Fıkıh usûlü, hicrî II. yüzyılda fürû eserlerinin yaygınlaşıp fıkıh ilminin sistematik bir hüviyet kazanmasının ardından, fürû fıkhın dayandığı temelleri sistemli ve tutarlı bir biçimde ortaya koymak, fıkıh kitaplarında yer alan çok sayıda beşerî ictihadın ilâhî iradeyle irtibatını tesis etmek, fıkhın teorisini kurmak ihtiyacıyla ve bu hedef doğrultusunda meydana çıkmıştır. Usûl ilminin belli başlı meselelerini içine alan kapsamlı ve metotlu eserler dördüncü asrın başlarından itibaren, fıkıh mezhepleri teşekkülünü tamamladıktan ve füru kitabiyatı belirli bir olgunluğa kavuştuktan sonra ortaya çıkmaya başlamıştır. Şâfiî’nin er-Risâle adlı eseri, hacminin büyük bölümü itibarıyla sünnetin ve bilhassa haber-i vahidin dinî bilgi kaynağı olduğunun ispatına ayrılmış olup eserde ayrıca beyân, icma, kıyas, istihsan gibi bazı usûl bahisleri de ele alınmakla birlikte, Şâfiî’nin usûl ilminin kurucusu olduğu şeklindeki yaygın düşünce; ilk kapsamlı fıkıh usûlü eserinin Risâle’den bir buçuk asır kadar sonra yazılmış olması, sonraki eserlerde bulunan muhteva ve metodolojinin Risâle’ninkinden oldukça farklı bir mecrada seyretmesi ve dolayısıyla Risâle ile sonraki fıkıh usûlü eserleri arasında bir süreklilikten bahsedilemeyeceği gibi önemli ve haklı argümanlarla eleştirilmiştir. Disiplinin edebî bir tür ve bağımsız bir ilim dalı olarak, meselelerini belirginleştirmiş, kendi iç bütünlüğünü sağlamış ve kendi bilimsel yöntemini oluşturmuş şekilde hüviyetine dördüncü asrın ilk yarısında kavuşmasına paralel olarak içerik ve metot olarak ilk olgun fıkıh usûlü ürünlerinin de bu dönemden itibaren sözkonusu edilebileceğini söylemek mümkündür.
İlk olgun ürünlerini verişinden modern döneme gelinceye kadar fıkıh usûlü literatürünün hâkim eğilimlerini karakterize eden temel unsurların, bu ilmin fıkıh, kelâm ve felsefe/mantıkla olan ilişkisi tarafından belirlendiğini tespit edebiliriz. Bu üç ilmin disiplin üzerindeki etkisi, bir ölçüde fıkıh usûlünün kronolojik gelişimindeki ana evrelere de tekabül etmektedir. Usûl kitabiyatının yazım metotlarının da fukahâ, mütekellimîn ve felsefe-mantık ile irtibatlı olarak sıralanabileceğini bu esasa göre söylememiz mümkün olmaktadır.
Fıkıh mezheplerinin oluşumunu büyük ölçüde tamamladığı hicrî IV. asırdan itibaren ortaya çıkmaya başlayan olgun fıkıh usûlü kitapları, fıkıh mezheplerinin birisiyle irtibatlı olarak kaleme alınmıştır. Zira fıkıh usûlünün kuruluş devrindeki en temel işlevi, oluşmuş bulunan fıkıh doktrinlerinin pratik hükümleri arasındaki irtibatı sağlamak suretiyle fürûyu sistematize etmek, bu hükümlerin gerekçelendirilmesini yaparak hükümlerle deliller arasındaki ilişkiyi tespit etmek ve bir anlamda gerçekleştirilen ameliyenin, ortaya konulan ürünün sağlamasını yapmaktır. Buna binaen her fıkıh mezhebi bu asırda usûlünü kayda geçirmiştir. Dolayısıyla ilk fıkıh usûlü eserlerinin önemli bölümünün “mezhebî karakter” taşıdığı görülür.
Hicrî V. asra gelindiğinde, usûl eserlerinin fıkhî mezheplerden başka kelâmî ilke ve mezheplerle de alâkaları kurularak yeniden yazılması bir gereklilik olarak görülür olmuş, çoğunluk itibariyle usûl müellifleri eserlerini bir kelâm mezhebine bağlı olarak kaleme almaya başlamışlardır. Bunda da en temel etkenlerden birisi, bu asırda İslâm ilim çevresinin hâkim ekseriyetini oluşturan Ehl-i Hadis ve Eş‘arîler tarafından Mu‘tezile’nin sapkın bir ekol olarak dışlanmış ve Sünnî ilkelerin büyük ölçüde tespit edilmiş olması ve buna bağlı olarak da birçoğu bu kelâmî ilkelerle yakından alâkalı olan fıkıh usûlü ilkelerinin yeniden gözden geçirilmesinin bir gereklilik olarak tespit edilmesi olmuştur. Mâtüridîliğin, imamından iki yüzyıl sonra bu asırda Hanefîlerce inşa edilmesi de bu gereklilik dolayısıyla gerçekleşmiştir. Fıkıh usûlü literatürünün fıkıh ve kelâm mezheplerine bağlı olarak yazılması olguları birbirini dışlamaksızın, bir arada tezahür etmiştir.
Hicrî V. yüzyıl, fıkıh usûlü literatürünün belli başlı problem ve meselelerinin belirlendiği bir zaman dilimidir. Bu yüzyıldan itibaren muteber ve dikkate değer görülen bir fıkıh usûlü kitabının fıkhın icmâlî delillerini, emir-nehiy ve ilgili bahisleri, Arap dilinin nasların anlaşılmasında özel bir önem taşıyan kaideleriyle lafızdan anlam çıkarmayı amaçlayan delâlet bahislerini, hüküm ve kısımlarını, ictihad (ve bazen ictihadın mukabili olmak üzere taklit) meselesini içermesi beklenir olmuştur.
Hicrî VI., bilhassa da VII. asırdan itibaren ise usûl kitaplarının fıkıh ve kelâm mezhepleriyle alâkaları belli ölçülerde devam etmekle birlikte, kelâm ilminin felsefîleşmesine paralel olarak, gitgide felsefî ve mantıkî kavram ve düşünce unsurları usûl eserlerinde ağırlık kazanmaya başlamış ve İslâm düşüncesi içerisinde teorik alanlar için ortak bir ilim dili olarak geliştirilen felsefe-mantık dili, fıkıh usûlü kitaplarının da yazım dili haline gelmiştir. Fıkıh usûlü kitaplarının tasnifine dair fukahâ ve mütekellimîn yanında bu ikisini birleştirdiğini ifade etmek amacıyla “karma” (memzûc) diye nitelenen eserlerin birçoğunun bu özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Müteahhirîn devrinde hâkimiyet kazanan bu tarz yazım şeklinin en temel özellikleri ise fıkıh usûlünün incelediği meseleleri gittikçe artan bir oranda pratik sonuçlarından tecrid edecek şekilde incelemek, önceki asırlarda fıkıh usûlüne ait görülmeyen çeşitli meselelerle meşgul olmak, usûlü kelâm gibi teorik yönü baskın ve yalnız fıkhın değil bütün İslâmî ilimlerin metodolojik ve felsefî esaslarını tespit eden bir ilim haline getirmektir. Fıkıh usûlünün kuruluş dönemindeki işlevi bu dönemle ve bu yazım tarzıyla birlikte büyük ölçüde değişmiş ve kısaca söylenecek olursa fıkhın felsefesini yapmak olmuştur.
Fıkıh usûlünü bir mezhebe sıkı sıkıya bağlı ve fürû hükümleriyle doğrudan irtibatlı olarak inceleme usûlü olan fukahâ metodu en çok Hanefîlerle özdeşleştirilir. Hicrî IV. asırdan günümüze ulaşan usûl eserlerinden tarih, hacim ve dolayısıyla önem bakımından en önde geleni Cessâs’ın (ö. 370/981) el-Fusûl fi’l-Usûl adlı eseridir. Hanefî usûlünün ilk kapsamlı örneği olan eser fukahâ metodunun kurucu metinlerinden birisi olarak kabul edilir. Mâveraünnehirli usûlcü Debûsî’nin (ö. 430/1039) Takvîmü’l-Edille’si de yer yer Cessâs’ın eserinden istifade etmekle birlikte, disipline getirdiği birçok orijinal katkı sebebiyle Hanefî usûl geleneğinde ve genel olarak fıkıh usûlü tarihinde çok özel bir yere sahiptir. Disiplin içerisinde ilk defa lafızların taksimini dörtlü bir çatı etrafında sistematize eden, hissî fiil – şer’î fiil ayırımını terimleştirerek bu ayırım üzerine çeşitli meseleler bina eden, bir bütün olarak ehliyet bahsini usûl ilmine dahil eden ve vücub-eda ehliyeti ayırımını ortaya koyan usûlcü Debûsî’dir. Takvîmü’l-Edille’sinde uyguladığı yöntem ve ilme getirdiği yeni kavram ve yaklaşımlar, Debûsî’yi usûlde fukahâ mektebinin kurucusu saydıracak niteliktedir. Debûsî’den sonraki Hanefî usûlcüleri, başta Serahsî (ö. 483/1090 [?]) ve Ebü’l-Usr Pezdevî (ö. 482/1089) olmak üzere, Debûsî’nin sözkonusu katkılarınının yanında eserinin sistematiğinden de büyük ölçüde yararlanmışlar ve onun temel birçok yaklaşımını devam ettirmişlerdir. Serahsî’nin Mebsût adlı büyük fıkıh kitabının metodolojisini ortaya koymak üzere kaleme aldığı Usûl’ü ile bilhassa Ebü’l-Usr Pezdevî’nin Kenzü’l-Vusûl ilâ marifeti’l-usûl diye bilinen eserleri, daha sonraki Hanefî usûl kitabiyatının temel kaynaklarını oluşturacaklardır.
Orta Asya Hanefî geleneğine mensup bu âlimlerden bilhassa son ikisi, Hanefîlik içerisindeki Mu’tezilî temayüle karşı çıktıkları gibi Eş‘arî ve Mâtürîdî tarzı bir kelâm anlayışından da uzak, ilmî temelini yalnız fıkıhta bulan bir fıkıh usûlü üzerinde yoğunlaşmışlardır. Fıkıh usûlü bunlar nazarında yalnız fıkıhla bağlantılı bir ilim olup kelâmla ilgisi olmadığı gibi başka bir ilmin dalı da değildir. İslâmın temel iki ilmi, tevhid (usûlü’d-dîn) ilmi ile fürû ve usûlü kapsayan “fıkıh ve şeriatlar” ilmidir. Dolayısıyla bu usûlcüler aklî-felsefî temelli bir kelâm ilmine yabancıdır.
Diğer mezheplerde de hicrî V. yüzyıla kadar (ve bazılarınca bu tarihten sonra da) genel olarak fıkıh temelli bir usûl yazıcılığını gözlemlemek mümkündür. Mesela Mâlikî İbnü’l-Kassâr (ö. 397/1007), kelâma mesafeli Şâfiî bir âlim olan Ebu İshak Şîrâzî (ö. 476/1083), kelâm ile usûl ilimlerinin mezcedilmesine karşı çıkan ve Hanbelî mezhebi içerisinde fukahâ yöntemini uygulayan usûlcü İbn Akîl (ö. 513/1119), önceleri Hanefî iken sonra Şâfiîliğe geçen ve kendisini “ashâbü’r-re’y” karşısında konumlandıran Ebü’l-Muzaffer es-Sem’ânî’nin (ö. 562) fıkıh usûlü eserlerini bu zaviyeden değerlendirmek mümkündür. Söz konusu edilen temayülü, İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751/1350) gibi selefî yaklaşıma sahip âlimlerin de benimsediği söylenebilir.
Aklî ve teorik bir ilim olduğu için Ehl-i hadisin başlarda fıkıh usûlüne çok yakın durmadığı ve dolayısıyla disipline katkı yapmakta isteksiz davrandığı görülür. Bununla birlikte Ehl-i hadisin fıkıhtaki temsilcisi olarak Hanbelî âlimler, diğer mezhep mensuplarının kendi mezheplerinin teorik esaslarını ortaya koyduklarını ve mezhep usûllerini kaleme aldıklarını gördükten sonra, kendilerini bu zorunlu akışa uymak zorunda hissetmişlerdir. Bununla birlikte Hanbelî usûlcüler usûl disiplininin sistematik ve nazarî yönlerinde kendilerine mahsus bir orijinaliteyi bulmakta uzun zaman zorlanmışlardır.
Hicrî V. asır, fıkıh usûlü eserlerinin aynı zamanda bir kelâm mezhebi ekseninde kaleme alındığı yüzyıl olmuştur. Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ile Bâkıllânî (ö. 403/1013), fıkıh usûlünü sırasıyla Mu’tezilî ve Eş’arî esaslarla uyumlu hale getiren, fıkıh usûlü sahasında sahip olunan tavırların kelâm alanındaki tutumların birer uzantısı olması gerektiği şeklinde bir yaklaşımla fıkıh usûlünü kelâma bağlı bir ilim olarak inşa eden isimler olmuştur. Bu iki ismin sırayla takipçileri olan Ebü’l-Hüseyn el-Basrî (ö. 436/1044) ile İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin (ö. 478/1085) hicrî V. asırda kaleme aldıkları usûl eserleri (el-Muʻtemed ile el-Burhân), kelâmcı usûlüyle kaleme alınan eserlerin seçkin örnekleri arasında yer alır. Cüveynî’nin öğrencisi Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) el-Müstasfâ adlı çığır açan eserinde kelâmı şer’î ilimlerin reisi olarak tespit eden yaklaşımı da bu tutumun genel kabul görmesinde etken olmuştur.
Fukahâ metodunun kendileriyle özdeşleştirildiği Hanefîler arasında usûlü Mâturidî kelâmına dayalı olarak yazma temayülü, Mu’tezilî ve Eş’arîlerden daha sonra ortaya çıkmıştır. Bunda da en önemli etken, uzun asırlar boyunca Hanefîlerin fıkhî mezhepleri dışında bir kimlik aramamış olmalarıdır. Hanefîliğin Irak dönemi boyunca Mu’tezile ile yakın bir ilişki içinde olması ve Kerhî, Cessâs ve Saymerî gibi Iraklı Hanefîlerin Mu’tezilî temayüllere sahip olduğunun iddia edilmesi, uzun zaman boyunca bu mezhep âlimlerinin Mu’tezilî olduğu iddiasını güçlendiren bir unsur olmuştur. Ancak beşinci asırda Mu’tezile’nin artık sapkın bir fırka olarak dışlanması ve Ehl-i hadis ile Eş’arîliğin güçlenerek belkemiğini oluşturduğu Ehl-i Sünnet’in temel ilkelerinin tespit edilmesiyle birlikte, Hanefîler de kelâm sahasında bir kimlik edinme ve Mu’tezile ile ilişkilerini kesme ihtiyacı duymuşlardır.
Ebu Mansur el-Mâtürîdî’nin (ö. 333/944) Me’âhizü’ş-Şerâyi‘ adlı fıkıh usûlüne dair eseri günümüze ulaşmamıştır. İmam Mâtürîdî’nin eserleri ve fikirleri üzerinde yaptığı çalışmalarla Mâtürîdîliğin ekolleşmesinde önemli bir yeri bulunan Hanefî fakih ve usûlcü Alâeddin Semerkandî’nin (ö. 539/1144) Mizanu’l-Usûl adlı fıkıh usûlü eseri, Hanefî-Mâtürîdîliğe dayalı bir fıkıh usûlü inşa etmeyi hedeflemesiyle Cessâs’tan ve Debûsî-Serahsî-Pezdevî çizgisinden ayrılır. Semerkandî bu eserinde Hanefi usûl geleneği içinde yeni bir yol açmak istemiş, o vakte kadar kimliklerini ifade için mensup oldukları fıkıh mezhebinden başka bir şeye ihtiyaç duymayan Hanefîlerin kelâm alanında belirgin bir duruş edinmeleri gerektiğinden hareketle Hanefî usûlünü Mâtürîdî kelâmının bir alt dalı olarak tasavvur ederek, usûlde muhalif olan Mu’tezile’ye meyleden (Cessâs gibi) yahut böyle olmamakla birlikte –kelâma karşı duyarsız oldukları için- bazı görüşlerinin Mu’tezilî temayüller içerdiğinin farkına varmayan (Debûsî gibi) Hanefî usûlcülerini uyarmak istemiştir. Semerkandî’nin, kelâmî meselelere ilgisiz olmak ve bundan dolayı bilinçsizce Mu’tezile veya Ehl-i hadise kaymakla eleştirdiği Debûsî-Serahsî-Pezdevî çizgisi ise –yukarıda da ifade edildiği gibi- usûle fakih olarak, kelâmî ilkeleri gözönünde bulundurmaksızın veya ikincil plana iterek, yani usûl ilminde kelâmın yeri olmadığı tasavvuruyla yaklaşmaktadır. Hanefîlik içinde bir mütekellimîn ekolü ortaya çıkarmak isteyen Semerkandî’nin. ortaya koyduğu yöntemin Lâmişî (ö. VI./XII. yüzyılın ilk yarısı) dışında takipçi bulmadığını, bunun en önemli sebebinin de, Hanefîlik içinde Sadruşşerîa ile birlikte geleneksel fukahâ yönteminin felsefe-mantık diliyle yeniden ifade edilmesinde ve artık belli bir kelâm mezhebine bağlılıktan çok (bu da dikkate alınmak ve önemsenmekle birlikte) nazarî meseleleri yeniden inşâ ve tercih etmeye dayalı tahkik tavrının yaygınlaşmasında yattığını söyleyebiliriz.
“Memzuc/karma metod” denildiğinde, Hanefî (fukahâ) ve Şâfiî (mütekellimîn) metodlarını birleştirme amacı taşıyan bir yazım tarzı anlaşılır. Bu yazım tarzı, eserlerinde bu iki akımı kaynaştırıp birleştirme amacını açıkça ifade eden Muzafferüddîn İbnü’s-Sââtî (ö. 694/1295) ile İbnü’l-Hümâm’a (ö. 861/1457) atfedilir. Fakat bu ikisinden başka misal bulmanın pek de kolay olmadığı “memzuc metod” kavramsallaştırması, bilhassa Fahreddin Râzî (ö. 606/1210) sonrası dönemin usûl anlayışını ifade etmede yeterli ve uygun sayılmaz. Kelâm ilminin felsefîleştiği, yani İbn Sînâ’nın metafiziğinden hareketle yöntem ve meselelerini yeniden ifade ettiği dönemde, fıkıh usûlünün muhteva ve işlevinde de bir değişim gerçekleşmiş, başka bir ifadeyle kelâm ilmindeki dönüşüm ve değişim, metafizik ilkeleri kelâma dayalı olan fıkıh usûlüne belli ölçüde tesir etmiştir. İslâmî ilimler arasında bir bütünleşme ve ortak bir ilim dili arayışlarının sürdüğü bu dönemde, artık fıkıh usûlünü fıkhî veya kelâmî belirli bir mezhebin sözcüsü olmaktan çıkarıp; tahkik, tercih ve inşa usûlleriyle onu yeniden yapılandırmak ve bütün İslâmî ilimler için ortak bir metodoloji ve fıkhın felsefesi haline getirme yönünde kaleme alınan eserler de, İslâmî ilimlerin müteahhirîn dönemine ilişkin kavramsallaştırma çalışmalarının henüz gereken seviyeye ulaşmadığı günümüze kadar “memzuc metod” ibaresiyle nitelenegelmiştir.
Gazzâlî sonrasında eser veren ve felsefe-mantık dilini eserlerinde kullanan usûlcülerin birçoğu, mensup oldukları kelâm mezhebi ne olursa olsun, tıpkı aklî-felsefî ilimler arasında var olduğu kabul edilen hiyerarşi gibi, İslâmî ilimler arasında da bir hiyerarşinin mevcut olduğu yolunda Gazzâlî’nin Mustasfâ’da dile getirdiği görüşü benimseyip geliştirmiş ve kelâmın bütün dinî ilimlerin –hatta bazılarına göre bütün ilimlerin- başı olduğunu kabul etmişlerdir. Kelâmın sahip olduğu bu konum mevzuunun genişliği ile temellendirilir. Bu görüşe göre kelâm ile fıkıh usûlü arasında mutlak anlamda bir ast-üst ilişkisi vardır, kelâm diğer bütün ilimlere olduğu gibi usûle de mebde’lerini sağlamakta, fıkıh usûlü meşrûiyetini kelâmdan almaktadır. Ayrıca fıkıh usûlü kelâm ile fıkıh arasında bir ara konumdadır, ilkinden temel ilkelerini elde ederken ikincisine ilkelerini vermektedir.
Mevzu, mesâil ve mebâdî bakımından birbiriyle sıkıca irtibatlı olan kelâm-usûl-fıkıh ilimlerinin birbiriyle ilişkisi, birbirine metodolojik anlamda temel teşkil etme ve ilkelerini verme noktasında müteahhirîn âlimleri arasında hemen hemen bir mutabakattan söz edilebilir. Buna göre fıkıh ilminin meşgul olduğu cüz’î hükümler, tek tek bu hükümlerin elde edildiği delillerin bilgisine, bu da küllî delillerin (Kitab, Sünnet, icma, kıyas…) bilgisine bağlıdır. Küllî delillerle uğraşan ilim fıkıh usûlü olduğu için fıkıh metodolojik olarak fıkıh usûlüne bağımlı olmuş olur. Aynı şekilde fıkıh usûlü de, küllî delillerin kaynağı olan meselelerle, yani bilginin yolları, varlığın genel özellikleri, Tanrı’nın varlığı ve sıfatları, Hz. Peygamber’in getirdiklerinin sıhhati gibi konularla ilgilenen kelâmın verilerine bağlı durumdadır. Bu durum da, bir ilmin ilgilendiği meselelerin bilinmesinin, bunlardan daha genel başka bir ilme ait meseleleri bilmeye bağlı olması durumunda, birinci ilmin ikincinin altında sayılmasıyla ilgili genel kaidenin bir sonucudur.
Felsefe-mantık yönelimli usûl eserlerinin genel karakteristikleri arasında, Gazzâlî’nin başlattığı mantık girişinin –İbn Kudâme’nin (ö. 620/1223) Ravzatü’n-Nâzır’ında ve İbnü’l-Hümam’ın Tahrîr’inde olduğu gibi- bazı eserlerde devam ettirilmesi sayılabilir. Mantık ilmi medreselerde okutulan standart derslerden biri haline geldikten sonra fıkıh usûlü kitaplarının başına eklenmesine lüzum görülmemiş ise de, artık okuyucunun mantığı iyi bir şekilde bildiği varsayılarak çeşitli bölümler içerisinde mantık ve münazara kavramları bolca kullanılmıştır. Bir başka husus da, yine Gazzâlî’nin fıkıh usûlüne karıştırılmasından şikayet ettiği ve daha sonraları fıkıh usûlünün istimdad ettiği ilimler olarak kabul edilecek olan lügavî, fıkhî ve kelâmî ilkeler (mebâdî), Âmidî (ö. 631/1233) ve Molla Fenârî (ö. 834/1431) gibi usûlcülerin eserlerinin giriş bölümünde ayrı bir bölüm halinde yer verilmiş, dolayısıyla eserlerin sistematiğini etkilemiştir.
Bu devrin temel eserleri arasında, Ebü’l-Hüseyn Basrî’nin el-Mu’temed’i ile bilhassa Gazzâlî’nin Müstasfâ’sını temel alarak bunlardaki muhtevayı yeniden telif eden Eş’arî âlimlerin kaleme aldığı kitaplar önemlidir. Fahreddin Râzî’nin el-Mahsûl’ü ile Âmidî’nin el-İhkâm’ı, fıkıh usûlü meselelerinin felsefî ve mantıkî kavramlarla ifade edilişi noktasında temel önemde eserlerdir. Daha sonraki eserler bu yöndeki temayülü artırarak devam ettireceklerdir. İbnü’l-Hâcib’in (ö. 646/1249) Müntehe’s-Sûl adlı eseri ve buna yazdığı muhtasar, bilhassa bu bakımdan müteahhirîn âlimlerince çok önemsenmiştir. Fıkıh usûlünü Hanefîler arasında felsefe-mantık diliyle telif eden isim Ubeydullah b. Mes’ûd Sadruşşerîa (ö. 747/1346) olmuştur. Onun et-Tenkîh adlı muhtasar metni üzerine yazdığı et-Tavzîh isimli şerh ve Teftâzânî’nin bu şerh üzerine kaleme aldığı et-Telvîh adlı haşiye asırlar boyunca Osmanlı medreselerinde okutulmuş, Teftâzânî’nin haşiyesi üzerine çok sayıda haşiyeler kaleme alınmış ve bu iki eser usûl âlimlerinin en çok itibar ettiği kitaplar arasına girmiştir. Sadruşşerîa, Pezdevî’nin kitabını esas almakla birlikte Fahreddin Râzî’nin el-Mahsûl’ünde ve İbnü’l-Hâcib’in Müntehe’s-Sûl’ündeki bahislerin özünü ekleyip kendi görüş ve tahkikatını da ilave ettiğini ifade eder. Tavzîh’in başarısının ve öneminin, Debûsî-Serahsî-Pezdevî çizgisinde gelişip olgunlaşan mütekaddimîn Hanefî usûlünü, müteahhirîn dönemi ilim anlayışına uygun olarak aklî ve felsefî ilkelere dayalı şekilde, felsefe-mantık diliyle ve yeni bazı katkı ve sorularla birlikte yeniden ifade etmesinde yattığını söylemek mümkündür.
Sadruşşerîa’nın et-Tavzîh içerisinde gündeme getirdiği bazı meseleler ulemâ arasında yeni tartışma alanları açmıştır. Bunlar arasında hüsn-kubh meselesiyle alakalı olarak fiiller sahasında değerlerin kaynağı meselesini inceleyen dört mukaddime (el-mukaddimâtü’l-erba‘a) önemlidir. Hüsn-kubh meselesi birçok usûl kitabında yer almakla birlikte, bütün neticeleriyle birlikte ve “el-mukaddimâtü’l-erba‘a” başlığı altında incelenmesi geleneğinin temeli Sadruşşerîa’ya dayanır. Sadruşşerîa’nın düşüncelerini ve Teftâzânî’nin bu bölümün şerhinde müellife yönelttiği eleştirileri muhakeme eden Osmanlı ulemâsından bazı isimler bu isimle müstakil risâleler kaleme almışlardır. Bir yandan bu müstakil risâleler, diğer yandan da Telvih üzerine yazılan haşiyeler yoluyla, fıkıh usûlü disiplininden hareketle ahlakî değerlerin kaynağı meselesini derinliğine incelenmiştir.
Sadruşşerîa’nın hem fıkıh usûlü, hem de felsefe açısından önemli diğer bir katkısı ise, Debûsî-Serahsî-Pezdevî çizgisinden gelen ve bu usûlcüler açısından rivayetine itibar edilen râvînin sıfatı ve ilâhî teklife muhatap mükellefin sıfatı olması bakımından önemli olan akıl anlayışını, nihaî şeklini İbn Sînâ’da bulan dört mertebeli akıl tasavvuruyla birleştirmesi ve o zamana kadar yalnız felsefenin konusu olarak görülen ukûl-i erbaa nazariyesini fıkıh usûlünün insan tasavvuru ve ehliyet bahsi içerisinde ele alarak, özellikle de bu mertebelerden akl bi’l-meleke’yi mükellefiyetin dayanağı olarak tespit eden Beyzâvî’yi takip ederek, bir fıkıh usûlü konusu haline getirmesidir. Aklın mahiyeti ve özellikleri birçok usûlcünün eserlerinde yer almazken, muahhar usûlcülerin eserlerinde gitgide daha geniş bir çerçevede tartışılmıştır.
Sadruşşerîa sonrasında, Osmanlı döneminde kaleme alınan usûl eserleri arasında bilhassa ikisi zikre şayandır. Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden olarak kabul edilen Molla Fenârî’nin (ö. 834/1431) otuz yılda yazdığı belirtilen Fusûlü’l-Bedâyi‘ fıkıh usûlü edebiyatının en yoğun ve kapsamlı eserlerinden biridir. Kendisinden önceki kitabiyat takip edilmeden ve usûl alanında yapılan tartışmalar iyi bilinmeden yeterince istifade edilemeyecek bir nitelik taşıyan eser, bu yönüyle Osmanlı ulemâsının çok değer verdiği bir eser olmuş, fakat büyük hacmi ve sözünü ettiğimiz üslup özelliği sebebiyle tedris amaçlı kullanımı ve üzerine yapılan çalışmalar sınırlı kalmıştır.
Molla Hüsrev’in (ö. 885/1480), yine kendisine ait olan Mirkât üzerine yazdığı Mir’ât isimli şerh, Tavzîh ve Telvîh’ten büyük ölçüde istifade edilerek kaleme alınan bir eserdir. Fusûlü’l-Bedâyi‘ kadar orijinal olmamakla birlikte, mütedavil meseleleri tercih ve ifade ediş tarzı bakımından Osmanlı ulemâsı tarafından önemli bulunmuş, medreselerde okutulmuş ve üzerine çeşitli haşiyeler kaleme alınmıştır. Bunlar arasında en önemlisi, şerhettiği metinden daha değerli olduğunu söyleyebileceğimiz ve büyük ölçüde orijinal tahkik ve düşünceler içeren Mevlânâ Mehmed İzmirî’nin (ö. 1165/1751) haşiyesidir. İzmirî’nin eseri, klasik fıkıh usûlünün büyük ve kapsamlı eserlerinin sonuncusu olarak nitelenebilir.