Genel Çerçeve
VIII. yüzyılın sonu ve IX. yüzyılda bilhassa Abbâsîler döneminde zirveye varan tercüme hareketleri sayesinde Yunan, İran ve Hint kültürlerindeki ahlâk ve siyaset temalı metinler Arapçaya kazandırılmış, bu miras neticesinde İslâm tarihinde dinî karakterini hiçbir zaman kaybetmeyen ahlâk ve siyaset aynı zamanda felsefî, ilmî ve kültürel bir ilgi ve araştırma konusu olmuştur. Böylelikle yüzyıllar içinde tefsir ve hadisten fıkıh, kelâm, tasavvuf, edeb ve felsefeye kadar İslâm ilim geleneğinin bütün sahalarında ahlâkı ve siyaseti konu edinen devasa bir literatür ortaya çıkmıştır.
Ahlâk (edeb) ve siyaset ilişkisi Sâsânî dönemi siyasetnâmelerinde bilge ve âdil hükümdarların yönetimleri anlatılırken somutlaşmış, Hint kültüründen çevrilen en önemli metin olan Kelile ve Dimne’de hikâye üslubuna bürünmüş ve Arapça’da böyle bir yazım türü IX. yüzyıldan beri gelişme göstermiştir. Ahlâkın siyasetle teorik ilişkisinin ele alınması ise daha ziyade Yunanca’dan yapılan tercüme metinler aracılığıyla mümkün olmuştur. Aristoteles’in pratik felsefe eserlerindeki çerçeveyi sürdüren ilk isimlerden biri olan Fârâbî’nin (ö. 339/950) İhsâu’l-ulûm’da ahlâk ve siyaset ilişkisini “ilmü’l-medenî” altında tartıştığını görmekteyiz. Pratik felsefe bir bütün olarak XIII. yüzyılda telif edilen bir dizi esere konu olmuş ve bu yaklaşım daha sonra farklı hacim ve türler sayesinde yaygınlaşmıştır. Ancak felsefî olsun ya da olmasın literatürün birçok örneği için bir model olma, yani pratik felsefenin tüm alanlarını bir araya getirmedeki öncülük Nasîruddin Tûsî’nin (ö. 672/1274) Ahlâk-ı Nâsırî’si ile özdeşleşmiştir.
Bilhassa Tûsî sonrası ahlâk ve siyaset düşüncesinin birbirinden ayrı ele alınması pek de kolay değildir. Bu bir aradalık hali sadece felsefî çizgide değil, edeb başta olmak üzere farklı literatürlerde de görülen bir durumdur. Biz de bu durumu dikkate alarak ahlâk ve siyaseti ayrı başlıklar şeklinde sunmayıp yazımızı literatür odaklı bir çerçevede meydana getirdik ve ahlâk ve siyasetin bu literatürlerde nasıl ele alındığını anlatmaya gayret ettik.
EDEB LİTERATÜRÜ
“Edep” İslâm düşüncesinde bir yönüyle dil âdâbı, yani dilin doğru kullanılması yönündeki eğitimi karşılayacak şekilde dil ilimleri (el-ulûmu’l-edebiyye / el-ulûmu’l-Arabiyye) için bir çatı terim olurken, diğer yandan da kişinin Rabbi, kendisi ve tüm mevcudâta karşı duruşu ve davranışlarının (âdâb) nasıl olması gerektiğini belirleyen bir kavram haline gelmiştir. Dolayısıyla edep kavramı İslâm ilimler, düşünce ve kültür tarihinde hayatın her alanını kuşatan bir değerler manzumesi mânâsında çok boyutlu bir muhtevaya tekabül eder.
Edep kavramı İslâm’da erken dönemden beri tartışılmış ve birçok tanım yapılmıştır. Bu anlamda ilk yazılan eserlerde beşerî ilişkiler ve siyâset âdâbı, ahlâk felsefesi ve kültür meseleleri edeb kavramı etrafında harmanlanarak ele alınmıştır. Bu tür eserlerin ilk örneklerinden biri İran asıllı mütercim, edip ve kâtip Abdullah b. el-Mukaffa‘’ın (ö. 142/759) Kitâbü’l-âdâb, Risâle fi’l-ahlâk, el-Hikmetü’l-medeniyye olarak da bilinen el-Edebü’l-kebîr adlı eseridir. Bir mukaddime ile iki bölümden oluşan eserin mukaddimesinde eskilere uymanın, onların ilim ve eserlerinden faydalanmanın önemine temas edildikten sonra birinci bölümde hükümdar, vezir ve valilerin idarî ve siyasî davranışlarından, ikinci bölümde insanlar arası ilişkilerden, görgü kurallarından ve gerçek dostun vasıflarından söz edilmiştir. Bir diğer eser yine Abdullah b. el-Mukaffa‘’ın el-Edebü’s-sağîr’idir. Bir mukaddime ile bir bölümden ibaret olan eserin mukaddimesinde, aklın edebe ihtiyacı ve aklın gelişmesinde edebin etkisi üzerinde durulduktan sonra akıllı insanın nefsini terbiye etmeye çalışmasının gereğinden, nefis muhasebesi yaparak nefsini kötülüklerden arındırmasının öneminden, din-akıl ilişkisiyle Allah’ın varlığının bazı delillerinden söz edilmektedir. Hükümdar, vezir ve valilere dair âdâbın yanında özellikle avama yönelik ahlâkî öğütler, vecizeler ve hikmetlerin yer aldığı eserdeki bazı sözler Kelîle ve Dimne’de de geçmektedir. İbnü’l-Mukaffa‘ el-Edebü’s-sağîr adlı eserini, okuyucusuna zihnî gelişim ve siyasî tecrübe kazandırmanın yanı sıra temel ahlâkî erdemleri kazandırmak amacıyla kaleme aldığını belirtmiştir. Öte yandan ilginç bir örnek olarak İbnü’l-Mukaffa‘ Kitâbü’l-mantık eserinde edeb ile dört ana dalı olan matematik ilimleri kastetmiştir. Matematik ilimlere edeb denmesini kalbin/aklın arınması, saflaşması, olgunlaşması serpilmesi ve en yüce ilme ulaştırması ile açıklamıştır.
İlk dönem edeb literatürünün önemli bir örneği de İbn Kuteybe’nin (ö. 276/889) Uyûnu’l-ahbâr’dır. Eserini her damak zevkine hitap eden bir sofraya benzeten İbn Kuteybe dünya ve âhiret hayatına, günlük hayatın birçok yönüne dair bilgilere, şaka, latife, mizah, zühde, takvâya, hatta cinsel hayata dair fıkralara kadar muhtelif meselelere yer verdiğini belirtmiştir. Selef-i sâlihînin âdeti üzere hayatın tabii akışı içindeki bu konulara temas edilmesinin ahlâksızlık ve günah olmadığını, asıl günahın namusu kirletmek, yalan söylemek, yalancı şahitlik yapmak, gıybet etmek gibi tutum ve davranışlar olduğunu, esasen okuyucuyu dinlendirmek maksadıyla bu tür fıkraların “çorbada tuz” kabilinden kaydedildiğini açıklamaktadır. Câhiz’in (ö. 255/869) yazdığı bazı eserlerin de edebî ahlâk ve kültür literatürüne dâhil edilmesi doğru olur.
Ahlâk ve edep ilişkisini daha teorik bir şekilde tahlil eden müellif Nasîruddin et-Tûsî’dir. Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî adlı eserindeki analizleri ahlâk, edep ve fıkıh arasındaki ilişkiler açısından önemlidir:
İnsanoğlunun işlerini ve yaşayış durumlarını düzenlemek amaçlı olan faydalı işlerinin ve güzel fiillerinin kökenleri, temelde ya insan doğasından (tab‘) ya da uzlaşıdan (vaz‘) çıkar. Esası doğa olanın özellikleri, basiretli insanların akıllarına ve feraset erbâbının tecrübesine uygun olup, zamanın farklılığı, hayatın ve gidişatın değişmesiyle değişiklik arz etmez. Bunlar daha önce zikredilmiş olan pratik felsefenin kısımlarıdır.
Burada esası uzlaşım olana gelince, eğer bunun sebebi toplumun fikriyle uygunluk ise ona âdâb ve adetler (rusûm), sebebi peygamber ya da imam gibi büyük bir kişinin fikriyle uygunluk ise ona ilâhî kanunlar (nevâmîs-i ilâhî) denilir. Bu sonuncusu da üç sınıftır. Birincisi ibadetler ve ameli hükümler (ahkâm) gibi her bir ferde yönelik olan, ikincisi aile hukuku (münâkehât) ve aile içi diğer bazı muameleler (mu‘âmelât) gibi aileler (ehl-i menâzil) için ortak olan, üçüncüsü ise cezaî müeyyideler (hudûd) ve yönetim kanunları (siyâsât) gibi şehir ve ülke sakinlerine ait olandır. İşte bunlara fıkıh denilir.
Şema: Ahlâk-ı Nâsırî’de insan fiilleri
(i) Edeb kavramı Müslümanın temizlik, ibadet dua, tilavet âdâbı gibi konuları merkeze alarak kullanıldığında fıkıh eksenli bir ahlâk ve âdâb anlayışını karşılar. Hadislerin kaynaklık ettiği bu perspektifi en iyi yansıtan eserler hadis mecmualarıdır. Bu bakışı tamamlayan fıkhın bir de muamelat boyutu vardır. Eşlerin birbirlerine karşı tutumları, çocukların terbiyesi gibi ev içi konuları, komşuluk ilişkileri, yeme içme âdabı gibi toplum ve cemiyet içindeki davranış kuralları söz konusu olduğunda da fıkhî bir yaklaşım belirleyicidir. Burada özetlenen maddeler hadis mecmuaları ve bu çizgide yazılan fıkıh âdâbı eserleridir.
(ii) Halkın ve yönetici kesimlerin devlet başkanına karşı vazifeleri, devlet erkanının birbirlerine ve halka karşı pozisyonu, riayet edilmesi gereken kurallar, devlet teşrifatı ve teamülleri, devlet başkanlarının tebaasına karşı konumu, hakları ve sorumlulukları gibi bir dizi konu genel anlamda siyaset âdâbına taalluk eder. Bu bağlamda edeb veya âdâb kavramları çerçevesinde birtakım ilimlerin ihdas edilmiş olması dikkat çekicidir. Hükümdarlık âdâbı ilmi (ilmu âdâbi’l-mülûk) ve vezirlik âdâbı ilmi (ilmu âdâbi’l-vizâre) gibi ilimler buna örnek olarak verilebilir. Zamanla bu çerçevede yeni literatürler ortaya çıkmıştır.
(iii) Bilginin (el-‘ilm) üstünlüğü, ilim tâlibinin öğrenme süreçlerinde uyması gereken âdâb, hocasına ve ilim geleneğine saygı, bilginin gereğini yerine getirme, bilgiyi muhataplara doğru bir şekilde sunma, münâzarada uyulması gereken kurallar (âdâbü’l-münâzara) ve benzeri meseleler söz konusu olduğunda perspektif bu kez ilim ve eğitim âdâbı ekseninde olur ve bu da kısmen günümüzde bilim etiği denilen alana karşılık gelir.
(iv) Bir mesleği icra edenlerin mesleğin inceliklerine nüfuz edebilmesi, usta ve hocalarına, mesleğine ve hizmet verdiği kesimlere karşı saygı gibi hususlar genel anlamda meslek etiğinin, yani meslek âdâbının bir gereği addedilmiş ve bu alan başlı başına bir literatür olarak belirmiştir.
(v) Diğer taraftan tasavvufun özellikle kurumsallaşma süreciyle birlikte oluşan mürşid-mürid ilişkisi, tarikatler ve tekkeler müstakil bir âdâb anlayışının doğmasına zemin hazırlamıştır. Zira müridlik âdâbına, sema ve zikir meclislerindeki teamüllere ve tarikat âdâbına yönelik eserler hayli zengin bir literatür ortaya çıkmıştır.
(vi) Özlü sözler denilen hikemiyat sahası da İslâm’da edep anlayışının farklı bir üslupla ortaya konulduğu bir alan olarak tebarüz eder.
Edeb kavramının ahlâkî ve dinî çerçevesi ile ilgili olarak ilk işaret edilmesi gerekenler kapsamlı bir muhteva ile eserlerini oluşturan muhaddislerdir. Hadis edebiyatında gerek müstakil olarak yazılmış ve gerekse musannef, sünen ve câmi türü eserlerin bir alt bölümünü oluşturan “Kitâbü’l-Edeb” bu alanda öne çıkmıştır. Ferdî yaşamdan başkalarıyla olan ilişkilere kadar dinin makbul addettiği her türlü vasıf ve davranış tarzı “edep” kavramının kapsamına dahil olduğu için Kitâbü’l-Edebleri konu itibariyle kesin hatlarla sınırlandırmak pek mümkün gözükmemektedir. İmam Buhârî’nin (ö. 256/877) el-Edebü’l-müfred’i müstakil olarak kaleme alınmış ilk eserdir. Ayrıca Beyhakî’nin (ö. 458/1066) el-Âdâb’ı da bu türün bir diğer örneğidir. Öte yandan “Kitâbü’l-Edeb” Buhârî’nin Sahîh’inde 78. kitap (128 bap, 258 hadis), Müslim’de ise 38. kitaptır (10 bap, 45 hadis); ayrıca “Kitâbü’l-Birr ve’s-Sıla ve’l-Âdâb” ismiyle (45. kitab olarak) yer almaktadır (51 bap içinde 166 hadis). “Kitâbü’l-Edeb” Tirmizî’de 44. kitap (75 bap, 123 hadis), Ebû Dâvûd’da ise 40. kitaptır (169 bap, 503 hadis). Nesâî’de, Darimî’de ve Muvatta’da “Kitâbü’l-Edeb” müstakil bölüm olarak yer almazken, İbn Mâce’de 33. kitaptır (59 bap, 171 hadis). Diğer yandan “Kitâbü’z-Zühd’ler, zahid-muhaddisler tarafından kaleme alınan ve önceleri fıkıh konularına göre tasnif edilen “câmi” türü hadis mecmuaları içerisinde yer alan, hicrî II. yüzyılın ortalarından itibaren müstakil olarak telif edilen eserlerdir. Bu eserlerde dikkati çeken ilk husus, hicrî ilk iki asırda İslâm dindarlığı ve ahlâkı ile ilgili rivayetleri içermiş olmaları” ve bu yönüyle de Kitâbü’l-Edebleri tamamlayıcı hususlarıdır.
XI. yüzyılda Mâverdî (ö. 450/1058) Edebü’d-dünyâ ve’d-dîn’de muamelat alanının tümünü “edeb” kavramı etrafında işler. “Edebü’l-ilm” başlığı eğitim-öğretim ve ilim âdâbı gibi geniş bir çerçeveyi konu edinir. Eserin “Edebü’d-dünyâ” başlıklı bölümü yönetim meselesi de dahil olmak üzere birçok sosyal konuyu tartışır. Mâverdî’nin anlayışını devam ettiren Nasirüddin Ebü’l-Kâsım es-Semerkandî’nin (ö. 556/1161) Riyâzâtü’l-ahlâk adlı eseri ahlâk ve edeb kavramlarının tekabül ettiği sahaları vermesi ve literatürde hâkim olan kanaati yansıtması bakımından önemlidir. “Kitâbü’l-âdâb” ve “Kitâbü’l-ahlâk” şeklinde ikili bir tasnif yapan müellif, ahlâkta huylar konusuna odaklanırken, “Kitâbü’l-âdâb” bölümünde fıkhî konular ve bunların derunî anlamlarını merkeze alır. Müellifin “Kitâbü’l-âdâb”ta ele aldığı başlıca meseleler hoca ve öğrenci âdâbı, temizlik âdâbı, ibadet âdâbı, uyku, yeme-içme ve ziyafet âdâbı, evlilik ve boşanma âdâbı, ticaret âdâbı, dostluk ve sohbet âdâbı gibi konulardır. Ebü’n-Nasr et-Tabersî’nin (ö. 548/1154) Mekârimü’l-ahlâk adlı eseri Hz. Peygamber’i hayatın bütün alanlarıyla ilgili ideal örnek olarak tasvir etmesinin yanında, özellikle fıkhî âdâb konularını merkeze alan bir eserdir. Bu literatüre dair bir diğer örnek Alâüddin Çelebî Alî b. Hüseyin el-Amâsî’nin (ö. 875/1470) Tâcü’l-edeb adlı Türkçe eseridir. Müellif bu eserde temizlik ve ibadet âdâbı, yeme-içme âdâbı, eğitim ve terbiye âdâbı gibi ilmihal meselelerini ele almaktadır. Bu literatürün önemli bir özelliği ilerki yüzyıllarda ortaya çıkan ilmihal yazımına kaynaklık etmiş olmasıdır.
Görebildiğimiz kadarıyla literatürde edep kavramı hakkındaki en ayrıntılı tasnif İbn Hüzeyl el-Endelüsî (ö. 763/1361) tarafından yapılmıştır. İbn Hüzeyl Aynü’l-edeb ve’s-siyâse adlı eserinde edebin muhtelif tasniflerine işaret eder. Bu tasniflerden birinde edep üç kısma ayrılır: İnsanın öğretim, okuma, yazma, ezberleme gibi yollarla kazandığı kesbî edeptir. İkincisi insanın sahip olduğu iyi ve kötü huylardır, yani ahlâktır. Üçüncüsü ise insanın derûnî terbiyesi anlamındaki edeptir. Müellif diğer bir tasnifte edebin ikiye ayrıldığını, birincisinin farzların eda edildiği “şeriat edebi”, ikincisinin de kendisiyle yeryüzünün bayındır hale getirildiği “siyaset edebi” olduğunu söyler.
Edep kavramı “kadılık âdâbı (edebü’l-kâdı / edebü’l-kudât), hekimlik âdâbı (edebü’t-tabîb) ve bürokrasi âdâbı (edebü’l-kâtib)” gibi başlıklar altında bugünkü tabirle meslek etiği metinlerine de konu olmuştur. Mesela Ebûbekir Zekeriyya er-Râzî’nin (ö. 313/925) Ahlâku’t-tabîb’i ve Yuhannâ b. Mâseveyh’in (ö. 243/857) Mihnetü’t-tabîb’i gibi eserler hicrî III. yüzyılın sonlarında tıbbın âdâb ve teamülüne dair kaleme alınmış ilk çalışmalardır. Hekimlik ahlâkı alanındaki en önemli eser İshak b. Ali er-Ruhavî’nin (ö 319/931’den önce) yazdığı Edebü’t-tabîb olup, bu literatürün devamı mahiyetinde olan bir eser XIII. yüzyılda Kutbüddin eş-Şîrâzî’nin (ö. 710/1311) Beyânü’l-hâce ile’t-tıbbi ve’l-etıbbâ ve vesâyâhüm’üdür. Kadılık âdâbı ile ilgili yazılan eserlerin arasında Mâverdî’nin Edebü’l-kâdî’si önemli bir yer tutar. Hanefî fakihi Ebû Bekr el-Hassâf eş-Şeybânî’nin (ö. 261/875) Edebü’l-kâdî adlı eserine yazdığı Şerhu Edebi’l-kâdî ile literatürde etkili bir yeri olan diğer bir fakih de Ebû Hafs es-Sadrü’ş-şehîd el-Buhârî’dir (ö. 536/1141). Meslek etiği literatürünün zirve eseri olarak XIV. yüzyıl İslâm toplumunda yüzün üzerinde mesleğin âdâbına dair yazılmış Tâceddin es-Sübkî’nin (ö. 771/1370) Mu‘îdü’n-ni‘am’ını görmek yanlış olmayacaktır. Sübkî büyük bir kısmı zamanla ortadan kalkan 113 meslek erbâbının riayet etmesi gereken âdâbı özlü bir şekilde yazmıştır.
Edep kavramı tasavvufta daha özel bir anlam çerçevesinde müridlik âdâbı denilen literatüre de konu olmuştur. Bu tür eserlerin en meşhurlarından biri Ebü’n-Necîb Abdülkâhir b. Abdullah es-Sühreverdî’nin (ö. 563/1167) Âdâbü’l-mürîdîn’idir. Bu veya benzeri başlıkla yazılan eserler olduğu gibi muhtelif eserlerin içinde böyle bölümlere yer verildiği de görülmektedir.
Edep literatürünün bir diğer önemli ayağı eğitim ve öğretim âdâbı metinleridir. Bilindiği kadarıyla bu literatürün ilk örneği olan İbn Sahnûn’un (ö. 256/870) Âdâbü’l-muallimîn adlı eserinden sonra XII. yüzyılda Zernûcî (ö. VI./XII. yüzyılın sonları) Ta‘lîmu’l-müte‘allimîn’de on iki başlık altında eğitim ve öğretim âdâbı meselelerine yer verir. Bedreddin İbn Cemâa’nın (ö. 733/1333) Tezkiretü’s-sâmi‘ ve’l-mütekellim’i eğitim ve öğretim âdâbı hakkında literatürde aşina olunan konuların yanında “Kitaplara İlişkin Âdâp” başlığı ile özgün ve öncü eserlerden biridir. Eğitim ve öğretim âdâbına dair meseleler için Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) İhyâ, İbnü’l-Ekfânî’nin (ö. 749/1348) İrşâdü’l-kâsıd ilâ esne’l-makâsıd, Şemseddin Âmülî’nin (ö. 753/1352’den sonra) Nefâisü’l-fünûn fî arâisi’l-uyûn’u ve Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’nin (ö. 968/1561) Miftâhu’s-sa‘âde adlı eserlerinin ilgili bölümlerini de zikretmek gerekir.
İslâm düşünce tarihinde zamanla bir ilim dalı olarak görülen hilâfiyyât/münâzara âdâbı metinlerini de edep literatürü kapsamına almak doğru sayılabilir. Bu çerçevede yazılan metinlerin en meşhurları Hanefî fakihi Ebû Hâmid Rükneddin es-Semerkandî’nin (ö. 615/1218) el-İrşâd fî ilmi’l-hilâf ve’l-cedel’i, Muhammed b. Eşref es-Semerkandî’nin (ö. 722/1322) Risâle fî âdâbi’l-bahs’ı, Adudüddin el-Îcî’nin (ö. 756/1355) Âdâbü’l-bahs ve’l-münâzara’sı, Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin (ö. 816/1413) Usûlü’l mantık ve’l-münâzara adlı eserleri ile Taşköprülüzâde’nin Âdâbü’l-bahs ve’l-münâzara’sı ve bunun şerhidir. Taşköprülüzâde münâzaranın âdâbından saydığı dokuz şeyden ikisi hakkında şöyle der:
Yedincisi: Münâzara esnasında gülmekten ve sesi yükseltmekten ve bu ikisine benzer şeylerden [örneğin] kararsızlığı ortaya çıkarmak, el hareketi ve sefihlik belirtisi olan durumlardan kaçınmalıdır, çünkü bunlar cahillerin nitelikleridir ve cahiller bunlarla bilgisizliklerini örterler.
(…) Dokuzuncusu: Münâzara yapan kimse hasmını hakir görmekten kaçınmalıdır.
Daha çok edebiyat alanında çalışılan bir dizi eserin edep ve ahlâka dair muhtevası dikkate alındığında onlara da burada kısaca değinmek yerinde olur. Bu eserlerden biri Firdevsî’nin (ö. 411/1020 [?]) ünlü manzum destanı Şehnâme’dir. Şehnâme’deki İskender kıssası zamanla Fars ve Türk edebiyatında İskendernâme adıyla edebî, ahlâkî ve siyasî öğütler ve kıssalar ihtiva eden bir literatüre ilham vermiştir. Türk edebiyatında XIV. yüzyılda yazılmaya başlanan İskendernâme metinlerinin ilki Ahmedî’ye (ö. 815/1412-13) aittir. Eser İskender’in tarihiyle birlikte bir dünya tarihi olmanın yanında bir edeb-ahlâk metnidir. “Ahlâk ve muaşeret kurallarını gösteren Kâbûsnâme, değeri üzerinde söz götürmeyen bir rağbet görmüş,” Sultan II. Murad adına yapılan çevirisi Türk nesrinin güzel bir örneği sayılmıştır. Şarap içme erkanı gibi dine aykırı hususların anlatıldığı Kâbûsnâme, “sâkînâme, işretnâme” türü metinlerle ortaklık arzeder. Ali Şîr Nevâî’nin (ö. 906/1501) Sâkînâme’sinin öncüsü olduğu kabul edilen bu literatürdeki bir diğer eser divan şairi Revânî’nin (ö. 930/1523-24) İşretnâme’sidir. Eserde şarap, sâkî, mahbûb, visal gibi temaların hepsi dünyevi anlamda kullanılmıştır. Esnafın ahlâk ve davranış kurallarını belirleyen “fütüvvetnâmeler” bizatihi meslek etiği kapsamında olmakla beraber ortaya çıkma sebeplerinden birinin işret meclislerine duyulan tepki olduğunu dikkate aldığımızda onları da burada zikretmek yerinde olur.
Sa‘dî-i Şîrâzî’nin (ö. 691/1292) ünlü Farsça eseri Gülistân ve Hâfız’ın (ö. 792/1390) Dîvân’ı içerdiği konular sebebiyle edeb ve ahlâk literatürüne dahil edilmelidir. Bu eserlerin Osmanlı kültür hayatında oldukça önemli bir etkisi olmuştur. Nûreddin Abdurrahmân b. Nizâmüddin Ahmed b. Muhammed Câmi ya da daha meşhur adıyla Molla Câmi’nin (ö. 898/1492) manzum eserleri de telif edildikten sonra Osmanlı ilim ve kültür hayatına yön veren metinler olmuştur. Bu metinler de literatürün büyük birçoğunda olduğu gibi şiir ve ahlâkı buluşturan kaynaklardır. Benzer bir durum Fuzûlî (ö. 963/1556) başta olmak üzere diğer birçok şairin eserleri için de geçerlidir.
SİYASET-İ ŞER‘İYYE LİTERATÜRÜ
İslâm tarihinde kamu hukuku alanında “anayasa, ceza ve idare hukukuyla ilgili ahkâm-ı sultâniyye ve siyâset-i şer‘iyye literatürü, fıkıh külliyatı içerisindeki siyer bölümü, mali hukukla alakalı harâc ve emvâl kitapları” başta olmak üzere hukukçu gözüyle siyaset konularının ele alındığı oldukça hacimli bir literatür ortaya çıkmıştır.
Bu alanda XIII. yüzyılda öne çıkan isimlerin başında Şihâbüddin Karâfî’yi (ö. 684/1285) sayabiliriz. Müellif ez-Zahîre isimli eserinde siyasi hükümlerde yöneticilere geniş yetkiler tanımanın şeriata aykırı olmadığını savunmuştur. Karâfî’nin şeriat-siyaset ilişkisi konusundaki yaklaşımı ilgili literatürü ve Osmanlı siyaset yazımını etkilemiştir. Şer‘î siyaset literatürünün en önemli metinleri arasında sayılan İbn Kayyım el-Cevziyye (ö. 751/1350) Karâfî’nin yolunu genişleten bir alimdir. Onun et-Turuki’l-hükmiyye fî siyâseti’ş-şer‘iyye’si bu alanda öne çıkan bir eserdir ve Osmanlı siyâset-i şer‘iyye tasavvurunun önemli kaynaklarındandır. Bu literatürde daha az bilinen bir eser Memlüklerin son asrında Kahire’de yazılan Tahrîrü’s-sülûk fî tedbîri’l-mülûk’tur. Eserin bağlayıcılığı olan hususlara odaklanması ve dili sebebiyle “siyasi-fıkhi hükümleri” konu alan fıkhi literatüre dahil edilmesi daha doğru görülmüştür. Bedreddin İbn Cemâa’nın Tahrîrü’l-ahkâm fî tedbiri ehli’l-İslâm eseri de ahkâm-ı sultâniyye literatürü dahilindedir. İbn Cemâa’nın Müstenedü’l-ecnâd fi’l-âlâti’l-cihâd ve Muhtasar fî Fazli’l-cihâd eserleri de siyâset-i şer‘iyye türü içinde görülebilir. Muhtasar fî fazli’l-cihâd, Tahrîrü’l-ahkâm’ın birinci, altıncı, yedinci, sekizinci ve dokuzuncu bölümlerinin yeniden ele alınarak Memlük hükümdarı Melik Eşref’e (s. 1290-1293) sunulmuş halidir. İbn Cemâa Müstenedü’l-ecnâd’da cihad için gerekli olan maddî şartlar ve cihada hazırlığın dinî-şer‘î şartlarını da ortaya koyarken Muhtasar fî fazli’l-cihâd’da “cihad için asker toplamanın zorunluluğu ve bunun temini için sultanın, askerler arasında otoriteye ve itibara sahip olmasından, sultanın ancak adaletle bu saygınlığı kazanabileceğinden ve askerlerin maddî âihtiyaçlarının karşılanmasından bahsederek, cihadın tahakkuku için gerekli olan siyasî ve iktisadî boyutun altını çizmektedir”. İbn Teymiyye’nin (ö. 728/1328) es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye’si ise literatürün en meşhur kaynaklarındandır. “Bu eser Moğollar’a karşı hem Memlük idaresindeki birliği hem de Memlük-Abbâsî Hilafeti ile ümmetin kendi içindeki birliğini tesis edebilme çabasının bir ürünü olarak görülebilir”.
Osmanlı’da siyâset-i şer‘iyye alanında daha önce yazılmış Mâverdî, Cüveynî (ö. 478/1085) ve İbn Teymiyye’nin ve sonraki dönem Memlük müelliflerinin eserleri Osmanlı âlimleri için birer kılavuz vazifesi görmüştür. İbn Teymiyye’nin es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye’sinin Osmanlı’daki çevirileriyle daha yaygın bir muhitte okunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Eseri Mi‘râcu’l-eyâle ismiyle çeviren Aşık Çelebi (ö. 979/1572) Osmanlı’da öne çıkan müelliflerindendir. Ayrıca Dede Cöngi’nin (ö. 975/1567) es-Siyâsetü’ş-şer‘iyye’si XVI. yüzyılın en önemli şer‘î siyaset metni olduğu gibi Osmanlı’nın son dönemine kadar da etkisini sürdürmüştür. Lütfi Paşa’nın (ö. 970/1563) Halâsü’l-ümme fî ihtilâfi’l-eimme’si de “devlet başkanlığının şartları ve devlet başkanının görevleri gibi İslâm kamu hukukuna ait bazı meseleleri çeşitli kaynaklardan ve belirli bir sistematiğe tâbi olmaksızın dağınık vaziyette aktarmakta, bu haliyle küçük ve sistemsiz bir ahkâm-ı sultâniyye çalışması olarak durmaktadır.”
SİYASETNÂME-NASİHATNÂME LİTERATÜRÜ
Hükümdarlık âdâbı ve vezirlik âdâbı başlıklarıyla yazılan çok sayıda eserde ahlâk ve siyaset iç içe geçmiş ve hacimli bir literatür ortaya çıkmıştır. Edep, ahlâk ve siyasetin bir araya geldiği bu metinler yüzyıllar içinde siyasetnâme, nasihatnâme, nasihatü’l-mülûk, âdâbü’l-mülûk, âdâbü’l-vizâre, tuhfetü’l-mülûk, tuhfetü’l-vüzerâ gibi başlıklar altında telif edilmiştir. Mâverdî’nin yazdığı Edebü’l-vezîr’i ve Nasîhatü’l-mülûk’u, aynı dönemde yaşayan Nizâmülmülk’ün (ö. 485/1092) Siyasetnâme’si, Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) Nasîhatü’l-mülûk’u, Ebû Bekr et-Turtûşî’nin (ö. 520/1126) Sirâcü’l-mülûk’u, İbn Zafer es-Sıkıllî’nin (ö. 565/1170 [?]) Sülvânü’l-mutâ‘ fî udvâni’l-etbâ‘ı, Celâleddin eş-Şeyzerî’nin (ö. 589/1193 [?]) en-Nehcü’l-meslûk fî siyâseti’l-mülûk’u siyasetnâme ve siyaset âdâbı literatüründe sonraki döneme yön vermiş metinlerdir.
Bu eserlerin yekpare bir yapı arzetmediğinden, Gazzâlî’nin et-Tibrü’l-mesbûk olarak da bilinen Nasîhatü’l-mülûk eseri gibi siyasetnâme ve fıkıh literatürlerinin kesiştiği eserlerin mevcudiyetinden bahsetmek gerekir. İran siyaset tecrübesinin derin izlerinin görüldüğü bu eserlerde öne çıkan bazı temalar ve mottolar sonraki yüzyıllarda İslâm siyaset düşüncesinin muhtelif literatürlerinin hemen her bir türünde görülecektir. Bu metinler Osmanlı döneminde birçok kez tercüme edilmiştir. Mesela Gazzâlî’nin Nasîhatü’l-mülûk’u ilk kez XVI. yüzyılda Osmanlı Türkçesine çevrilmiş ve bu yüzyılda altı çevirisi yapılmıştır. Bunlar arasında en meşhur metinler Âşık Çelebi’nin (ö. 979/1572) Tercümetü’t-Tibri’l-mesbûk fî Nasîhati’l-mülûk’u ve Alâî b. Muhibbî eş-Şîrâzî’nin (ö. 947/1540) Neticetü’s-sülûk fi siyâseti’l-mülûk’udur.
Ahlâk ve siyasete dair erdemleri tartışan metinlerden biri Musannifek olarak tanınan Osmanlı âlimi Alâüddîn Alî b. Muhammed b. Mes‘ûd el-Bistâmî eş-Şahrûdî’ye (ö. 875/1470) ait olan ve dönemin sadrazamı Mahmud Paşa’ya (ö. 878/1474) ithaf ettiği Farsça bir metindir. Müellifin Edirne’de tamamladığı metni Osmanlı siyaset düşüncesinin ilk örnekleri arasında sayılmalıdır. Tuhfe-i Mahmûdiyye olarak da bilinen Tuhfetü’l-vüzerâ adlı eser on babtan oluşmaktadır. Fatih Sultan Mehmed Han’ın teveccüh gösterdiği bir âlim olan Musannifek’in bu eserinde ahlâk ve siyasete dair erdemler naslara yapılan yoğun atıflar yanında siyasetnâmelerde gördüğümüz hikayelere de sıkça yer verir. Kâfiyeci’nin (ö. 879/1474), Seyfü’l-mülûk ve’l-hükkâm’ı ahkâm-ı sultâniyye ve siyâset-i şer‘iyye literatürü özellikleri taşıyan bir siyasetnâmedir.
XVI. yüzyılda yazılan siyasetnâmeler ile bunların bir türevi olarak görülebilecek nasihatnâmeler ve ıslahatnâmeler siyasetin yanında ahlâkî muhtevaya da sahip metinlerdir. Bu yüzyılın en önemli nasihat metinlerinden olan Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi’nin (ö. 1008/1600) Nushatü’s-selâtîn’i Cornell Fleischer’e göre siyasal reform edebiyatında nasihatnâme denilen yeni bir türün öncüsü olarak görülebilir. Nitekim Gelibolulu’dan sonra XVII. yüzyılda birçok Osmanlı yazarı, devletin Kânûnî dönemindeki görkemine yeniden kavuşturulması için önerilerin geliştirildiği risaleler yazmıştır.
Ahlâk ve siyasetin kesiştiği Kelile ve Dimne ve Merzübânnâme gibi daha önceki yüzyıllarda yazılan bazı Arapça ve Farsça metinler Osmanlı dönemindeki Türkçe çevirileri ile adeta yeniden hayat bulmuş, bu metinlerin çevirileri özellikle Osmanlı sarayında ilgiyle okunmuştur. Kelîle ve Dimne’nin, Hüseyin Vâiz-i Kâşifî (ö. 910/1504-1505) tarafından Envâr-ı Süheylî adıyla Farsça’ya çevrilmiş şeklinin tercümesi olan Alâeddin Ali Çelebi’nin (ö. 950/1543) Hümâyûnnâme’si edebî değer ve muhteva bakımından Farsça aslını aşmış bir eserdir. Ali Çelebi’nin Kanûnî Sultan Süleyman’a sunduğu Hümâyunnâme hükümdarda büyük bir hayranlık uyandırmıştır.
Ahlâk ve siyasetin kesiştiği bir başka metin, tercümeler dönemi ve sonrasında Aristo’ya ait olduğu kabul edilen Sırrü’l-esrâr’dır. Yuhannâ b. Bıtrîk (ö. 200/815 [?]) tarafından Arapça’ya tercüme edilen ve Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse olarak da bilinen bu eser İslâm döneminde yazılan birçok metnin esasını oluşturmuştur. Sırru’l-esrâr’ın nasihatnâme-siyasetnâme, âdâb, tarih-tabakât, pratik felsefe, şer‘î siyaset ve tasavvufî siyaset gibi İslâm siyaset düşüncesinin kaynaklarını oluşturan pek çok türdeki esere kaynaklık ettiği söylenebilir. Eserin tam ve kısmî çevirileri olduğu gibi metinden Arapça, Türkçe ve Farsça ahlâk ve siyaset metinlerinde muhtelif hacimlerde istifade edilmiştir. Sırrü’l-esrâr firâset ilmi ve harp âdâbı şeklinde ayrı ayrı çeviriler ya da uyarlamalara da kaynaklık etmiştir. Meselâ Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 606/1210) Kitâbü’l-Firâse’si ve İbnü’l-Ekfânî’nin (ö. 749/1348) İkmâlü’s-siyâse fî ilmi’l-firâse adlı eseri bunların başında gelir. Fatih döneminde yazılan Kitâb fi Siyâseti’l-hurûb ve’l-mülûk (Süleymaniye Ktp. Ayasofya, 2883) adlı eser Aristo’nun İskender için yazdığı kabul edilen nasihatların Arapça bir tercümesidir. Bu nüshanın Fatih Sultan Mehmed Han’ın emriyle yazılması önemli bir nottur. Osmanlı âlimi ve Sultan III. Mehmed’in hocası Akhisarî Nevâlî Nasûh Efendi (ö. 1003/1594) de eseri Terceme-i Nesâih-i Aristûtâlîs adıyla Türkçe’ye çevirip Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’ya ithaf etmiştir (Süleymaniye Ktp., Hafid Efendi, nr. 253). Muhammed b. Mansûr b. Said Mübârekşâh’ın (ö. 633/1235’den önce) Adâbü’l-harb ve’ş-şecaa’sı da apokrif Aristo külliyatından beslenen en önemli örnekler arasında sayılabilir.
FELSEFE LİTERATÜRÜ
Ahlâk ve siyaseti felsefî bir çizgide alan metinler XII. yüzyıl ve sonrasında hayli önemli bir literatürün oluşmasına vesile olmuştur. XII. yüzyıl Endülüs filozofları İbn Bâcce’nin (ö. 533/1138) Tedbîrü’l-mütevahhid’i ve İbn Tufeyl’in (ö. 581/1186) Hay b. Yakzân’ı ile Dımaşkli olan İbnü’n-Nefîs’in (ö. 687/1288) Fâdıl b. Nâtık (er-Risâletü’l-Kâmiliyye fi’s-Sîreti’n-Nebeviyye) adlı eserleri ahlâk ve siyaset konularının yanında epistemoloji ve metafizik alanındaki çalışmalarda başvurulan eserlerdir. İbn Rüşd’ün (ö. 595/1198) Eflâtun’un Devlet’ine yazdığı Cevâmi‘u siyâseti Eflâtûn başlıklı şerh, filozofun siyaset felsefesine bakışını okuyabileceğimiz en önemli eseridir. İbn Rüşd’ün, Eflâtun’un Devlet (Cumhûriyet) diyaloguna yazdığı özetin orijinali kaybolmuş, Samuel ben Yehuda tarafından yapılan Arapça’dan İbrânîce’ye yapılan çevirisi günümüze ulaşmıştır. İbn Rüşd’ün bu metni orta şerh (telhîs) hacmindedir. İbn Rüşd Eflâtun’nun tüm cümlelerini almaz, belli bölümlerden uzun iktibaslar yapar ve yer yer kendi görüşlerini ekler, dönemiyle mukayeseler yapar. Bazı pasajları atlar ve bunlar hakkında yorum yapmaz. Telhîs farklı büyüklükte üç bölümden meydana gelmiştir: Birinci bölüm erdemli şehrin unsurları ve kanunları, ikinci bölüm erdemli şehrin reisi ve özelliklerini, üçüncü bölüm ise erdemli şehrin karşıtları ve yasalarını konu edinmiştir. İbn Rüşd, Eflâtun ve Fârâbîci zeminde yorumladığı Cumhuriyet üzerinden, siyaset felsefesi teorilerinin İslâm tarihi ve mevcut Endülüs şehirlerinde nerelere ve hangi fenomenlere tekabül edebileceğine dair bazı çözümlemeler yapmıştır.
İbn Rüşd, Eflâtun’un Devlet’ine yazdığı telhiste Hz. Peygamber ve râşid halifeler dönemini kastederek Muâviye öncesi dönemi erdemli ülke olarak görürken Arapların Muâviye döneminde şeref veya itibar devletine (kerâmiyye) dönüştüklerini söyler. Filozofa göre kendi yaşadığı dönemin Endülüs şehirleri de erdemli olmayan ülkeler kategorisindedir. Meselâ Murâbıtlar, Ali b. Yusuf b. Tâşfîn (ö. 537/1143) zamanında şeriata uygun bir devlet iken zamanla itibar devletine, sonra da şehvet, yani bayağılık ülkesine dönüşmüştür. İbn Rüşd, zamanındaki şehirlerin çoğunun demokratik yönetim olduğu, bunların da zamanla zorbalık/tiranlık (tegallub) devletine dönüştüğü kanaatindedir. Buna örnek olarak da hicrî beş yüz yılından sonra Kurtuba’da hüküm süren yönetimi verir.
Eflâtun, Aristo ve Galen’in ahlâk felsefelerini kendi içinde farklı çizgilerde devam ettiren İbn Miskeveyh gibi (ö. 421/1030) filozofların metinleri ve bu muhtevayı benimseyen Gazzâlî, Îcî gibi ulemânın kaleme aldığı eserler felsefî ahlâkın sonraki yüzyıllara aktarılmasını sağlamıştır. Bu tür metinlerde ahlâk erdem merkezli bir anlatıya konu olur. Erdemlerin kazanılması, korunması, olgunlaştırılması ve tasnifinde Aristocu ve Galenci anlayış hakimdir. Söz konusu eserlerde özellikle erdemlerin korunması ve ahlâkî hastalıkların tedavisi bahislerinde ahlâkı, ruhânî tıp olarak ele alan Kindî (ö. 252/866 [?]), Ebû Bekir er-Râzî (ö. 313/925) ve Ebû Zeyd el-Belhî (ö. 322/934) gibi filozofların yaklaşımlarının da sürdürüldüğü görülür. Gazzâlî’nin Mîzânü’l-amel’i ve İhyâu ulûmi’d-dîn’in belli bölümleri felsefî ahlâk literatürüne dahil edilmesi gereken eserlerdir. Fahreddin er-Râzî’nin en-Nefs ve’r-rûh ve şerhu kuvâhumâ adlı eseri de bu literatür içinde okunması gereken bir kaynaktır.
Nasîruddin et-Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî’sinden yakın bir zaman önce Şihâbüddin Ahmed b. Muhammed b. Ebi’r-Rebî‘ (ö. 640/1224’ten sonra) tarafından kaleme alınan Sülûkü’l-mâlik fî tedbîri’l-memâlik’te pratik felsefenin üç alanından meseleler şematik (teşcîr) anlatım ile sunulmuştur. Ancak bu eserde konular Tûsî’de olduğu şekliyle bir sıra düzeni içinde anlatılmamıştır.
Pratik felsefe literatürü bilhassa Nasiruddin et-Tûsî’yle bir dönüm noktasına ulaşmıştır. Onun Evsâfu’l-eşrâf adlı eseri de önemli olmakla beraber asıl etkiyi yaklaşık olarak 633/1236 civarında yazdığı Ahlâk-ı Nâsırî yapmıştır. Zira Ahlâk-ı Nâsırî’den sonra yazılan birçok eser, Ahlâk-ı Nâsırî gibi ahlâk bölümünün yanında ev yönetimi ve siyaseti de içerecek şekilde üçlü bir taksime konu olmuş, içerik bakımından da bu metni takip etmiştir. Ahlâk-ı Nâsırî’nin ilk örneği Sirâceddin el-Urmevî’nin (ö. 682/1283), Anadolu Selçuklu Sultanı II. İzzeddin Keykâvûs’a (slt. 1246-1257) ithaf ettiği Farsça Letâifü’l-hikme’dir. “Hikmet-i ilmî” ve “hikmet-i amelî” şeklinde iki bölümden oluşan eserin pratik felsefe kısmı Tûsî sonrası ilk metindir. Urmevî pratik felsefeyi yönetim ve adalet kavramları (hükm u ma‘dele) etrafında işler. Dört alt başlıktan oluşan bu kısmın üçüncü başlığı ev yönetimi, dördüncü başlığı da siyaset hakkındadır. Kutbüddin eş-Şîrâzî’nin Dürretü’t-tâc adlı eserinin pratik felsefe bölümü büyük oranda Urmevî’den iktibasla yazılmış olup Tûsî sonrası listeye eklenmelidir. Şîrâzî amelî hikmet bölümünü siyâset-i bedenî (tehzîb-i ahlâk), siyâset-i menzilî ve siyâset-i medenî şeklinde üçe ayırarak tahlil etmiştir. Tûsî örneğini sürdüren bir başka XIII. yüzyıl filozofu Şemseddîn eş-Şehrezûrî’nin (ö. 687/1288’den sonra) eş-Şeceretü’l-ilâhiyye adlı eserinin pratik felsefe bölümü Ahlâk-ı Nâsırî’nin Arapça bir ihtisarıdır. Bu bağlamda Rükneddin Muhammad b. Ali el-Cürcânî’nin (ö. 728/1327’den sonra) yaptığı Arapça Ahlâk-ı Nâsırî çevirisine de temas etmemiz gerekir. Gıyâseddin Mansûr ed-Deştekî eş-Şîrâzî’nin (d. 948/1531) el-Hikmetü’l-ameliyye’si de Tûsî çizgisindeki bir başka metindir.
XIII. yüzyılda ahlâk ve siyasetin aynı eserde tartışıldığı bir diğer örnek İbn Kemmûne’nin (ö. 683/1284) el-Kelimâtü’l-vecîze’sidir. İbn Kemmûne insanları yönetmeye talip olup Allah ile kulları arasında bulunacak kişinin öncelikle kendine çeki düzen vermekle ve aile ahlâkına riayet etmekle işe başlaması gerektiğine inanmaktadır. Yönetime talip olan kişi, bunların ardından halkı idare etmeye yönelmelidir. Zira kendine söz geçiremeyen kişinin başkasından itaat beklemesi olmayacak bir şeyi arzulaması demektir. Bu düşünce, onun erdemli bir toplumun ancak bireysel hayatında ve aile yaşantısında erdemli olanlar eliyle inşa edilebileceği, dolayısıyla erdemli bir toplumun ancak erdemli bireyler eliyle yönetilebileceği anlayışını kabul ettiğini göstermektedir. Böylelikle İbn Kemmûne bireyin bedendeki çok sayıda gücü yönetip (siyâset) onlara hükümran olması anlayışını topluma uyarlamaktadır. İbn Kemmûne, Fârâbî’de de görülen bedenin yönetici organı ile devlet başkanı arasında kurduğu analoji ile bu fikrini perçinlemektedir. Ona göre kalp, kalp diye bilinen organ değil nefsin ta kendisidir. O itaat edilen bir hükümdar, kendisine tabi olunan reistir. Organların hepsi ona tabidir. Tabi olunanın sıhhati yerindeyse tabi olanlar da sağlıklıdır. Başkan doğruluktan ayrılmadığında halk da istikamet üzeredir. “İnsanlar yöneticilerinin adeti üzeredir (en-nâsu alâ dîni mülûkihim)” sözü de devlet başkanının halk üzerindeki etkinliğe işaret etmektedir. Öyleyse yönetici namuslu ise halkı da ona benzemek ve ona yakın olmak için namuslu olur. Yönetici kendini cismanî arzulara kaptırmamalı ki halk da yöneticisinin kötülüğü sebebiyle bunlara dalmasın. İbn Kemmûne devlet başkanının dini korumak gibi bir görevi olduğuna da inanmaktadır. Devlet başkanı gücüne ve askerlerinin çokluğuna güvenerek dinin emirlerini asla ihmal etmemelidir. Askerleri dine bağlılığın gereğine inanmadıklarında yönetici için düşmandan bile zararlı olurlar. Ona göre “din temeldir ve devlet başkanı onun koruyucusudur (ed-dînü üssün ve’l-melikü hârisühu)”.
İbn Kemmûne’ye göre dinin korunması ve yönetici kadrolarının/bürokratların (e‘vân) seçiminden sonra adil bir yönetimin (es-siyâsetü’l-‘adile) üzerine kurulduğu dört temel esas şunlardır: (i) Yönetimin dostluğa ve bağlılığa yönelik arzusu. (ii) Direnç gösteren ve bozgunculuk çıkaranlara karşı tavizsiz bir caydırıcılık. (iii) Yönetimin insaf ve adalete sahip olması ki halkın durumu da bunlarla düzelir. Zira yönetici adaletten saparsa halk da ona bağlılıktan ayrılır. (iv) Dağıtımı hakkaniyete riayet ederek yapmak. Bu ilke sayesinde devlet başkanı yüceltilir, mallarda artış olur.
Ahlâk-ı Nâsırî formatını esas alan en meşhur eserlerden biri Adududdin el-Îcî’nin el-Ahlâku’l-Adudiyye adlı risalesidir. Müellif risalede diğer sahalardaki muhtasar metinlerine uygun biçimde pratik felsefeyi küçük bir metne sığdırmıştır. Îcî’nin eseri nefsin güçleri, huyun mahiyeti gibi nazari ahlak meseleleriyle başlar. Îcî metninde ahlaki hastalıkların anlatımında nefsin bütüncül bir yapı olarak görüldüğünü ve hastalıkların ruh sağlığı ekseninde ele alındığını söylemek mümkündür. Nitekim Îci, erdemleri korumanın dört yolundan ve aynı şekilde psikolojik hastalıklardan, yani reziletlerden kurtulmak icin gerekli olan dört yöntemden bahsetmektedir. Dört bölümden oluşan eserin ev yönetiminin işlendiği üçüncü bölümünde, malın durumu, eşlerin birbirleriyle ilişkileri, ev sahibinin hizmetçilere karşı nelere dikkat etmesi gerektiği ve çocuklarla ilgili tasarrufların ele alındığı dört madde tahlil edilir. Îcî burada malın nasıl kazanılıp nasıl harcanması gerektiği ve malı korurken dikkat edilecek hususları anlatır. Risâlenin son bölümü siyaset felsefesi, devlet yönetimi ve siyaset ahlâkının meselelerini tartışan “Tedbîrü’l-müdün” başlığını taşımaktadır. Îcî siyaset düşüncesini felsefî literatürde kabul edilen bir ilke üzerine bina eder. Buna göre sahip olduğu doğası sebebiyle insan ihtiyaçlarının karşılanması için hemcinsleriyle yardımlaşmak zorundadır. Bu zorunluluk kaçınılmaz olarak bir politik organizasyonla neticelenir. Arapça olan eser bu yönüyle Îcî’nin öğrencilerinden başlamak üzere sonraki dönemlerde birçok şerhe konu olmuştur. Müellifin öğrencileri Şemseddin el-Kirmânî (ö. 786/1384) ve Seyfeddin el-Ebherî’nin (ö. 800/1397) şerhlerinden başka Ebü’l-Fadl Muhammed el-Kâzerûnî (ö. ?), Taşköprîzâde Ahmed Efendi (ö. 968/1561), Müneccimbaşı Ahmed Dede (ö. 1113/1702), İsmail Müfid el-İstanbûlî’nin (ö. 1217/1803) Arapça şerhleri ve Mehmed Emin el-İstanbûlî’nin (ö. ?) Türkçe şerhinin dışında müellifi tespit edilemeyen bir Arapça şerh ile Timurlu devlet adamı Gıyâseddin Baysungur’a (ö. 837/1434) sunulan müellifi meçhul bir şerh daha vardır. Yozgadî Keşfî Mustafa Efendi’nin (ö. 1308/1890) yazdığı Risâle-i Keşfiyye başlıklı bir Türkçe şerh, metnin XIX. yüzyılın sonuna kadar ilmî çevrelerde çalışmalara konu olduğunu göstermektedir.
İlimler tasnifi literatürü bünyesinde yazılan bazı metinlerin pratik felsefe kısmında da Fahreddin Râzî’nin Câmi‘u’l-ulûm’u ile Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî’sinin etkileri görülür. Özellikle Şemseddin Âmulî’nin (ö. 753/1352 [?]) Nefâisü’l-fünûn fî arâisi’l-uyûn adlı eserindeki ahlâk ilmi bölümü, Mehmed Şah Fenârî’nin (ö. 839/1435) Enmûzecu’l-ulûm’unun ilgili bölümleri bu açıdan dikkate değer muhtasar örneklerdir. Mehmed Şah Fenârî, Râzî’nin metnine benzer şekilde Enmûzecu’l-ulûm’un son dört bölümünü ahlâk, siyaset, ev yönetimi ve hükümdarlık âdâbına tahsis etmiş olup eserin bu bölümü küçük bir pratik felsefe risalesi görünümündedir. Fahreddin Râzî’nin Hadâiku’l-envâr fî hakâiki’l-esrâr’ı ve Mehmed Şah Fenârî Enmûzecu’l-ulûm’unun çizgisinde olan bir diğer eser Sadreddinzâde Mehmed Emin Şirvânî’nin (ö. 1036/1627) el-Fevâidü’l-Hâkâniyye’sidir. İlimleri beşe ayıran müellif dördüncü sıraya aklî/felsefî ilimleri ve beşinci sıraya da hükümdarlık âdâbı ilmini yerleştirmiştir. Dördüncü sıradaki felsefî ilimlerin sonunda üç ilimden müteşekkil olan pratik felsefe yer almaktadır. Her ilimde belli sayıda meseleyi tartışarak ilimleri ele alan müellif ahlâk ilminde nefsanî güçler ve erdemler bahisleri üzerinde durmaktadır. Şirvânî’ye göre ahlâk, erdemler ve erdemsizliklere, erdemler ile nefsin nasıl bezeneceği ve erdemsizliklerden de nefsin nasıl korunacağına dair bir ilimdir. Ahlâk ilminin konusu huylar ve melekelerdir ya da bunlarla nitelenip nitelenmemesi bakımından insan nefsidir.
Muhteva ve problem düzeyinde XIII. yüzyılda yazılan Tûsî’nin Ahlâk-ı Nâsırî’sini esas alan Farsça ve Türkçe metinler de mevcuttur. XIV. ve XV. yüzyıllarda ahlâk ve siyaset alanlarında Cemâleddin Aksarâyî’nin (ö. 791/1389) Ahlâk-ı Cemâlî’si, Ahmed b. Hüsamüddin el-Amâsî’nin (ö. 1406’dan sonra) Türkçe Mir’âtü’l-mülûk’u pratik felsefe muhteva ve dilinin Osmanlı’daki erken örneklerindendir. Celâleddin ed-Devvânî’nin (ö. 908/1502) Ahlâk-ı Celâlî’si ve Muhyi-i Gülşenî’nin (ö. 1014/1606) 993/1585’te kaleme aldığı Ahlâk-ı Kirâm’ı bu literatürün Farsça örnekleridir. Sadece bu yüzyılda değil Osmanlı döneminde bu literatürün zirvesi Kınalızâde Ali Efendi’nin (ö. 979/1572) Türkçe yazdığı Ahlâk-ı Alâî’sidir.
Ahlâk-ı Muhsinî, çeviri ve kısmî çevirilere konu olması bakımından ayrıca önemlidir. Hüseyin Vâiz-i Kâşifî’nin (ö. 910/1504-1505) Sultan Hüseyin Baykara’nın oğlu Ebü’l-Muhsin Mirza adına yazdığı Farsça Ahlâk-ı Muhsinî’nin ilk Türkçe çevirisi XVI. yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Çeviri II. Selim zamanında, 1566’da Azmî mahlasıyla tanınan Pîr Muhammed (ö. 990/1582-83) tarafından Enîsü’l-ârifîn adıyla yapılmıştır. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde uzun süre nişancılık yapan tarihçi Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin (ö. 975/1567) Mevâhibü’l-Hallâk fî merâtibi’l-ahlâk’ı, Ahlâk-ı Muhsinî’nin büyük bir kısmının serbest bir çevirisidir. Eser uzun bir esmâ-i hüsnâ şerhi ile başlar. Daha sonra bab başlıkları altında en geniş perspektifiyle ahlâk kavramları ele alınır. İman, ahlâk, sıdk, ibadet, ihlâs, dua, hâyâ, tevekkül, rıza, edeb, saltanat, vezirlik, adalet, meşveret, şecaat, iffet, hilim, haset, tamah, tembellik, siyaset, temizlik ve salavat gibi kavramlar bunların bir kısmıdır. İdrîs-i Bitlisî’nin (ö. 926/1520) Kanûnî Sultan Süleyman’ın şehzadeliği döneminde, 923/1517’de kendisine takdim ettiği Kânûn-i Şehinşâhî’yi de ahlâk ve siyaseti birleştiren metinler arasında anmak gerekir. İdrîs-i Bitlisî bu eserin başında felsefî metinleri takip ederek dört güzel huyun hikmet, iffet, şecaat ve adalet olduğunu söyler ve bunları padişahlar için gerekli olan ahlâk olarak ele alır. Müellif bu eserde Ahlâk-ı Celâlî ve Ahlâk-ı Muhsinî’den istifade etmiştir. İdrîs-i Bitlisî’nin Mir’âtü’l-cemâl adlı eseri de ahlâk ve siyasetle ilgili özlü sözlerden oluşur.
KELÂM LİTERATÜRÜ
Ahlâk felsefesinin en esaslı tartışmaları arasında sayılan kötülük problemi, iyi ve kötüye dair bilgilerin kaynağı, insanın fiillerindeki özgürlüğü sorunu bir ilim olarak kelâmın teşekkül sürecindeki en önemli problemlerdir. Bu tespit doğru ve yaygın bir kabul olmakla birlikte bu başlıkları kelâm metinlerinde tartışıldıkları bağlamlardan kopartarak ele almak da eksik bir yaklaşımdır. Zira bu problemler esasen kelâmdaki bir dizi ontolojik ve epistemolojik tartışmayla ilişkilidir. Bu sebeple kelâmın ahlâk düşüncesi, öncelikle Tanrı’nın zâtı ve O’nun varlıklarla irtibatını sağlayan sıfatlar meselesiyle bağlantılı görülmelidir. Kelâmdaki ahlâk problemlerinin daraltılarak ele alınması halinde iki problem alanı öne çıkmaktadır; (i) İyilik-kötülük (husun-kubuh) problemi. (ii) Birinci problemin bir uzantısı olarak kader meselesi, yani kulların fiilleri (ef‘âlü’l-ibâd) ve irade özgürlüğü meselesi.
Devlete neden ihtiyaç duyulduğu, devleti kimin yöneteceği ve hangi özelliklere sahip olması gerektiği, devletin başına hangi yoldan gelineceği gibi sorular çerçevesinde siyaset, kelâm metinlerinde de tartışılan bir bahistir. Şia’nın beşerî/dünyevî bir sorun olmaktan çıkartıp metafizik bir problem addettiği devlet başkanlığı (imâmet) Ehl-i Sünnet’e göre akâidin aslından olmayıp mükellefin eylemlerine taalluk etmesi bakımından furûattan sayılır ve bu itibarla da aslında fıkhın bir meselesidir. Bununla birlikte Şia’nın tavrına paralel olarak devlet başkanlığı bahsi yüzyıllar içinde sünnî ulemânın kelâm metinlerinde de yer bulmuş ve tartışma bu platformda sürmüştür. Özellikle İmam Eş‘arî’den (ö. 324/935-936) sonra, imâmet konusu sem‘iyyât bölümünün son başlığı olarak incelenmiştir. Hz. Peygamber’den sonra en hayatî ihtiyaçların karşılanması, devlet ve onun başındaki yöneticiyi (el-imâm) gerekli kılar. Düzenin devlet başkanı ile kaim olduğu fikri kelâm metinlerinde işlenen en esaslı meselelerden biridir. Zira devletin ve devlet başkanlığının yokluğu topluma çok büyük bir zarar verir ve bu durum düzeni ortadan kaldırır. Devletin bir başının olması Gazzâlî’nin dediği gibi insanların hem dünyevî ve hem de uhrevî ihtiyaçları için gereklidir. Bunların başında düzenin korunması (hıfzu’n-nizâm), İslâm topraklarının himayesi, sınır güvenliği ve stratejik yerlerin tahkim edilmesi gelir.
Bu iki alan Fahreddin Râzî öncesi kelâm eserleri dahilinde ele alındığı gibi Râzî’den sonra da gerek kelâmın tüm konularını ihtiva eden eserlerde ve gerekse müstakil konuları ele alan risalelerde irdelenmeye devam etmiştir. Tavali‘u’l-envâr, Tecrîdü’l-i‘tikâd, el-Makâsıd, el-Mevâkıf fî ilmi’l-kelâm, bu eserlerin şerhleri ve haşiyelerinin ilgili bölümleri söz konusu tartışmaların devam ettiği kaynaklardır. Tûsî’nin imamet risalesi, husun-kubuh risaleleri, ef‘âlü’l-ibâd risaleleri bu alanlarda yazılmış risalelere örnek verilebilir.
SUFİ SİYASET LİTERATÜRÜ
Siyasetin tasavvufî bir bakış açısıyla yorumlanması ve bir literatürün ortaya çıkması XIII. yüzyıl ve sonrasına tarihlenebilir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) tarafından yazılan tasavvufî mahiyeteki ahlâk ve siyaset metni et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye fî ıslâhi’l-memleketi’l-insâniyye, Sırru’l-esrâr etkisini sonraki döneme taşıdığı gibi manevi saltanatı içeren daha geniş içeriği ile tasavvufî perspektiften yazılan siyaset metinlerine öncülük etmiştir. Aynı yüzyıldaki bir başka eser Necmeddin-i Dâye’nin (ö. 654/1256) Mirsâdü’l-ibâd’ı ve Kâsım b. Mahmûd Karahisârî (ö. 825/1422’den sonra) tarafından Osmanlı Türkçesine yapılan çevirisi de bu literatürde önemli bir yere sahiptir.
Ali b. Şihâbüddin b. Muhammed el-Hemedânî’nin (ö. 786/1385) Farsça Zehîretü’l-mülûk adlı tasavvufî mahiyyetteki ahlâk ve siyaset eseri ardında önemli bir literatürün ortaya çıkmasına kaynaklık etmiştir. Zehîretü’l-mülûk’ta Gazzâlî ve özellikle İhyâ’nın etkisi güçlü bir şekilde görülmektedir. Eser tasavvufî bir perspektifle yazılmasının yanında çok sayıda hadise yer veren, adeta konuları hadisler ışığında işleyen bir metindir. Metin Gazzâlî’nin Nasîhatülmülûk’unda olduğu gibi iman bahisleriyle başlar. Siyasî bir nasihatnâme olan Nasîhatülmülûk’ta bu bölüm ile amaç öncelikle devletin başına lazım gelen şeyin sağlam bir iman olduğu düşüncesine vurgu yapmaktır. İlgili bölümleri itibariyle siyasî nasihatname kategorisine giren Zehîretü’l-mülûk’un böyle başlaması aynı amaca matuftur. Zehîretü’l-mülûk’ta bu bölümün ardından yöneticilerin sahip olması gereken nitelikler üzerinde durulur. Bu bahisten sonra anne-baba ve eşlerin hakları, çocukların, akrabaların, dostların ve kölelerin haklarına dair fasıllar gelir. Yönetilenlerin hakları, manevî saltanat ve insanın halifeliğine dair bölümlerden sonra iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün yasaklanması, şükür, sabır, kibir ve öfkenin kötülüğü, tevazu ve bağışlayıcılığın fazileti bahisleri ile eser sona erer.
Zehîretü’l-mülûk’un Osmanlı ahlâk düşüncesini iki şekilde etkilediğini söyleyebiliriz. Birinci etkisi metnin çevirileri olarak tezahür ederken ikinci etki Zehîretü’l-mülûk’un firâset ilmi hakkındaki faslının muhtelif metinlerde iktibas edilmesi şeklinde olmuştur. Bu tespite binaen öncelikle metnin bilhassa XVI. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çevirilerine işaret etmek yerinde olacaktır. Metnin bu yüzyılda Türkçe şerhli çevirileri yapılmıştır. Eserin Osmanlı Türkçesine ilk çevirisi Muslihuddin Mustafa Sürûrî (ö. 969/1562) tarafından yapılmış olan Tercüme-i Zahîratü’l-mülûk Kanûnî Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Mustafa’ya takdim edilmiştir. Şehzade Mustafa’nın Amasya’da hocalığını yapan Sürûrî, Emir Buhârî zaviyesi şeyhi Abdüllatif Efendi’ye (ö. 971/1563-64) intisap etmiş, Mesnevî okutan bir sûfidir. Şehzade Mustafa’nın isteğiyle yazılmış olan metnin çok asyıda yazma nüshası bulunmaktadır. Zehîretü’l-mülûk’un ikinci çevirisi Zihni Efendi (ö. 985/1577’den sonra) tarafından Gencine-i sa‘âdet adıyla Sultan II. Selim Han’a (1566-1574) takdim edilmiştir. Üçüncü çeviri Abdullah oğlu Kâtip Mustafa tarafından yazılarak Sultan III. Murad Han’a (1574-1595) ithaf edilmiştir. Eserdeki kayıtlardan metnin 985/1577 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı Türkçesine altı çevirisi yapılan eser, Osmanlı ilim çevrelerinde kısmî tercümelere ve hacimli iktibaslara da konu edilmiştir. Bunlardan biri Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’nin Risâle fî Beyâni esrâri’l-hilâfeti’l-insâniyye ve’s-saltanati’l-ma‘neviyye adlı eseridir. Zehîretü’l-mülûk’un kısaltılmış Arapça bir tercümesi olmakla beraber risale baştan sona bir tercümeden ibaret değildir. Şöyle ki Taşköprülüzâde Zehîretü’l-mülûk’un fasıllarını yeniden kurgulamış ve kendi perspektifine göre fasılların yerini değiştirmiş, nadiren de olsa ihtiyaç duyduğu yerlerde ilave cümleler eklemiştir.
Sinan Paşa’nın (ö. 891/1486) Ahlâknâme’si de burada işaret edilmesi gereken eserlerden biridir. Kataloglarda Nasîhatnâme ve Ahlâknâme gibi başlıklarla kaydedilen eserin Kitâb-ı tasavvuf olarak da bilinmesi çok yönlü bir kaynak olarak görüldüğüne işaret eder. Ancak nihai kertede bu eserde tasavvufî perspektifin öne çıktığını söylemek mümkündür.
SONUÇ
Buraya kadar XII. ve XVI. yüzyıllar arasında İslâm ahlâk ve siyaset düşüncesi alanlarında yazılan temel metinlerin kısa bir değerlendirmesini yaptık. Bu metinlerde edeb perspektifinin hayli etkili olduğu görülecektir. Edeb, İslâm düşüncesinde baştan beri hayatın her alanını kuşatan bir kavram olarak ahlâka alternatif gibi gözükse de Tûsî gibi filozoflar teorik olarak edebi daima ahlâkın altında tutmuşlardır. Özellikle filozofların yazdığı ahlâk metinleri ahlâk felsefesinin en derin problemlerine ışık tutmuştur. Bu metinler nefs ve nefse dair hallerin araştırıldığı en önemli kaynaklar arasında yer alması hasebiyle İslâm bilim tarihi bağlamında yapılacak psikoloji ve psikiyatri çalışmaları için temel başvuru kaynaklarıdır. Ahlâk araştırmasının nazarî ve amelî şeklinde ikiye ayrıldığı bu tür eserlerin teorik ahlâk meselelerinin başında da nefs ve ilgili hususlar gelmektedir. Bu meselenin yanında mizaç, huy, meleke gibi kavramlar bağlamında huyların kaynağı ve değişimi gibi önemli bir ahlâk problemi de tartışmaya açılır. Ahlâk felsefesinin bu önemli başlıklarının tartışılmasına karşın bu metinlerde yüzyıllarca bazı temel problemlerin ihmal edildiği ya da başka ilimlerdeki metinlere bırakıldığı gözlerden kaçmayacaktır. İyi ve kötünün mahiyeti, ahlâkî önermelerin kaynağı problemi, ahlâkî davranışı önceleyen bilişsel süreçler ve ilgili meseleler daha ziyade metafizik, mantık ve kelâm metinlerinde detaylı bir şekilde tartışılmıştır. Öte yandan Tûsî ile birlikte ahlâk başlıklı metinler pratik felsefenin diğer sahalarını da içeren bir genişlikte yazıldığı için söz konusu eserler İslâm siyaset düşüncesinin en önemli kaynakları arasında sayılmıştır.
Literatürün tümü incelendiğinde Arapça eserlerin daha baskın olduğu görülür. Bununla birlikte bilhassa XIII. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanan Farsça ahlâk ve siyaset metinleri literatürde gittikçe artan bir yere sahip olmuştur. Gerek Arapça ve Farsça ahlâk ve siyaset metinlerinin Osmanlı Türkçesine yapılan çevirileri ve gerekse Osmanlı Türkçesinde, şerh ya da çeviri olmayan telif metinler XV. yüzyılda artmış ve XVI. yüzyılda tam anlamıyla zirveye ulaşmıştır. XII. yüzyıldan XVI. yüzyıla kadar olan ahlâk ve siyaset metni yazan müelliflere bakıldığında hem Arapça ve hem de Farsça eserlerde İran coğrafyasının belirgin şekilde öne çıktığı söylenebilir. Bilhassa Şiraz ve çevresi bu literatüre öncülük ederken zamanla Anadolu Selçukluları ve Osmanlı döneminde Konya ve İstanbul çevreleri literatürün odağındaki bölgeler olmuştur. Bu duruma bahsedilen coğrafyada kurulan birçok devletin kattığı dinamizm, bölge devletlerinin siyasal hareketliliği, rekabeti ve zamanla istikrara ulaşılması etki ederken siyasal istikrarın kaybolduğu Endülüs’te ise Müslümanların ilmî üretimi yok olmuştur. Semerkant ve Buhara gibi ilmî merkezler, XII. yüzyıl sonrası literatüre Hint, Mağrib ve Hicaz bölgeleri ile birlikte daha az katkı veren coğrafyalardır. Osmanlı fetihleriyle birlikte XV. yüzyılın sonu ve XVI. yüzyılda İslâmlaşan Balkanlar ve Orta Avrupa kökenli âlim, edîb ve sûfilerin literatüre katkıları daha ziyade XVII. yüzyılda meyvelerini vermeye başlamıştır.
Buraya kadar özetlenen literatür XII. yüzyıldan XVI. yüzyıl sonuna kadar İslâm medeniyetindeki ahlâk zihniyetini, siyaset anlayışını ve kültürünü tam mânasıyla anlamız için yeterli değildir. Fetva mecmuaları, kanunnâmeler, adaletnâmeler, sözlü kültüre dair kaynaklar, atasözleri ve deyimlerle ilgili metinler, hicviyeler, şair tezkireleri, tarihî, destanî ve menkabevî metinler, hikâyeler, divanlar, kasideler, muammalar ve diğer nazım türündeki eserler, tarihçilerin kaleme aldığı kronikler, tabakat metinleri ve muhtelif ilimlerde yazılan eserlerde bulunan notlar, tıp metinleri ve gizli ilimler literatürü ahlâk zihniyetini çözümlemede dikkate alınmalıdır. Ayrıca tasavvuf literatürü de doğrudan ahlâk zihniyetini anlamayı sağlayan hacimli bir kaynak konumundadır. Benzer şekilde siyaset düşüncesini de yukarıda sayılan kaynaklarla sınırlı olarak ele almak doğru değildir.
[*] Bu başlık hazırlamakta olduğumuz makale çalışmasında daha teorik bir çerçevede ve genişletilmiş olarak ele alınacaktır.
[1] İsmail Durmuş, “İbnü’l-Mukaffa‘”, DİA, c. 21, s. 133.
[2] İlhan Kutluer, “İbnü’l-Mukaffa‘: Düşüncesi”, DİA, c. 21, s. 136.
[3] İbnü’l-Mukaffa‘, Kitâbü’l-Mantık, nşr. Muhammed Tâkî Dânişpejûh, Tahran: Encümen-i Felsefe-i Îrân, 1978/1357, s. 2-3.
[4] İsmail Durmuş, “Uyûnu’l-Ahbâr”, DİA, c. 42, s. 247.
[5] Ramazan Şeşen, “Câhiz”, DİA, c. 7, s. 20-24. Bu kısım için bkz. Mustakim Arıcı, İnsan ve Toplum: Taşköprîzâde’nin Ahlâk ve Siyaset Düşüncesi, Ankara: Nobel Yayın, 2016), s. 34-35. Âdâb kavramı hakkında bkz. Ch. Pellat, “Adab”, Encyclopedia Iranica, c. 1 (1983), s. 439-444.
[6] Tûsî, Nasîrüddin, Ahlâk-ı Nâsırî, nşr. Azîzullah Alizâde, Firdovs, 1399 hş., s. 15-16; Ahlâk-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2007, s. 17-18 (Bu çeviride kısmi değişiklikler yapılmıştır. M.A.).
[7] Eşref Altaş, “Hikemiyât Literatürü ve Ahlâk”, İslam Ahlak Literatürü: Ekoller ve Problemler, ed. Ömer Türker, Kübra Bilgin, Ankara: Nobel Yayınları, 2014, s. 129-132.
[8] Mahmut Kavaklıoğlu, “Hadis Edebiyatında Kitâbu’l-Edeb’lerle İlgili Bir Değerlendirme”, EKEV Akademi Dergisi: Sosyal Bilimler, sy. 2 (2001), s. 149-174.
[9] Hacı Bayram Başer, “Tasavvufu Önceleyen Dönemde Ahlâk Literatürü: Kitâbü’z-Zühd’ler”, İslâm Ahlâk Literatürü: Ekoller ve Problemler, ed. Ömer Türker, Kübra Bilgin, Ankara: Nobel Yayınları, 2014, s. 139.
[10] Semerkandî, Riyâzâtü’l-Ahlâk, thk. Semih İbrâhim Sâlih, Dımaşk: Dârü’l-Beşâir, 2006/1427.
[11] Ebü’n-Nasr et-Tabersî, Mekârimü’l-Ahlâk, Kum: Müessese-i Ensariyân, 2011.
[12] Amâsî, Tâcü’l-Edeb, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2476, vr. 1b-62b.
[13] İbn Hüzeyl, Aynü’l-Edeb ve’s-Siyâse, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1985/1405.
[14] Ruhavî, Edebü’t-Tabîb, thk. Merizen Saîd Merizen Asirî (Riyad: Merkezü’l-Melik Faysal li’l-Buhûs ve’d-Dirâsâti’l-İslâmiyye, 1992.
[15] Bkz. Mustakim Arıcı, “Kutbuddin Şîrâzî’ye Göre Tababet Sanatı ve Hekimlik Ahlâkı”, Kutadgubilig: Felsefe - Bilim Araştırmaları, sy. 22 (2012), s. 56-69.
[16] Sübkî, Mu‘îdü’n-Ni‘am: Makam ve Meslek Ahlâkı, haz. Harun Yılmaz, M. Enes Midilli, İstanbul: TYEKBY, 2019.
[17] İbn Cemâa, İslâmî Gelenekte Eğitim Ahlâkı, çev. M. Şevki Aydın, Ankara: TDV Yayınları, 2012, s. 194-209.
[18] Berra Kepekçi, “Taşköprülüzâde Ahmed Efendi’nin Şerhu Âdâbi’l-Bahs ve’l-Münâzara Eseri Bağlamında Münazara İlmi”, Taşköprülüzâde’de Bilgi, Bilim ve Varlık, ed. İhsan Fazlıoğlu, İbrahim Halil Üçer, İstanbul: İlem Yayınları, 2020, s. 121-129.
[19] Taşköprülüzâde, Şerhu Âdâbi’l-Bahs ve’l-Münâzara, Mantık Risaleleri içinde, thk. ve çev. Berra Kepekçi İstanbul: İstanbul Medeniyet Üniversitesi Yayınları, 2016, s. 52-53.
[20] Halil İnalcık, Has-bağçede ‘Ayş u Tarab: Nedimler, Şairler, Mutribler, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2017, s. 125.
[21] Keykavus, Kabusnâme, haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul: Kabalcı, 2007, s. 9, 13.
[22] İnalcık, Has-bağçede ‘Ayş u Tarab, s. 16.
[23] İnalcık, Has-bağçede ‘Ayş u Tarab, s. 229, 233.
[24] İnalcık, Has-bağçede ‘Ayş u Tarab, s. 293.
[25] İnalcık, Has-bağçede ‘Ayş u Tarab, s. 25-34.
[26] Asım Cüneyd Köksal, Fıkıh ve Siyaset: Osmanlılarda Siyâset-i Şer‘iyye, İstanbul: Klasik, 2016, s. 15.
[27] Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 75.
[28] Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 79, 84.
[29] Özgür Kavak, “Takdim: Ahlâk, Siyaset ve Hukuku Birlikte Düşünmek”, İslam Hükümdarları İçin Siyaset Rehberi: Tahrîrü’s-Sülûk fî Tedbîri’l-Mülûk içinde, haz. Özgür Kavak, İstanbul: Klasik, 2016, s. 26.
[30] Özgür Kavak, “Giriş”, Adl’e Boyun Eğmek: Ehl-i İslâm’ın Yönetimi İçin Hükümler, haz. Özgür Kavak, İstanbul: Klasik, 2010, s. 21-28.
[30] İlker Kömbe, “Adalet Dairesinin Teşekkülü ve Temel Kavramları”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2014, s. 90.
[31] Kömbe, Adalet Dairesinin Teşekkülü ve Temel Kavramları, s. 91.
[32] Kömbe, Adalet Dairesinin Teşekkülü ve Temel Kavramları, s. 353.
[33] Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 142.
[34] Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 169-193.
[35] Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 195-222.
[36] Köksal, Fıkıh ve Siyaset, s. 149.
[37] Sadık Yazar, “Gazzalî’nin XIII-XIX. Yüzyıllar Arasında Batı Türkçesinde Tercüme Edilen Eserleri”, Dîvân: Disiplinlerarası Calışmalar Dergisi, sy. 31 (2011), s. 116-124.
[1] Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 8, 10.
[1] Musannifek, Tuhfetü’l-Vüzerâ, Ayasofya, nr. 2855, vr. 6a, 10a-11a.
[1] Nail Okuyucu, “Giriş”, Seyfü’l-Mülûk, Seyfü’l-Kudât: Kâfiyeci’nin Siyasetnâmeleri, haz. Nail Okuyucu, İstanbul: TYEKBY, 2018, s. 21.
[1] Osmanlı siyasetnâmeleri hakkında ayrıntılı bir çalışma için bkz. Ahmet Uğur, Osmanlı Siyasetnâmeleri, İstanbul: M.E.B., 2001.
[1] Osmanlı döneminin, daha çok XVI. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya çıkan yönetim meselelerinin ürünü olan ıslahatnâmeler, siyasetnâme geleneğinin yeni bir türü olarak görülebilir. Bkz. Coşkun Yılmaz, “Osmanlı Siyaset Düşüncesi Kaynaklarıyla İlgili Yeni Bir Kavramsallaştırma”, TALİD, sy. 1/2 (2003), s. 300.
[1] Gelibolulu Mustafa Âlî, Nushatü’s-selâtîn, nşr. Andreas Tietz, Mustafa Âlî’s Counsel for Sultans of 1581, Wien: Österreichische Akademie der Wissenschaften, 1979, 1982.
[1] Cornell H. Fleischer, Tarihçi Mustafa Ali: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, yay. haz. Ekrem Çakıroğlu, çev. Ayla Ortaç, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 1996, s. 104; Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 8.
[1] Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 4.
[1] Ömer Faruk Akün, “Alâeddin Ali Çelebi”, DİA, c. 2, s. 317.
[1] Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 5-6.
[1] Şenol Korkut, “Siyaset: Felsefe, Din ve Şehir”, İslam Felsefesi: Tarih ve Meseleler, ed. M. Cüneyt Kaya, İstanbul: İSAM Yayınları, 2020, s. 716-719.
[1] İbn Rüşd, ez-Zarûrî fi’s-Siyâse: Muhtasaru Kitâbi’s-Siyâse li-Eflâtûn, çev. Ahmed Şahlan; şerh Muhammed Âbid el-Câbirî, Beyrut: Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, 1998, s. 184.
[1] İbn Rüşd, ez-Zarûrî fi’s-Siyâse, s. 187.
[1] İbn Rüşd, ez-Zarûrî fi’s-Siyâse, s. 194-195. Ayrıca bkz. Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 117-118.
[1] Eserin dönemi hakkındaki tartışmalar için bkz. Nâcî Tekritî, el-Felsefetü’s-Siyâsiyye inde İbn Ebi’r-Rebî‘, Beyrut: Dârü’l-Endelüs, 1983, s. 7-8.
[1] Urmevî, Letâifü’l-Hikme, nşr. Gulâm Hüseyin Yûsufî, Tahran: İntişârât-ı Bünyâd ve Ferheng-i İran, 1340 hş., s. 161.
[1] Sabina Schmidte, Reza Pourjavady, “Qutb al-Dīn Shîrâzî’s (634/1236-710/1311) Durrat al-Tâj and its Sources (Studies on Qutb al-Dîn Shîrâzî I)”, Journal Asiatique, sy. 292 (2004), s. 309-328.
[1] Joep Lameer, The Arabic Version of Tûsî’s Nasirean Ethics: With an Introduction and Explanatory Notes Leiden, Boston: Brill, 2015, s. 1-9.
[1] Burada yapacağımız alıntılar şu çalışmamıza dayanmaktadır. Mustakim Arıcı, “İbn Kemmûne’nin Ahlâk ve Siyaset Düşüncesi”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 24 (2011), s. 41-78.
[1] İbn Kemmûne, el-Kelimâtü’l-Vecîze Müştemiletün alâ Nüketin Latîfetin fi’l-İlmi ve’l-Amel, A Jewish Philosopher of Baghdad: Izz al-Dawla Kammûna and His Writings içinde, R. Pourjavady, S. Schmidtke, Leiden: Brill, 2006, s. 176-177.
[1] Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, nşr. Albert Nasri Nadir, Beyrut: Dârü'l-Maşrık, 1985, s. 120-126.
[1] İbn Kemmûne, el-Kelimâtü’l-Vecîze, s. 163, 165, 178.
[1] İbn Kemmûne, el-Kelimâtü’l-Vecîze, s. 163, 165, 178.
[1] Mustakim Arıcı, “Adudüddin el-Îcî’de Huy ve Erdem Problemi”, Nazariyat İslâm Felsefe ve Bilim Tarihi Araştırmaları Dergisi, sy. 2/4 (Nisan 2016), s. 31-56.
[1] Mustakim Arıcı, “Îcî’de Ahlâk Felsefesinin Temel Meseleleri”, İslâm İlim ve Düşünce Geleneğinde Adudüddin el-Îcî, ed. Eşref Altaş, İstanbul: İsam Yayınları, 2017, s. 526.
[1] Mustakim Arıcı, “Ahlâk-ı Adudiyye Literatürü ve Şerhlerde Yöntem Sorunu”, İslâm İlim ve Düşünce Geleneğinde Adudüddin el-Îcî, ed. Eşref Altaş, İstanbul: İsam Yayınları, 2017, s. 631-635.
[1] Mustakim Arıcı, “İlimler Tasnifi Literatüründe Ahlâk İlmi”, Mukaddime, sy. 7/1 (2016), s. 1-29.
[1] Şirvânî, “Amelî Felsefe” çev. Mustakim Arıcı, Osmanlı Felefesi: Seçme Metinler içinde, ed. Ömer Mahir Alper, İstanbul: Klasik, 2015, s. 359-371.
[1] Mehmet Şakir Yılmaz, Sultanların Aynası, Ahmed bin Hüsameddin Amâsî ve Eseri Mirâtu’l-Mülûk: İnceleme-Metin-Sadeleştirme-Tıpkıbasım, İstanbul: Büyüyenay, 2016, s. 141.
[1] Muhyi-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, haz. Murat Demirkol, İstanbul: TYEKBY, 2019.
[1] Celalzâde, Mevâhibü’l-Hallâk fî Merâtibi’l-Ahlâk, Nuruosmaniye Ktp., nr. 2629.
[1] Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 7, 10-11.
[1] Osman Demir, “Kelâm Ahlâk Düşüncesi: Tartışma Alanları ve Kavramlar”, İslâm Ahlâk Literatürü: Ekoller ve Problemler, ed. Ömer Türker, Kübra Bilgin, Ankara: Nobel Yayınları, 2015, s. 179; Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 33.
[1] Mustafa Çağrıcı, İslâm Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul: Dem Yayınları, 2006, s. 94-95.
[1] İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlı Düşünce Geleneğinde ‘Siyasî Metin’ Olarak Kelâm Kitapları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, sy. 1/2 (2003), s. 382-383.
[1] Cürcânî, Şerhu’l-Mevakıf: Mevakıf Şerhi, çev. Ömer Türker, İstanbul: TYEKBY, 2015, c. 3, s. 672-673.
[1] Gazzâlî, el-İktisâd fi’l-İ‘tikâd: İtikadda Orta Yol, çev. Osman Demir, İstanbul: Klasik Yayınları, 2012, s. 91-92.
[1] Arıcı, İnsan ve Toplum, s. 111.
[1] Tûsî, İmamet Risalesi, çev. Hasan Onat, AÜİFD, 35 (1996), s. 179-191.
[1] Özkan Öztürk, Siyaset ve Tasavvuf: Osmanlı Siyasi Düşüncesinde Tasavvufun Tezahürleri, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2015), s. 24-25.
[1] Özgür Kavak, “Giriş: Siyasete Tasavvufî Yorum”, Necmeddîn-i Dâye, Sûfî Diliyle Siyaset içinde, haz. Özgür Kavak, İstanbul: Klasik, 2010, s. 11-34.
[1] Gazzâlî, et-Tibrü’l-Mesbûk fî Nasîhati’l-Mülûk, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1988, s. 6-29.
[1] Mustakim Arıcı, “Giriş”, Taşköprîzâde, Ahlâk ve Siyaset Risaleleri içinde, İstanbul: İstanbul Medeniyet Üniversitesi Yayınları, 2016, s. 16.
[1] Necdet Yılmaz, “Zahîratü’l-mülûk”, Seyyid Ali Hemedânî, Zahîretü’l-Mülûk: Hadisler Işığında Yönetim İlkeleri Yönetici Nitelikleri içinde, İstanbul: Dârülhadis, 2003, s. 25-26.
[1] Arıcı, “Giriş”, s. 17.
[1] Eserin tahkik ve çevirisi için bkz. Taşköprîzâde, Ahlâk ve Siyaset Risaleleri, thk. ve çev. Mustakim Arıcı, İstanbul: İstanbul Medeniyet Üniversitesi Yayınları, 2016.
[1] Arıcı, “Giriş”, s. 20.
[1] Sinan Paşa, Ahlâknâme, İbrahim Efendi, nr. 408, vr. 1b.