlere örnek olarak verilebilir.
Şüphesiz 12-16. yüzyıllar arası mantık çalışmaları sadece mantık kitaplarına hasredilemez. Mütekellim tarzını benimseyen birçok bilgin, kelam ve usul-i fıkıh kitaplarının giriş kısmını mantığa ayırmışlardır. Bu durum mantık ilminin nazarî ilimler için bir ‘gerek şart’ teşkil ettiğini, bu tür ilimlerde formel yapının mantık ile kurulmuş olduğunu gösterir. Mesela Kâdî Beydavî’nin Tevâliu’l-envâr adlı kelam kitabı ile Molla Fenarî’nin Füsûlu’l-Bedâi‘ adlı usul-i fıkıh kitabının mukaddimeleri tamamen mantık ilmine ayrılmıştır. Özellikle 13. ve 14. yüzyıllardan sonra mantık ve âdâbu’l-bahs ve’l-münâzara ilmi; nahiv, sarf, belagat, usul-i fıkıh ile birlikte medreselerin ve ilmî çevrelerin olmazsa olmaz alet ilimleri haline geldiler. Mantığın dil ve bağlam bilgisini gerektirmeden sadece anlamlar üzerine yoğunlaşan yapısı onu hem usul-i fıkıh hem de kelam kitaplarının formel çerçevesini oluşturan ve çıkarım kuralları ile bu ilim dallarındaki gerekçelendirme mekanizmasını kurucu işlev gören bir ilim olarak kabulü ile sonuçlanmıştır. Ebherî’nin Îsâgûcî girişinde ‘herhangi bir ilmi öğrenmek isteyen bir insanın aklında bulundurması gereken kurallar’ı anlatacağına dair vaadi, mantığa biçilen bu kapsamlı role işaret etmektedir.