“Yol” anlamına gelen tarikat, temelde tasavvuf yöntemini uygulayıp nefsini terbiye ederek Hakk’a ulaşmaya talip olan sâlik veya mürid ile ona rehberlik edecek bir mürşidin arasındaki ilişkiyi ve bu ilişki biçiminin doğurduğu birtakım usûl ve merâsimleri ifade eder. Nefis terbiyesinde takip edilecek dinî ve tasavvufî esaslar, büyük ölçüde bireysel ve toplumsal şartlar çerçevesinde şekillendiğinden, tarikatlar farklı zaman dilimleri ve coğrafî mekânlarda büyük çeşitlilik arz etmiştir. Tasavvuf, entelektüel bir tavır ve düşünce sistemi olarak anlaşıldığında tarikatlar, onun “kurumsal yapıları” olarak görülebilir. Bu bakımdan tarikatlar, tasavvufun daha geniş halk kitlelerine ulaşarak yaygınlık kazanmasında önemli rol oynamıştır.
Tasavvufun tarihsel gelişimi dikkate alındığında tarikatların yaygınlaşması, gerçekte büyük bir dönüşümü ifade eder. Başlarda mürid-mürşid ilişkilerinin daha çok “ilim halkası” geleneğine benzer şekilde teşekkül ettiği bilinmektedir; fakat bir mürşide intisap etmek ve onun halkasında devamlılık sağlamak son derece katı kurallara uymayı gerektiriyordu. Hicrî IV. yüzyılda bir mürşidin, yanına aldığı bir sâlikin “bir an bile çarşıyı düşünmesi halinde” hankâhtan tard edilmesini emrettiği örnekler az değildir. Tasavvufun kimlik ve meşruiyet krizi yaşadığı bu erken devrede sûfîler halk arasında yaygınlaşmaktan ziyade “insanlardan uzaklaşma ve ilahi mevhibeleri ehil olmayanlardan gizleme” ilkesini benimsediklerinden, doğal olarak, kurumsallaşma teşebbüslerinin etkisi son derece sınırlı kalmıştı. Bununla birlikte miladî XI. yüzyılın ortalarından itibaren Selçukluların Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Şiî yönetimlere son vermesi, medrese sistemini geliştirerek tahsil hayatını canlandırması ve bu bağlamda tasavvuf büyüklerine karşı olabildiğince hürmetkâr ve destekleyici davranmaları, başta Horasan havzasında olmak üzere İslâm topraklarının hemen her yerinde tasavvufa karşı ilgiyi artıran bir etki yarattı. Ancak bundan daha önemlisi, tasavvufun entelektüel zümreler arasında yaygınlık kazanmasıydı. Hicrî ilk beş yüzyılı kapsayan teşekkül döneminde tasavvuf, zühd düşüncesindeki aşırılıkları din ilimlerine karşı giriştiği meşruiyet tartışmaları vesilesiyle zapturapt altına almış ve İslâm toplumunda merkezî düşünceyi temsil eden Ehl-i sünnet’in fıkıh-kelâm disiplinlerine bağımlı bir dinî ilim olarak temeyyüz etmişti. Bu dönemde sûfîlerin kâhir ekseriyeti şehir hayatının gerekleriyle uyumlu bir tasavvuf anlayışını savunmuş; bu çerçevede tasavvuf ve din ilimleri arasındaki ilişkiyi, şeriat ve hakikat alanları arasında herhangi bir karşıtlık olamayacağını vurgulayarak ve bu minvalde tasavvufu bir din ilmi sistematiği içinde tedvin ederek tesis etmişlerdi. Doğru ve yetkin dindarlığı aynı anda biçimsel ve deruni kulluk eylemlerinin bir bütünü olarak görüp her iki tarz için de bir eğitim sürecini savunan ve “Sünnî tasavvuf anlayışı” olarak ifade edilebilecek bu anlayışın Gazzâlî ve Fahreddîn er-Râzî gibi nazarî düşüncenin önde gelen âlimleri tarafından onaylanması, tasavvufu kısa sürede toplumsal hayatın önemli unsurlarından biri haline getirdi. Ayrıca bu dönem, nefsi terbiye ederek ahlâken olgunlaşmayı hedefleyen tasavvufî eğitim anlayışında birbirinden farklı yaklaşımların benimsendiği bir dönemdi. Sadece dünyevileşmekten uzaklaşma anlamında zühd değil, aynı zamanda aşk ve muhabbet, marifet, tefekkür vb. hususiyetlerin ön plana çıktığı alternatif ahlâk ve nefis terbiyesi usûlleri, insanların tasavvufa daha kolay ve hızlı intisap etmelerini temin etti. Bu durum Bağdat, Şam, Kûfe, Mısır ve Horasan gibi muhitlerdeki tasavvuf mekteplerinin ve fırkalarının hicrî altıncı yüzyıldan itibaren yaygınlaşmasını sağladı ve günümüze dek varlığını sürdüren pek çok büyük tarikatın tesisine zemin hazırladı. Bu nedenle hicrî altıncı yüzyıla kadar görece yerel düzeyde ve sınırlı sayıda insana hitap ederek “elitist” bir görünüm çizen tasavvuf, kitleselleşmeye müsait intisap usûllerinin de benimsenmesiyle coğrafi bakımdan daha geniş bir zeminde kurumsallaşmayı başarmış görünmektedir.
İslâm düşünce tarihi bakımından tarikatların pratik ve teorik olmak üzere iki açıdan önem arz ettiği görülür. Müslümanlar hem felsefe geleneğinin hem de dinî ilimlerin duyarlılıklarını yansıtan kapsamlı ve detaylı bir ahlâk düşüncesine ulaştıklarında, bu ahlâkın talim ve tahsilinin ne suretle gerçekleşeceği, pratik bakımdan çözmeleri gereken en önemli sorun olarak temayüz etmişti. Sûfîler başlarda herhangi bir doğa ve mizaç teorisine sahip olmadıkları halde, ahlâkın değişebilirliği üzerinde önemle durmuşlar ve miladi on birinci yüzyıldan itibaren bilhassa felsefe geleneğindeki nefs ve mizaç teorilerinden beslenerek nefis terbiyesine ilişkin nazarî ve amelî ilkeler vazetmişlerdir. Bu sayede söz gelimi bir mürşid, bedensel mukavemetleri, karakterleri ve mizaçlarını dikkate alarak müritlerine farklı ölçü ve ağırlıklarda görev ve sorumluluklar yükleyebilmiş; bu sübjektiflik daha çok sayıda insanın tarikatlara yönelmesine zemin hazırlamıştır. Sûfîlerin düşüncesinde “ahlâklanmak”, İslâm’ın insana yüklediği görev ve sorumlulukları bihakkın yerine getirmekle mümkün olduğundan, İslâm dindarlığını mümkün olan en geniş zeminde tarikatların uygulamalarında canlı tutmak öncelikli hedefleriydi. Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddin-i Kübrâ’nın tarîk-i ahyâr (ibadetlerle yol almak), tarîk-i ebrâr (riyâzet ve mücâhede ile yol almak) ve tarîk-i şettâr (aşk, cezbe ve muhabbetle yol almak) üçlü tasnifi, gerçekte İslâm dindarlığının bütün biçimlerini, Hakk’a vâsıl olmayı temin eden “tarikatlar” şeklinde anladığını gösterir. Bazı tarikatlar, halk tabanında İslâm ahlâkının tahsil ve talimini kolaylaştıracak şekilde formüle ettikleri esaslarla öne çıkmışlardır. En bilinen örnek, Nakşibendiyye’nin on bir esasıdır: Hûş der dem (her an uyanık olmak), nazar ber kadem (gözü gafletten ve menfi suretlerden korumak), sefer der vatan (her adımda Hakk’a yürümek), halvet der encümen (görünüşte insanlarla birlikte iken gerçekte Hak ile beraber olmak), yâd kerd (heva ve hevesleri gönülden çıkarmak), bâz geşt (Allah’ı tek gaye haline getirmek), nigâh dâşt (lüzumsuz düşüncelerden korunmak), yâd dâşt (daima Hakk’ın huzurunda olduğunu bilmek), vukûf-i zamânî (nefis terbiyesi için vakti iyi değerlendirmek), vukûf-i adedî (zikirde sayıya riayet etmek), vukûf-i kalbî (zikirde kalbe yönelmek ve onu Allah’a yönlendirmeyi sağlamak). Dolayısıyla tarikatlar, öncelikli olarak, İslâm ahlâk düşüncesi geleneğinde ortaya konulan kişinin ebedî saadete ulaşma maksadını mümkün olan en kısa ve kolay yöntemlerle temin eden birer eğitim kurumları mesabesindeydi.
Tarikatların İslâm düşünce geleneğinin teorik yönüne ilişkin etkileri, en az yukarıda serdedilen pratik katkıları kadar önemlidir. Her şeyden önce yenilenme dönemi, hakikate ulaşmada biri istidlâl ve burhan, diğeri riyâzet ve müşâhede olmak üzere iki temel yöntemin İslâm düşünürleri ve âlimlerinin yaklaşımlarında iyiden iyiye belirginleştiği ve kimi zaman bu iki yöntemi mezceden eğilimlerin görüldüğü bir devreydi. Bu durum bilhassa on dördüncü yüzyıldan itibaren hem nazari sahada hem de amelî sahada yetkinleşmeyi hedefleyen yeni bir âlim tipini doğurmuştur. Bu âlim tipi hem felsefenin ve dinî düşüncenin kadim sorunlarında uzmanlaşan ama aynı zamanda bir tarikata mensup olarak sülûkunu sürdüren yönüyle öne çıkmıştır. Vahdet-i vücûd takipçisi Kâşânî’ye intisap eden Osmanlı’nın ilk müderrisi Dâvûd-i Kayserî (ö. 751/1350) ya da Ebheriyye, Rifâiyye ve Zeyniyye tarikatları içerisinde tasavvufî eğitimini tamamladığı bilinen ve bir vahdet-i vücûd takipçisi olan Osmanlı’nın ilk şeyhülislâmı Molla Fenârî (ö. 834/1431) akla gelen önemli örnekler olarak zikredilebilir. Uzun yıllar boyunca sadece Osmanlı topraklarında değil, İslâm dünyasının farklı muhitlerinde de misalleri görülen bu yeni âlim tipi, tarikatların hem halk kesiminde hem de entelektüel zümreler arasında yaygınlaşmasının doğal bir sonucudur. Öte taraftan tarikat müessisi kabul edilen kimi mutasavvıflar, toplumun bütün kesimlerine hitap eden bir ahlâklanma yolu olarak gördükleri tasavvuftan hareketle siyaset düşüncesine yönelik görüşler serdetmişlerdir. Söz gelişi bir Kübrevî şeyhi olan Necmeddîn-i Dâye, Mirsâdü’l-‘ibâd başlıklı tasavvufî eserinin meşhur son bölümünü, ideal bir toplum için sultanlardan zanaatkârlara kadar çeşitli sınıfların ve meslek gruplarının takip etmeleri gereken seyrüsülûk esaslarını anlattığı bir “siyâsetnâme” olarak tasarlamıştır. Bir âlim için tarikata mensup olmak, nefis terbiyesini sağlamak ve amelî yetkinliğini temin etmek maksadı dışında aynı zamanda mensup olduğu tarikatın, düşünce dünyasını belirleyen etkilerini de taşıması anlamına gelmektedir. Muhtemelen böylesi bir etkilenme biçiminin örneklerine, özellikle daha erken devirlerde belirli akâid ve fıkıh mezheplerine mensup olan âlimlerin tasavvufa karşı müspet ya da menfi tutumlarında rastlanabilir. Nitekim erken çağında tasavvufun yaygınlaşmasında Eş‘arî-Şâfiî âlimlerin müspet tavırlarının etkili olduğu öne sürülmüştür. Benzer bir durumu, tarikat mensubu âlimlerin entelektüel duruşlarına yansıyan tavırlarında da müşâhede ederiz. Bu bağlamda söz gelişi Nakşibendilik tarikatının, tekke ya da zaviye gibi belirli mekânlarla sınırlanmak yerine sohbet, râbıta ve gizli zikir gibi uygulamalar vesilesiyle olabildiğince geniş bir tabana yayılarak klasik tarikat formunu aşıp merkezî bir muhafazakâr dindarlık tavrına evrilmesi, bu tarikata dinî ve şer‘î duyarlılıkların had safhada dikkate alındığı bir mektep karakteri de kazandırmıştır. Tarikatın Müceddidiyye kolunu kuran İmâm-ı Rabbânî’nin, kendisinden önce Nakşibendî mürşidleri tarafından hüsnükabul ile karşılanan vahdet-i vücûd düşüncesinin kimi yönlerini tenkit etmesi, tarikatın bu özelliğinin yansımalarından biri kabul edilebilir. Başka bir örnekte erken dönemdeki katı zühd anlayışını anımsatan ilkeleriyle Sühreverdiyye, Hint alt kıtasında hadis eğitiminin yaygınlaşmasında en az hadis mektepleri kadar etkili bir rol oynamıştır. Selçuklulardan itibaren medrese ve tekke kurumları arasında gözlenebilen olumlu ilişkiler, Osmanlı döneminde de sürmüş; XVI. ve XVII. yüzyıllarda Halvetîlik tarikatının Sivâsiyye koluna mensup mutasavvıflar ile bir grup âlim arasında sema, raks, sesli zikir gibi tarikat uygulamalarına yönelik tartışmaların yaşandığı bazı kriz anlarında bile, dinî ilim ve düşünce geleneğinin birikiminin işlendiği zengin bir literatüre kaynaklık etmiştir. Dolayısıyla tarikatları ve onların sosyo-kültürel planda yarattıkları etkileri göz önünde bulundurmak, İslâm düşünce geleneğinin gelişim seyrini anlamada azımsanmayacak öneme sahiptir.
Günümüzde varlığını sürdüren büyük tarikatların pek çoğu hicrî altıncı yüzyılda Irak ve Horasan havzasında teşekkül etti. Bu tarikatların her biri evrâd, ezkâr, âdâb, erkân, tekke ve vakıf gibi hususlarda diğerlerinden farklı birtakım kurumsal karakteristiklere sahipti. Abdülkâdir-i Geylânî’ye (ö. 561/1165) nispet edilen Kâdiriyye Bağdat’ta kurulan ve elliye yakın koluyla İslâm dünyasının hemen her muhitinde yayılan ilk büyük tarikatlardan biridir. Ahmed er-Rifâî’ye (ö. 578/1182) nispet edilen Rifâiyye ise Irak’ın güneyindeki Batâih bölgesinde kuruldu ve zamanla otuza yakın koluyla birlikte Suriye, Hicaz, Yemen, Mısır, Anadolu ve Balkanlara yayıldı. Mısır Tanta’da kurulan ve Ahmed el-Bedevî’ye (ö. 675/1276) nispet edilen Bedeviyye tarikatı ile Mısır Desûk’ta kurulan ve İbrahim b. Abdülaziz ed-Desûkî’ye (ö. 676/1277) nispet edilen Desûkıyye tarikatı da yine Mısır, Kuzey Afrika ve Suriye muhitinde yaygın olan tarikatlardı. Hicrî VI. yüzyılda Suriye’de kurulan ve Sadeddin el-Cebâvî’ye nispet edilen Sa‘diyye tarikatı da Şam merkez olmak üzere Suriye, Filistin ve daha sonra Anadolu sahasında yayılan büyük tarikatlardan biriydi.
Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin (ö. 563/1168) kurucusu olduğu ve bazen yeğeni Ebû Hafs Şehâbeddin es-Sühreverdî’ye (ö. 632/1234) nispet edilen Sühreverdiyye de aynı devirde Bağdat’ta teşekkül etti ve zamanla Irak’la birlikte Suriye, İran, Pakistan, Hindistan, Çin, Türkistan bölgelerinde yayıldı. Fatih devrinde İstanbul’daki en yaygın tarikat olan Zeyniyye, Sühreverdiyye’nin bir koluydu. Yine Ebü’n-Necîb’in yerine geçen halifesi Kutbüddîn el-Ebherî’den (ö. 572/1177) Ebheriyye kolu, bu koldan ise Evhadüddîn-i Kirmânî (ö. 635/1238) vasıtasıyla Evhâdiyye tarikatı teşekkül etti. Sühreverdiyye’nin İbrâhim Zâhid-i Geylânî’ye (ö. 700/1301) ulaşan bir başka silsilesinden Zâhidiyye tarikatı doğdu. Esmâ zikriyle seyr-u sülûk usûlünü tespit eden şeyh olarak bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî, İran’ın Geylân bölgesinde, Şirvan, Doğu Azerbaycan ve Horasan’da irşad faaliyetleriyle tanınmış, kendisine nispet edilen Zâhidiyye tarikatından Safeviyye ve Halvetiyye tarikatları teşekkül etmiştir. Halvetiyye tarikatının kurucusu Ömer el-Halvetî (ö. 800/1397), İbrâhim Zâhid-i Geylânî’nin halifelerinden amcası Ahî Muhammed Halvetî’nin yanında yetişti, daha sonra faaliyetini Tebriz’de sürdürdü. Tarikatta ikinci pir kabul edilen Yahyâ Şirvânî (ö. 868/1463) ile Halvetiyye, Azerbaycan topraklarında ciddi gelişme gösterdi ve buradan Anadolu’ya, Balkanlar, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Sudan, Habeşistan ve Güney Asya’ya yayılarak kırkı aşkın koluyla İslâm dünyasının en etkili tarikatlarından biri oldu. Öte taraftan İbrâhim Zâhid-i Geylânî’nin halifesi Safiyyüddîn-i Erdebîlî’ye (ö. 735/1334) nispet edilen ve Erdebil şehrinde kurulduğu için Erdebîliyye diye de anılan Safeviyye tarikatı ise Azerbaycan başta olmak üzere Kırım, Gürcistan, Horasan, Türkistan, Hindistan, Seylan, İran, Irak, Suriye, Lübnan, Hicaz, Anadolu ve Rumeli gibi çok geniş bir bölgeye yayıldı. Miladî XVI. yüzyılın başında Safevî devletini kuran Şah İsmail, Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin neslinden geliyordu. XV. yüzyılda Safiyyüddîn-i Erdebîlî’nin torunu Hâce Ali’nin Anadolu’daki halifelerinden Somuncu Baba olarak bilinen Hamîdüddin Aksarâyî vasıtasıyla devam eden silsileden Hacı Bayram-ı Veli’ye (ö. 833/1430) nispet edilen Ankara merkezli Bayramiyye tarikatı doğdu. Aziz Mahmud Hüdâyî’ye nispet edilen Celvetiyye tarikatı, Bayramiyye’nin bir koludur.
Hicrî VI. yüzyıl Horasan havzası için de büyük tarikatların doğuşu bakımından canlı bir dönemdi. Hâce Yusuf el-Hemedânî’ye (ö. 535/1140) kadar Bâyezid-i Bestâmî’ye nispetle Tayfûriyye olarak devam eden kol, el-Hemedânî ile birlikte Hâcegân; Bahâeddin Nakşibend (ö. 791/1389) ile beraber de Nakşibendiyye adını alarak devam etti. Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden Ahmed Yesevî (ö. 562/1166) Orta Asya’da göçebe Türk kavimleri arasında irşad faaliyetlerini sürdürdü ve kendisinden sonraki kol Yeseviyye olarak anıldı. Hicrî yedinci yüzyılda Anadolu’ya gelerek Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) dergâhını kuran Yesevî dervişlerinden Hacı Bektâş-ı Veli (ö. 669/1271), Bektaşiyye tarikatının piridir. Yûsuf el-Hemedânî’nin bir diğer halifesi Abdülhâlik-ı Gucdüvânî (ö. 575/1180) ise irşad faaliyetlerini Maveraünnehir bölgesinde yürüttü ve ortaya koyduğu prensiplerle Nakşibendiyye tarikatının öncüsü oldu. Bahâeddin Nakşibend’e (ö. 791/1389) nispet edilen Nakşibendiyye, bazı istisnalar dışında İslâm dünyasının hemen her bölgesine yayılan en büyük tarikatlardan biridir. İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) ile birlikte hicrî on birinci yüzyılda Hindistan’da teşekkül eden Müceddidiyye kolu Nakşibendiyye’yi Hindistan’daki en faal tarikatlarından biri haline getirdi ve bu koldan on dokuzuncu yüzyılda Hâlid el-Bağdâdî’ye nispet edilen Hâlidiyye kolu doğdu.
Necmeddin-i Kübrâ’ya (ö. 618/1221) nispet edilen Kübreviyye, Yeseviyye ve Nakşibendiyye birlikte Orta Asya kökenli üç büyük tarikattan biridir. Ünlü mutasavvıf ve müfessir Necmeddin Dâye er-Râzî (ö. 654/1256) bir Kübrevî şeyhiydi. Babası bir Kübrevî şeyhi olan ve çocukken ailesiyle birlikte Anadolu’ya gelen Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ö. 672/1273) Konya’da yaşamış ve buradaki faaliyetleri neticesinde Mevlevîlik doğmuştur. Mesnevî ve Divân-ı Kebîr gibi tasavvuf edebiyatının en önemli eserlerinden bazılarını telif eden Mevlânâ’nın yolu, Anadolu topraklarından sonra Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Balkanlar’da geniş bir coğrafyaya yayıldı ve bilhassa oğlu Sultan Veled (ö. 712/1312) tarikatın kurumsal özelliklerini belirlemede önemli rol oynadı.
Hicrî VI. yüzyılda Kuzey Afrika’da teşekkül eden ilk tarikat, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin manevi üstadı olarak kabul ettiği Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin’e (ö. 594/1198) nispet edilen Medyeniyye idi. Kuzey Afrika’dan sonra bu tarikat, İç ve Orta Afrika ile Ortadoğu’ya kadar yayıldı ve Ebû Saîd Halef kanalıyla gelen silsileden Şâzeliyye tarikatı doğdu. Şâzeliyye tarikatının kurucusu Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî (ö. 656/1258) Tunus civarında irşad faaliyetlerini yürüttü ve zamanla yüz civarında kola ulaşan tarikat Tunus’un yanı sıra Fas, Cezayir, Mısır ve Libya başta olmak üzere pek çok Afrika ülkesinde yayıldı.
Dinî hayattaki bu zengin ve canlı dönüşüm, hicrî VII. yüzyıldan itibaren her biri birer klasik sayılan çok sayıda edebî ürünün ortaya konmasına vesile oldu. Mevlânâ’nın eserlerinden başka bu dönemde İran’da hem coşkun tasavvuf anlayışı ile hem de tefsir alanında yazdıklarıyla Rûzbihân-ı Baklî (ö. 606/1209) kendisinden sonraki mutasavvıfları derinden etkiledi. Feridüddin-i Attâr (ö. 618/1221) hem Tezkiretü’l-evliyâ adlı eseriyle tasavvuf tarihi yazıcılığının hem de Mantıku’t-tayr ve İlahinâme gibi eserleriyle manzum edebiyatın en mühim eserlerinden bazılarını kaleme aldı. Şiirleri daha sonra vahdet-i vücûd ekolüne mensup mutasavvıflar tarafından çok sayıda şerhte konu edilen İbnü’l-Fârız (ö. 632/1235) ve gelmiş geçmiş en büyük mutasavvıf şairlerden Yunus Emre (ö. 720/1320), yine bu dönemde yaşamışlardır. Lema‘ât sahibi Fahreddin-i Irâkî (ö. 688/1289) şiirleriyle bilhassa vahdet-i vücûd düşüncesinin tercümanlarından biri kabul edilirken; İranlı mutasavvıf Mahmud Şebüsterî’nin (ö. 720/1320) Gülşen-i Râz isimli eseri tıpkı Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı gibi tasavvufun özlü ifadelerinden biri sayılır. Tasavvuf edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Hikem-i Atâiyye’nin müellifi İbn Atâullah el-İskenderî (ö. 709/1309), Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî ve Ebü’l-Abbas el-Mürsî’den sonra tarikatın üçüncü büyük ismidir. Kâdiriyye tarikatının Anadolu’da yayılmasına öncülük eden Eşrefoğlu Rûmî’nin (ö. 874/1469) Müzekki’n-nüfûs’u tekke edebiyatının en meşhur klasiklerinden biri oldu. Molla Abdurrahman Cami (ö. 898/1492) hem metafizik sahada hem de tasavvuf edebiyatı sahasındaki eserleriyle ön plana çıkarken; bir sonraki yüzyılda Abdülvehhâb eş-Şâ‘rânî (ö. 973/1565) hemen hemen her tür ve üsluptaki eserleriyle geride zengin bir literatür bıraktı.
Son dönem Osmanlı âlimlerinden Harîrîzâde (ö. 1299/1882) bir tür tarikatlar ansiklopedisi niteliğindeki kapsamlı eseri Tibyânü vesâili’l-hakâik’inde çeşitli kolları ve şubeleriyle -tekrarlar hariç- 160’tan fazla tarikatı tanıtır. Bunların büyük çoğunluğu yukarıda zikredilen ana tarikatlardan neşet eden kollar veya şubelerdir ve yine kâhir ekseriyetinin bugün aktif olarak devam etmediği bilinmektedir. Son iki yüzyıldan beri, genelde tasavvuf özelde tarikatlar, bir yandan Modernist anlayışa öte taraftan da Selefî tavra yakın eğilim ya da akımlar tarafından tenkit ve tehdit edilmeye devam etmektedir. Bununla birlikte tarikatlar başta Müslümanların Kuzey Afrika’daki bağımsızlık mücadelelerinde ya da İslâm’ın Güneydoğu Asya ve Kuzey Amerika’da yayılışında gözlenen etkin rolleri dikkate alındığında, yenilenme döneminde olduğu gibi arayışlar döneminde de önemini korumayı sürdürmektedir.