Her ne kadar İslâm sanatı tabirinin ağyarı mâni, efradı câmi bir tanımını yapmak mümkün olmasa da İslâm sanatının tahayyül, tasavvur ve tahakkuk aşamalarında İslâmî kuralları esas alan sanatçılar tarafından veya İslâmî kuralların geçerli olduğu ülkelerde meydana getirilmiş eserleri içine almak iddiasında olan bir tanımlama olduğu varsayılabilir. İslâm sanatı tabiri İslâm'ın yayıldığı coğrafyalarda üretilmiş edebiyat, mimari, mûsikî, resim, hat gibi farklı sanat dallarının kuram ve yöntemlerinin tümünü aynı anda açıklamak için yetersiz gibi görünse de belli bir kullanım kolaylığı sağlamaktadır. Bu yüzden, bu küçük yazıda söz konusu sakıncalarına rağmen İslâm sanatı tabiri kullanılmaya devam edilecektir.
İslâm Düşünce Atlası’nın ilk cildinde Yenilenme Dönemi olarak adlandırılan bu dönem, farklı sanat dalları açısından kuruluş, oluş, klasik dönem olarak da isimlendirilebilir. Kabaca XII. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar geçen sürede İslâm ülkelerinde üretilen sanatları kapsayan bu dönemle ilgili şu gözlem önem arz etmektedir: İslâm’ın hâkim olduğu yerlerin yanı sıra İngiltere, Japonya ve İtalya gibi dünyanın önemli birçok bölgesinde sanat, sanatı himaye eden yöneticiler sayesinde gelişmiştir (Andrews, 2005). Bundan dolayı modern öncesi sanatı tanımlarken veya tasnif ederken havza gibi kültürel birliklerin yanı sıra söz konusu sanatları himaye eden devlet yapılarını öne çıkarmak daha makul görünmektedir. Bu meyanda Abbâsî, Selçuklu, Safevî, Osmanlı, Babür, Çağatay, Memlük, Endülüs sanatı tamlamaları, uygun kullanımlardır çünkü söz konusu sanata rengini, devletlerin himaye biçimi vermektedir. İslâm sanatının teşekkülünde coğrafyanın ve maddî unsurlarla beraber geleneğin ve kültürün de etkisi olmuştur. Örneğin İslâm ülkeleri çoğunlukla aynı iklim kuşağında yer alıp daha sıcak, daha ışıklı ve daha kuru olduğundan, mimarî yapılarda şadırvan, havuz ve bahçeye daha çok yer verilmiştir. Her bir ülkedeki farklı tarihsel gelenek o bölgenin ayrı bir sanatsal yapıya sahip olmasını beraberinde getirmiştir (Yetkin, 1954, s. 10-11).
İslâm sanatı edebiyat/şiir, mimari, mûsikî, resim ve hat gibi birbirinden farklı ve kimi zaman iç içe geçmiş sanat biçimlerinden müteşekkildir. Her bir sanatın kendine has ve bölgelere özgü tarihsel gelişimi bulunmaktadır. Bir bölgede gelişimini tamamlamış bir sanat başka bir bölgede yeni inkişaf bulabilmektedir. XII. yüzyılda İslâm sanatı genel olarak iki farklı coğrafyada öne çıkmaktadır. İlki, Türk ve İran etkisindeki coğrafyalarda üretilen sanatken diğeri Arap etkisindeki coğrafyalarda üretilen sanattır. İslâm sanatı söz konusu coğrafyalarda süreklilikler ve kopuklukların yanı sıra birbirlerinden etkilenmeler yoluyla da var olmuştur. İslâm'ın Endülüs'e doğru genişlemesine paralel olarak İslâm sanatı mûsikî, şiir, mimari vb. alanlarda Endülüs'te yaşayan milletlerin sanatlarıyla yakın bir ilişki içine girmiş, onları çokça etkilemişken onlardan etkilenmiştir de.
İslâm sanatının farklı dallarında ve havzalarında Yenilenme Dönemi ifadesinden aynı şeyi anlamak oldukça zor olduğundan İslâm sanatının farklı dallarını mukayeseli bir şekilde aktarmak her zaman mümkün değildir. İslâm sanatının bütünü için Horasan bölgesindeki Fars ve Türklerin İran, Anadolu, Hindistan gibi geniş coğrafyalarda, Emevî ve Abbâsîlerinse Arap yarımadası, Kuzey Afrika ve Endülüs'te etkili bir miras bıraktıkları söylenebilir.
Bu yazıda tüm İslâm sanatlarını tarihî gelişimleri ve etkileşimleri itibariyle ele almanın imkânı bulunmamaktadır. Bu yüzden Osmanlı’yı odağa alarak İslâm sanatlarını irdelemeye ve yeri geldiğince diğer ülkelerin sanatlarıyla mukayeselerde bulunmaya çalışacağım. Edebiyattan başlayacak olursam Osmanlı döneminde üretilen edebiyat için şöyle bir dönemlendirme yapılabilir: XIII-XV. yüzyıllar, oluş dönemi; XV-XVII. yüzyıllar, klasik dönem; XVII-XVIII. yüzyıllar, yenilenme dönemi; 1800-1860 yılları, muhasebe dönemi; 1860 sonra ise arayışlar dönemi. Bununla birlikte İslâm Düşünce Atlası’nda önerilen dönemlendirmeye uyarak edebiyatı XVI. yüzyılı da içine alacak şekilde ele almak uygun görünmektedir.
Osmanlı edebiyatı Arap, Fars vs. edebiyatlarıyla beraber İslâmî edebiyatların bir şubesi addedilebilir. Arap edebiyatı Fars edebiyatını etkilemişken Osmanlı edebiyatı zamansal olarak daha sonra inkişaf ettiğinden daha çok Fars edebiyatından olmakla beraber her iki gelenekten de etkilenmiştir. Osmanlı edebiyatının ortaya çıktığı zamanlarda Fars edebiyatı da henüz tam anlamıyla klasik zamanlarına erişmiş değildir. Örneğin Fars edebiyatında XII. yüzyıla kadar henüz türsel bir boyutu havi olan gazel Sena'î ile biçimsel bir hüviyet kazanmaya başlamıştır. Sena'î'den sonra âşıkâne ve ârifâne olmak üzere iki farklı yolda ilerlemiştir. Enverî ve Sa'dî gibi şairlerin temsil ettikleri ilk kol ile Attar, Irakî ve Mevlâna gibi şairlerin temsil ettikleri ikinci kol XIV. yüzyılda Hâfız'da birleşmiş, böylece Fars gazeli gerçek anlamda tekâmülünü tamamlayabilmiştir (Armutlu, 2012, s. 23-25). Dolayısıyla Osmanlı edebiyatı için oluş evresi addedilen dönem Fars edebiyatı için klasik dönem sayılabilir.
Klasik Türk edebiyatı da XIII. yüzyılda yeni yeni filizlenmeye başlamıştır. İslâmiyet’in kabulünden sonra Türkler doğal olarak yeni dinlerinin akidevî ve ahlakî ilkelerini öğrenmeye ve yaymaya çalıştıklarından XV. yüzyıla kadar yazılan eserlerin kahir ekseriyeti dinî bir hüviyete sahiptir. Yusuf Has Hâcib'in Kutadgu Bilig’i Edip Ahmet Yüknekî'nin Atebetü'l-Hakayık’ı, Ahmed Yesevî'nin Divan-ı Hikmet'i ve Kaşgarlı Mahmud'un Divanu Lûgati't-Türk adlı eserler öncü eserlerdendir.
XIII. yüzyıla Anadolu’da da hükümranlık süren Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti dönemlerinde edebiyat dilinin Farsça, ilim dilinin ise Arapça olduğu görülmektedir. Anadolu Beylikleri dönemi Türk edebiyat ve sanatı için yeni bir döneme işaret etmektedir. Beylerin Türkçe yazmaya teşvik etmesi, şair ve ilim adamlarını himaye etmesi Türk dili ve edebiyatını olumlu yönde etkilemiştir. Benzer şekilde hamilik kültürünün temellerinin bu dönemde atıldığını söylemek gerekir.
Her ne kadar XIII. yüzyıl Anadolu için siyasî, iktisadî, askerî ve idarî anlamda bir karışıklık ve belirsizlik dönemi olarak hafızalara kazınmışsa da bu dönem, Türkçenin ve Anadolu sahası Türk edebiyatının ilk örneklerinin verildiği dönemdir. Büyük bir zorunlu göç dalgasının etkisiyle Horasan'dan Anadolu'ya gelmiş olan Mevlâna gibi şairlerin elinde Anadolu XIII. yüzyılda bir toparlanma ve kendini yeniden bulma çabasına girmiştir. Türk edebiyatı ve sanatı da Türkçeye has ilk eserleri mülemma biçiminde vermiş olup söz konusu mülemmalar Farsça, Arapça ve Türkçeyi aynı anda içinde barındırmaktadır. Eserlerini ağırlıklı olarak Farsça kaleme almakla beraber Mevlâna, özellikle Mesnevî adlı eseriyle Türk edebiyatını ve Anadolu toplumunu derinden etkilemiş, onun oğlu Sultan Veled'in İbtidâ-nâme adlı eserinde 76, Rebab-nâme'de ise 162 Türkçe beyit kendine yer bulmuştur. Ayrıca Divan'ında yer alan mülemma gazeller de Sultan Veled'in Türk edebiyatına katkısını göstermektedir. Anadolu’da tasavvufun yayılmasında en az Mevlâna ve Sultan Veled kadar etkisi olan bir başka şair de Yunus Emre'dir. Yunus'un sade dili, tasavvufî düşüncenin hızla yayılmasına katkıda bulunmuş, Divan'ı ve Risaletü'n-nushiyye adlı eserleri onun hem şair hem de mutasavvıf yönünü gözler önüne sermiştir. “Kendinden öncekilerin sonuncusu, kendinden sonrakilerin ilki” olarak anılan şair; şiir, tasavvuf, halk edebiyatı, tasavvuf edebiyatı ve divan edebiyatını bir arada tutan ‘harç’ vazifesi görmüştür.
XIV. yüzyıl Türkçe eserlerin verilmeye başlandığı bir dönemdir. Bu yüzyıldaki eserlerin de büyük çoğunluğu tercüme olma özelliğini devam ettirmektedir. Mesnevi sayısındaki artışa rağmen bu yüzyıldaki eserlerin büyük bir bölümünün dinî eserler oluşu göze çarpmaktadır. Gülşehrî'nin Mantıku't-tayr'ı, Âşık Paşa'nın Garip-nâme'si, Ahmed Fakih'in Çarh-nâme'si, Şeyyad Hamza'nın Yûsuf u Züleyhâ'sı, Hoca Mesûd'un Süheyl ü Nev-bahâr'ı, Erzurumlu Darîr'in Siyer-i Nebi'si, Kadı Burhâneddîn ve Nesimî'nin Dîvân'ları ile Ahmedî'nin Dîvân, İskender-nâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tervîhü'l-Ervâh, Tevârih-i Mülûk-ı Âl-i Osmân gibi eserleri dönemin önemli eserleri arasındadır.
XV. yüzyıl Osmanlıların yerleşik hayata geçtiği bir dönemdir. Bu yüzden kalıcı evler, bahçelerle birlikte istikrar fikri yerleşmiş, bunun neticesinde estetik ve sanat gelişmiştir (Ayvazoğlu, 2019). Bu dönem Osmanlı edebiyatının klasikleşme evresinin başlangıcı olup Şeyhî, Ahmed Paşa ve Necatî klasik Türk edebiyatının üç kurucu ismi kabul edilmektedir. Ahmed-i Daî, Tacizâde Cafer Çelebi, Hamdullah Hamdi, Süleyman Çelebi, Sinan Paşa, Eşrefoğlu Rûmî gibi şairler ve nasirler dönemin diğer önemli isimleri arasındadır.
Bu yüzyılın diğer bir ayırıcı özelliği, Osmanlıların kültür ve sanatı önemsemenin tek başına yeterli olmadığını fark etmeleridir. Osmanlı yöneticileri devletin bekasını sağlamanın bir yolu olarak sanat ve ilim adamlarının himaye edilmelerinin önemini kavramakla kalmamış, aynı zamanda kendileri de sanatla uğraşmaya başlamışlardır. Nitekim II. Murâd'dan sonraki padişahların neredeyse tümü, vezir ve devlet adamlarının çoğu aynı zamanda ilim ve şiirle iştigal etmişlerdir. Osmanlıların himaye ve devlet yönetimi arasındaki ilişkiyi keşfetmelerinde iki önemli devletin rolü vardır. Bunlardan ilki Ali Şir Nevâî, Molla Câmî gibi önemli şairleri bünyesinde barındırmakla hem Fars hem Çağatay hem de Türk edebiyatının seyrini değiştirmiş olan Hüseyin Baykara yönetimindeki Herat merkezli Timur İmparatorluğu, diğeri de özellikle Yakup Bey önderliğinde Ahmed-i Dâî, Şeyhî gibi önemli şairleri himaye eden Germiyanoğulları Beyliği'dir.
XVI. yüzyıl Osmanlı imparatorluğunun hemen her alanda en güçlü olduğu dönemdir. Edebiyat da bundan payını almıştır. Nitekim başta kendisi de iyi bir şair olan Kânûnî Sultan Süleyman olmak üzere Hayalî, Bakî ve Fuzûlî gibi klasik edebiyatın en önemli şairlerinden bazıları bu yüzyılda yetişmiştir. Ayrıca Zâtî, Ebussuûd, Kemalpaşazâde, Gelibolulu Mustafa Âli gibi önemli şair, âlim ve devlet adamları da bu yüzyılda yetişmişlerdir. Şair, âlim ve sanatkarların artışı, şuara tezkirelerine ihtiyacı doğurmuş ve Sehî Beg, Latifî, Âşık Çelebi, Hasan Çelebi, Beyânî, Mustafa Âli gibi yazarların tezkireleri bu dönemde kaleme alınmıştır. Bir önceki yüzyılda ortaya çıkan şehirleşme ve yerleşik hayata geçmenin sonucu olarak şehirlerin övgüsü kabilinden şehrengiz türünden eserler de yazılmıştır. Burada bir yandan ortaya çıkan birikimi kayıt altına alma, öte yandan imparatorluğa uygun dil ve tarih oluşturma amacının güdüldüğü anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak Yenilenme Dönemi olarak adlandırılan bu dönemde edebiyat açısından özellikle Fars, Osmanlı ve Çağatay edebiyatlarının abidevî eserlerinin kaleme alındığı, belki de en önemli şair ve yazarların bu dönemde yetiştiği görülmektedir. Bununla birlikte Urdu ve Kürt edebiyatları bu dönemde henüz inkişaf bulmuş değillerdir. Öyleyse edebiyat açısından şöyle bir neticeye varılabilir: Arap edebiyatı tekamülünü çoktan tamamlamış bulunmaktayken Fars edebiyatı klasikleşme evresine girmektedir. Osmanlı edebiyatı hem oluş hem de klasikleşme evresinin bir kısmını bu dönemde idrak ederken Çağatay edebiyatının oluşum evresi de klasik evresi de bu dönemdedir. Bununla birlikte Kürt ve Urdu edebiyatları henüz tam anlamıyla inkişaf etmemişlerdir.
İslâm sanatları arasında edebiyattan sonra en yaygın ve görünür olanı mimaridir. Suut Kemal Yetkin, İslâm mimarisini dinî ve sivil mimari olarak ikiye ayırarak ele alır. Cami, türbe ve medreseler dinî mimariyi oluşturan ana unsurlardır. Bunlar arasındaysa camiler İslâm mimarisine rengini veren en önemli mimari yapıdır, denebilir. İslâm sanat eserleri estetik bir gayeden önce bir ihtiyacı karşılamak üzere, işlev boyutları öne çıkacak şekilde ortaya çıkarlar. Camiler de Müslümanların bir arada namaz kılmalarını temin etme gayesine hizmet eden mimari yapılar olarak inşa edilmişler, daha sonra estetik hususiyetler kazanmışlardır. Yetkin’e göre namaz esnasındaki saf tutma düşüncesi camilerin derin değil de geniş olmasının sebebidir (Yetkin, s. 10).
Fâtımîler döneminde, 1125'te tamamlanmış el-Akmer Camii ve 1160'ta tamamlanan Talayi Camii dikkat çekicidir. Kuzey Afrika'da Murabıtlar'ın mimari mirasını devam ettiren Muvahhidler döneminde Tinmel, Kutubiye, el-Hasan ve İşbiliye Camileri inşa edilmiştir. Bu dönemde İslâm coğrafyasının doğu tarafında ilk camiler Horasan bölgesinde Büyük Selçuklularca inşa edilmiş olan İsfahan Camii (1121), Zevare Camii (1136), Ardistan'daki Mescid-i Camii (1160) şeklinde sıralanabilir. “[İsfahan] Cuma Mescidi’nde dikkati çeken başka bir özellik de dört köşeden kubbe yuvarlağına geçişi sağlayan, içi kavsaralarla döşeli tromplardır. İşte İslâm sanatının en güzel buluşlarından biri olan mukarnas, bu kavsaralardan doğmuştur (Yetkin, 46-47). Büyük Selçuklular'ın devamı niteliğindeki Anadolu Selçukluları'nca I. Keykavus zamanında Malatya Ulu Camii, daha sonra Konya Alâeddin Camii (1219-20) ve Divriği Ulu Camii (1228-29) önemli mimari yapılar arasındadır. Alâeddin Camii’nin kompozisyon itibariyle Zengi mimarisinin özelliklerini taşıdığı ifade edilebilir. (Tiryaki) Malatya Ulu Camii ise İran’daki Büyük Selçuklu yapı geleneğinin bir uzantısı addedilebilir (Yetkin, s. 48).
Bu dönemde ulu camii fikri yayılmış olup ulu camiiler büyük şehirlere inşa edilmiştir. Yine Selçuklu izleri taşıyan İlhanlılar döneminde inşa edilmiş başka bir camii, 1325-26'da yapılmış Veramin'deki Mescid-i Camii'dir. Timurlular da Selçuklu ve İlhanlılar'ın devamı addedilebilir. Bibi Hatun Camii (1399-1404) ve Bursa Yeşil Camii'yle benzerlikler gösteren Tebriz'deki Gök Mescit (1465) bu dönemdeki yapılar arasında öne çıkar. Mimari açıdan Fâtimîlerin devamı niteliğinde olan Memlük dönemi camileri arasında Baybars Camii (1266) ve Şeyh Melik Müeyyed Camii (1420) anılmayı hak eder. Safevî döneminin en önemli camii ise plan bakımından Büyük Selçuklu izleri taşıyan İsfahan'daki Mescid-i Şah (1612-1628)'tır (Yetkin, s. 57). Hindistan'daki Cami Mescid'de ise bir yandan Hindu etkisi bir yandan Buhara ve Semerkand izleri görülmektedir.
Anadolu’da beylikler dönemi camilerinde mimari açıdan kimi arayışlar göze çarpmaktadır. Bu dönemde Anadolu Selçuklular'ının aksine tonozlar yerine kubbeler ve sütunlar kullanılmaya başlanır; böylece mekân sorunu belki de ilk defa bilinçli olarak ele alınmaya başlanır. Ayrıca bu dönemde ilk defa tek kubbeli, son cemaat yerine sahip ve tek mekânlı camiler inşa edilmeye başlanır. Selçuk'taki İsa Bey Camii (1375), Manisa Ulu Camii (1366), Söke Balat'taki İlyas Bey Camii gibi yapılar, söz konusu arayışın ürünleridir. Benzer çabayı devam ettirmeye çalışan Osmanlı Beyliği Bursa'da Orhan Bey Camii (1339), İznik'te Yeşil Camii (1383), Bursa'da Yeşil Camii (1421), Bursa'da Ulu Camii (1400) ve Edirne'de büyük bir mekân gerçekleştirme arzusunun ilk önemli denemesi olan Üç Şerefeli Camii (1447) gibi camiiler inşa etmiştir (Yetkin, s. 62, 65). Bursa Ulu Camii aynı zamanda minarede ilk defa birden fazla yol tasarımına sahip camii olarak dikkat çekmektedir. (Emin Taşar) Bursa Orhan Bey Camii ise ayrıca önem arz etmektedir: “Gerçekten, arka arkaya sıralanan iki kubbesiyle geniş hacme varma çabası ilkin bu camide ortaya çıkar (Yetkin, s. 60).” İmparatorluk dönemindeki Fâtih Camii (1470), Bâyezîd Camii (1506), Üsküdar Mihrimah Camii (1547), Şehzâde Camii (1548) ve Süleymaniye Camii (1557) mekân genişletme çabalarının gittikçe mükemmelleşen ürünleridir. “Fâtih Cami ve Külliyesi’ni dönemin dünya tasavvuru ve mekân idraki/telakkisi üzerinden ele alan Turgut Cansever, Fatih Cami-Külliyesi ile Beyazıt Cami-Külliyesi arasındaki geçişte Osmanlı toplumu için bütün-parça ilişkisi bakımından bir kırılma süreci yaşandığını ifade eder.” (Gülcan) Osmanlı camilerinin mimari planları ve imparatorluğun gittikçe büyümesi, genişlemesi arasında bir paralellik var gibidir. Nitekim Süleymaniye Camii'yle beraber mekân, genişlemenin yanında yükselmiştir de. Camilerdeki yatay ve dikey genişlik ve yükseklik fikri Turgut Cansever’in dillendirdiği mimarın ulvî olanla irtibat kurma emeliyle de örtüşür görünmektedir.
Görüldüğü gibi Büyük Selçuklular (Horasan havzası), Fâtımîler ve Abbâsîler İslâm, camilerinin çoğunu etkilemiş mimari gelenekler olarak öne çıkmaktadır. Anadolu Beylikleri dönemiyse mükemmelliğe doğru giden Osmanlı cami mimarisinin önünü açmış havzadır. Sonuç olarak mekândaki genişleme ve yükselmeye yönelik çabalar, sonsuzla kurulmak istenen ilişki çabasının birer tezahürü olarak okunabilir.
İslâm mimarisinin dünya mimarlık tarihine armağan ettiği ikinci yapı, yine bir dinî yapı olan türbelerdir. İslâm mimarisinde camilerle beraber kullanışlılık ve estetik ilkelerinin bir sonucu olarak mekânda genişleme ve yükselme sonsuzlukla ilişki kurma ihtimalini doğurmuştu. Türbe mimarisiyse ölüm fikrini her an hatırlatmakla sonsuzluk fikri ve ölümsüzlük arasındaki ilişkiyi düşünmenin bir aracı haline de dönüşmüştür. Paradoksal bir şekilde ölümsüzlüğü işaret etmesi beklenen türbeler, İslâm mimarisinde ve düşüncesinde sonsuzluk karşısında dünyadaki geçiciliğin göstergesi olarak konumlandırılmıştır.
Emevî ve Fâtimîler'de de görülmekle beraber Büyük Selçuklular türbe mimarisiyle daha fazla öne çıkmışlardır. Meraga'da Künbed-i Sorh (1147), Nahçıvan'da Mü'mine Hatun türbesi, Urmiye'de Se Künbed ve Merv'de Sultan Sencer Türbesi (1157) mimari açıdan önemli türbeler arasındadır. Horasan havzasının mirasının devamı addedebileceğimiz bölgeler içinde Semerkant'taki Timur Türbesi (1404) mühimdir olup türbe aynı zamanda Gûr-ı Mîr olarak da adlandırılır. Mimari açıdan Osmanlı döneminde Çelebi Sultan Mehmed için yaptırılan Bursa'daki Yeşil Türbe (1421) ve Hüsrev Paşa Türbesi (1545) zikredilmeye değerdir.
Medreseler de İslâm'a has dini yapılardandır. İlk medresenin Suriye'de Nureddin ez-Zengî tarafından yaptırıldığı kabul edilir fakat Nizâmülmülk’ün yaptırmış olduğu Nizâmiye medreseleri çığır açıcı olmuştur. Nitekim medrese, Selçuklular tarafından mimariye kazandırılan dinsel bir yapı tipi olarak nitelendirilmektedir (Yetkin, s. 91).
Bu dönemde Anadolu’da da birçok medrese inşa edilmiştir. Niksar'da bulunan Nizameddin Yağıbasan Medresesi 1157'de kurulmuştur. Erzurum'daki Çifte Minareli (Hatuniye) Medrese iki katlı bir medrese olması açısından diğerlerinden ayrılır. “Açık avlulu medreseler arasında Anadolu’daki en büyük örnek olan Çifte Minareli Medrese dikdörtgen bir plan üzerine kurgulanmıştır.” (Tiryaki) Konya Karatay Medresesi (1251-52), de önemli medreselerden olup Anadolu Selçukluları dönemindeki önemli yapılardandır. “Merkezi kubbeli medreselerden biri olan Karatay Medresesi, mimarisi ve iç yüzeylerindeki çini kaplamaları ile Anadolu Selçuklu mimarisinin en güzel örneklerinden biridir.” (Tiryaki) Karatay Medresesi’nde “[a]ğırlığını kaybeden ve zeminden yükselen kubbe büyük eyvanla güzel bir uyum sağlamış ve bu mekân birliği Osmanlı dönem cami mimarisinin gelişmesine katkı sağlamıştır.” (Tiryaki) Burada sözü geçen mekân birliği, camilerde mekânın genişlemesi ve nihayetinde yükselmesini beraberinde getiren arayışın da başlangıç noktalarından biridir. “Anadolu Selçuklu sanatının erken dönem eserlerinde tek başına dini mimaride kullanılan ya da kuşlarla beraber ele alınan, geç devirde ise farklı hayvanlarla beraber canlandırılan hayat ağacı motifine Gök Medrese’de (1271) de rastlanmaktadır.” (Tiryaki)
“Nakkaşlık, hattatlık, ahşap ve taş sanatkârlığını üst düzey örneklerinden biri olan” (Taşar) Timurlular dönemindeki Uluğ Bey Medresesi (1420) oldukça önemliyken Ebû İnâniye Medresesi (1355) Fas'taki medreselerin en güzeli, Memlük medreselerinden Kahire'deki Sultan Hasan Medresesi (1362) ise tüm medreselerin en muhteşemi kabul edilir. Osmanlı dönemindeyse Fâtih döneminde Peykler Medresesi, Akdeniz ve Karadeniz medreseleri, Amasya'da Kapıağası Medresesi ve Sahn-ı Semân medreseleri zikredilmeye değerdir.
“Medrese, Memlüklular’da yavaş yavaş camiin yerini almağa başlar (Yetkin, s. 97).” Bu yüzden olsa gerek medrese mimarisine daha fazla özen gösterilir. “Türk Memlükları zamanında, medrese mimarisi, en başarılı ifadesini hiç kuşkusuz yukarıda da bahsi geçen Sultan Hasan Medresesi’nde bulur. Arap tarihçisi Makrizî, “İslâm âleminde Sultan Hasan Medresesi’yle, büyüklüğü ve mimarisinin düzeni bakımından kıyaslanabilecek tek bir mabet gösterilemez” der (Yetkin, s. 97).”
İslâm mimarisinin sivil mimari boyutu da dinî mimariyle paralel bir süreç izlemiş görünmektedir. Bu bağlamda Endülüs ve Osmanlı sivil mimarisi öne çıkmaktadır. Safevîler döneminin en önemli eseri addedilen Âli Kapı Sarayı (1597) adından da anlaşılacağı gibi yüksekliğiyle dikkat çekmektedir. Osmanlı döneminin anıtsal sivil mimari ürünü Topkapı Sarayı'dır. İstanbul'un fethinden itibaren inşa edilmeye başlanan saray, ancak 1478'de tamamen bitirilebilmiştir. Diğer taraftan Endülüs Müslümanları tarafından inşa edilmiş anıtsal mimari eserler çoktur. Bunların ilk sıralarında Kurtuba Ulu Camii gelmektedir. 786'da inşa edilen camii burada mevzu bahsettiğimiz dönemin dışında kaldığı halde isminin zikredilmesi elzem yapılardandır. XIII. yüzyılda (1238) Gırnata'da inşa edilen el-Hamra Sarayı Endülüs mimarisinin hem en güzel eseri hem de onun timsali olarak anılmaya devam etmektedir. “Elhamra sarayı, zarifliği, zengin süsleri, bahçeleri ve havuzları ile gereğinden çok incelmiş bir duygululuğun son parıltısıdır (Yetkin, s. 130).” Bu dönemde yani Nasrî hükümdarları tarafından yaptırılan bir diğer önemli eser ise Malaga Kalesidir. XIV. yüzyılda el-Kasr adıyla inşa edildikten sonra yıkılan ve Kastilya kralı tarafından aslına uygun olarak tadil edilen yapıya Alcazar ismi verilmiştir. Yapı Elhamra gibi Medinetü'z-Zehra'dan esinlenmiştir.
Endülüs sanatından bahsetmişken, mûsikî alanına intikal ederek bu havzada teşekkül etmiş kültürel ve sanatsal yapıyı derinden etkileyen hususi bir şiirsel ve müzikal biçim olan muvaşşahtan bahsetmek gerekir. Mağrip ve Endülüs havzasının en önemli müzikal ve şiirsel formlarından olan muvaşşah, bu dönemde oldukça revaçtadır. Muvaşşahlar bestelenmek için yazılırlar. Nitekim Endülüs saraylarında terennüm edilen muvaşşahlar, bir tür gezici şarkıcı olan troubadourlar tarafından ülkenin her tarafına yayılmışlardır. Kelimenin Arapça "mutrib-i devvâr" kelimesinin bozulmuş şekli olduğu iddia edilmektedir.
Yenilenme döneminde İslâm mûsikîsi alanında önemli isimler yetişmiştir. Söz konusu âlimler Fârâbî, İbn Sînâ, Safiyyüddîn Urmevî ve Nasîruddin Tûsî gibi klasik dönem İslâm nazariyatçılarının konuyla ilgili görüşlerini tahlil etmeyi ihmal etmemişlerdir. Bunlardan biri olan Safiyyüddîn Urmevî (ö. 693/1294) Edvâr adlı eserindeki Arapça güfteli beste ile mûsikîmizin ilk beste örneğini meydana getirmiştir. (Arslan) XIV. yüzyılın müzik alanında yazılmış tek risalesini Hasan Kâşânî (VIII./XIV. yüzyıl) kaleme almış olup bu eser, aynı zamanda dönemin mûsikî tasavvurunu yansıtır. (Abbasoğlu)
Bu nazariyatçılar arasından en önemlisi kuşkusuz Abdülkâdir Merâgî (ö. 838/1435) olup kendi dönemindeki külliyat geleneğine uyarak birçok alanda eser vermek yerine yalnızca mûsikî ilmi konusunda kitap yazmıştır. (Sezikli) XV. yüzyılın önemli sanat merkezlerinden biri olan Herat, Mukaddimetü’l-Usûl adlı eserin sahibi Alişah b. Hacı Büke (IX./XV. yüzyıl)’nin de yetiştiği yer olarak öne çıkmaktadır. (Ahmet Çakır) Bu yüzyılın bir diğer önemli mûsikî nazariyatçısı olan Hızır bin Abdullah, İhvân-ı Safâ’dan etkilenerek evrendeki uyumlu düzen ile mûsikî arasında bir bağlantı kurmaktadır. (Tüfekçioğlu) Bu dönemde Anadolu sahasında da biri Kadızâde Tirevî (ö. 1494) diğeri Kırşehirli Yusuf (IX./XV. yüzyıl) tarafından olmak üzere iki mûsikî risalesi kaleme alınmıştır. Kırşehirli Yusuf’un risalesinin Osmanlı topraklarında mûsıkî üzerine yazılmış ilk önemli risâle olduğu genel kabul görmüştür. (Sezikli)
İslâm sanatları arasında muhtemelen en çok tartışılanı resimdir. İslâm sanatında resimden kasıt minyatürdür. İslâm ülkelerinde mimari eserler ve kitap sanatları içinde bir süs unsuru olarak kullanılan minyatür dışında resim sanatı pek kullanılmamıştır. Minyatür ise süsleyici olmaktan ziyade anlatımcı bir öğedir ve ilk minyatürler Horasan Selçukluları'nca çizilmiştir. Minyatür kitapta anlatılana yardımcı olmak üzere kullanıldığı için yakından bakılan bir sanattır; dolayısıyla uzaktan görmeyi gerektiren perspektife ihtiyaç duymamıştır (Yetkin, s. 188). “Perspektif, kitap sanatının gereklerine aykırı, bizi öze götürmekten uzak bir teknik aldatmaca olduğu ve ışık-gölge de eşyayı ve figürleri cisimleştirdiği için İslâm duyuşuna ve düşüncesine uygun değildirler, nakkaşlarca da benimsenmemişlerdir (Yetkin, s. 189).”
İslâm minyatürünün en parlak devri Hüseyin Baykara himayesinde bulunan Bihzad'ın minyatür yaptığı dönemdir. Daha sonra kitap sanatlarına da paralel olarak Safevî, Memlük, Babür ve Osmanlılar bu mirası devralmışlardır. Safevîler zamanında minyatürün merkezi yine Bihzad’ın öncülüğünde Horasan’dan Tebriz’e geçmiştir (Yetkin, s. 199). Şah Abbas sarayında görevli Rızâ Abbasî, Mâni ve Bihzâd ayarında bir sanatkar olarak tavsif edilmiş; tasvir, portre ve eserlerin kopyasını yapmada onun eşi benzerinin olmadığı dile getirilmiştir. (Küpeli)
Osmanlı minyatürünün zirvesi ise Matrakçı Nasuh'un yaşadığı XVI. yüzyıldır. “Matrakçı’nın en önemli özelliklerinden biri, bir konuya arkalık etmeyen saf manzara resmini, İslâm dünyasında ilk kez ifadeci bir anlayışla ve Batı dünyasının bu tarz resme yabancı olduğu bir zamanda yapmış olmasıdır (Yetkin, s. 205).” Bu dönemde yetişmiş en önemli Osmanlı nakkaşı, Mâni ve Bihzâd ile kıyaslanan Baba Nakkaş’tır. Diyâr-ı Rûm’a renkli nakış sanatını getiren sanatkârın o olduğu iddia edilir. (Küpeli).
İslâm sanatları arasında kutsiyet atfedilen bir sanat varsa o da hüsn-i hattır. Allah’ın kelamı Kur’ân-ı Kerîm’i yazıya geçirmek suretiyle muhafaza etmek amacını taşıyan hat sanatının ilk başlarda işlevsel boyutu daha fazla ön planda tutulmuş olmakla beraber zamanla hüsn-i hattın gelişmesiyle beraber sözlerin en güzelini olabilecek en güzel şekilde yazıya geçirmek amaç haline gelmiştir. Yenilenme dönemi hattatlarının şüphesiz en büyüğü Yâkut el-Musta'sımî (ö. 698/1298) olup üslup belirleyici bir isim olmayı başarmıştır. Nitekim onun ortaya koyduğu üslûbunu neredeyse bütün hattatlar örnek almışlar, bu nedenden olsa gerek ona Kıbletü’l-Hattâtîn denmiştir. “On altıncı asrın sonuna kadar etkisi devâm eden Yâkût üslûbu, Osmanlı mektebinin zuhûruna da kapı açmıştır.” (Özdem) Osmanlı hat sanatının zirvesi, şeyhi olarak anılan Şeyh Hamdullah (ö. 926/1520), Yâkût ekolünden gelmekle beraber bu ekolü yeniden yorumlamış ve hatta Osmanlı üslûbunu ortaya çıkarmıştır. (Özdem) XVI. yüzyılın bir diğer büyük hattatı olan Ahmed Karahisârî (ö. 963/1556) Yâkût üslûbunun Osmanlıdaki son büyük temsilcisidir. Her ne kadar Yâkût üslûbu, hat sanatının önemli gelişmeler gösterdiği İran coğrafyasında XVIII. yüzyıla kadar devam etse de Osmanlı’da Şeyh Hamdullah’ın çığır açıcı etkisiyle bu üslup XVI. yüzyılda son bulmuştur. (Özdem)
İslâm sanatı, birçok alandaki şaheserlerini Yenilenme Dönemi’nde vermiştir denebilir. Özellikle edebiyat ve mimari alanında klasikleşmiş eserlerin çoğunun XVI. yüzyıl ve öncesine ait olduğu göze çarpmaktadır. Mûsikî alanında bu dönemde daha çok nazarî katkıların öne çıktığı gözlenmektedir. Minyatürün zirve şahsiyetleri de yine bu dönemde yetişmiştir. Hat konusundaki klasikleşme önceki dönemlerde başlamış olmakla beraber bu dönemde birkaç kez önemli dönüşümler geçirmiştir. Sonuç olarak İslâm sanatı, zamandan zamana, mekândan mekâna ve ilimden ilime farklılıklar arz etse de dinamik bir yapıda olup her bir ilim kendi içinde dönüşümler geçirmiştir. Böyle olduğundan İslâm sanatlarını oluşturan edebiyat, mimari, mûsikî, resim ve hat gibi sanatları hem kendi içlerindeki tarihsel değişimlerine odaklanarak ele almak hem de mukayeseli olarak diğer sanat dallarındaki dönüşümlere etkileri ve onlardan etkilenmeleri açısından tahlil etmenin gerekliliği bir zaruret halini almaktadır.