Bâkıllânî

(ö. 403/1013)
Eş‘arî kelâmcısı ve Mâlikî fakihi
- A +

Hayatı

Bâkıllânî 330/941-42 yılı civarında doğdu. Basra’da eğitim hayatına başladı. İmam Eş‘arî’nin öğrencilerinden İbn Mücâhid et-Ta‘î ve Ebül-Hasan el-Bâhilî’den kelâm, usûl, fıkıh ve ahlâk ilimlerini tahsil etti. Öğrenimini tamamlamak için Bağdat’a gitti ve Bağdat’taki âlimlerden ders aldı. Ebû Abdullah eş-Şirâzî ve İbn Ebî Zeyd el-Kayravânî’den Malikî fıkhı öğrendi. Ayrıca burada hadis rivayetleri dinledi. Daha sonra Basra’ya döndü ve Basra camiinde ders verdi. Büveyhî hükümdarı Adudüddevle’nin daveti üzerine Şîraz’a gitti ve burada farklı mezheplere mensup bilginlerle tartışmaların yapıldığı meclislere Ehl-i Sünnet temsilcisi olarak katıldı. Kelâmî ve fıkhî konulardaki münâzaralarda başarı sağladı ve bu sebeple Adudüddevle onu oğlu Simnânüddevle’ye hoca olarak tayin etti. Burada çeşitli kelâmî ve fıkhî konularda münâzaralar yaptı ve üstünlüğünü kabul ettirdi. Adudüddevle, Bâkıllânî’yi oğlu Simnânüddevle’yi yetiştirmekle görevlendirdi. Ayrıca onu Bizans’ın başkenti Kostantiniyye’ye elçi olarak görevlendirdi. Bizans İmparatoru II. Basilius huzurunda birçok papazla Hristiyanlık ve İslâm’a ait kelâmî, fıkhî ve siyasî konularda münâzaralar yaptı. Bağdat, Ukberâ ve Sağr’da kadılık yaptı. Daha sonra Adudüddevle’nin vefatı üzerine Bağdat’a döndü ve burada ölümüne kadar müderrislik yaptı. Derslerine İslâm dünyasının her tarafından öğrenciler katıldı. Çeşitli dinî grupların liderleriyle münâzaralar yaptı. Halife Kâdir-Billâh tarafından Bâtınîlere karşı vazifelendirildi, elçi olarak görevlendirildi ve bu amaçla bir kitap da yazdı. 

Bâkıllânî 23 Zilkade 403 (5 Haziran 1013) tarihinde Cumartesi günü Bağdat’ta vefat etti.

Öğretisi

Bâkıllânî birçok dinî alanda eserleri olmakla birlikte kelâm ilmindeki eserleri ve görüşleriyle temayüz eder. Kendisi, Eş‘arîliğin sistemli bir mezhep haline gelmesinde önemli katkıları olan bir âlimdir. 

Bâkıllânî Eş‘arîliğin bilgi felsefesinin sistemleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Özellikle onun bilgi tanımı ve delillendirme konusundaki çabaları dikkate değerdir. İstidlal kurallarını belirleme, lügavî, semî ve aklî delillerin sınırlarını tespit etme, sebr ve taksim yöntemini uygulama gibi konular bunlara örnek verilebilir. Onun özellikle gaybi olanı şahid olana kıyaslama yoluyla kelâmî konuları ispat ettiğini belirtmek gerekir. İbn Haldûn ayrıca Bâkıllânî’nin delilin geçersizliğinin medlülün geçersizliğini gerektireceği şeklindeki akıl yürütmeyi kullandığını söylese de Bâkıllânî’nin bu anlayışı eleştirdiğini görmek mümkündür. Bütün bu çabalarıyla onun Eş‘arîliğin bilgi teorisini inşa ettiğini söylemek mümkündür.

Bâkıllânî’nin özellikle hudus teorisi bağlamında atomculuk düşüncesini Eş‘arî siteme yerleştiren âlimlerden biri olduğu söylenebilir. Onun âlemin bölünemeyen atomlardan oluştuğuna, atomların mütemasil olduğuna ve atomların evrenin içindeki boşluklarda hareket ettiğine dair görüşlerine bu çerçevede dikkat çekilebilir. Arazların sürekli yaratıldığını ve cismin varlığının da oluş arazının sürekli yaratılmasıyla devam ettiğini düşünür. Nihayet cevherler arazların her an Allah tarafından yeniden yaratılması itibariyle ve varlıklarını arazlarla sürdürmeleri itibariyle hadistir.

Allah’ın varlığının ispatı da bu cevher araz görüşüne binaen hudûs delili ile mümkündür. Allah’ın sıfatları zâtî ve fiilî kısımlarına ayrılır ve zâtî sıfatlar zâtla birlikte ezeli, fiilî sıfatlar hadistir. 

Mu‘tezile’den Ebû Hâşim, Eş‘arî gelenekten ise Cüveynî’nin belli bir döneminde Bâkıllânî’nin ise bütün hayatı boyunca hal görüşüne sahip olduğu kelâm kitaplarında yaygın olarak belirtilir. Buna göre hal, mevcut ve ma‘dûm arasında bir vasıta olup varlık ve yoklukla nitelemeyen sıfatlardır.  Ebû Hâşim tarafından savunulan ahvâl görüşüne göre, sıfatlar ilâhî zatın varlık ve yoklukla nitelenemeyen halleridir. Bâkıllânî ise halleri ilahî sıfatların halleri kabul etmekle birlikte sıfatlar ile haller arasındaki deterministik ilişkiyi reddeder, manalar ve haller arasındaki ilişkinin illetini ilahî kudret ve irade olarak düşünür.

Fıkıh Usûlü

Bâkıllânî, İmam Şâfiî (ö. 204/820) sonrası fıkıh usûlü çalışmalarında -Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025) ile birlikte- belli bir aşamayı temsil eder. Mevcut birikimi açımlamayla gelişen süreç, bu usûlcülerde temel problemlerin çözümünü önceleyen bir yaklaşıma yerini bırakır. Bâkıllânî merkezli değerlendirdiğimizde onun, konuları belli bir sistem dâhilinde ele aldığını görmekteyiz. Nitekim günümüze eksik de olsa ulaşan Takrîb’de fıkıh usûlünün ana hatlarını belli bir örgü içerisinde ortaya koyar. Yine önceki birikimle hesaplaşmayı ihmal etmez. Bu eserde özelikle Ebû Hanîfe (ö. 150/767), İmam Mâlik (ö. 179/795), İmam Şâfiî gibi mezhep imamları ve bunların ashâbına yer verdiği gibi Îsâ b. Ebân (ö. 221/836), Muhammed b. Dâvûd ez-Zâhirî (ö. 297/910), İbn Süreyc (ö. 306/918), Ebû Hâşim el-Cübbâî (ö. 321/933) Ebü’l-Hasen el-Eş‘arî (ö. 324/935-36) Ebü’l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/952) gibi doğrudan usûl veya kelâm âlimlerine atıfla da görüşleri kritik eder. Meselenin fıkıh, kelâm veya Arap dili gibi farklı disiplinlerle irtibatlı yönleri varsa bunları, ilgili alanın esasları çerçevesinde ele almaya itina gösterir. Konuların kelâm ilmiyle bağlantısını ortaya koymada ise daha fazla bir hassasiyet dikkat çeker. Yine felsefe-mantık ilminden de kavramlar ve yer yer esaslar düzeyinde istifade eder. Ayrıca bazı meseleleri ortaya koyduktan sonra kendi görüşünü vakf /tevakkuf şeklinde açıklar ve konuya dair net bir sonuç ortaya koymaz.  

Aslında onun tasarrufları, ilk müellifler arasında bulunması nedeniyle farklı bir anlam taşır. Ancak burada belli başlı konulardaki yaklaşımlarını kendi fıkıh usûlü eseri et-Takrîb ve’l-irşâd merkezli değerlendirilecektir. İlgili çalışma günümüze tam olarak ulaşmadığından eksik kalan yerleri, bu veya Bâkıllânî’nin diğer usûl çalışmalarından birinin muhtasarı olan Cüveynî’ye (ö. 478/1085) ait Telhîs adlı eser üzerinden izlenecektir. 

Bâkıllânî ilmi, “mâlûmu olduğu gibi bilme” diye tanımlar. Yine “mâlûmun, olduğu şekliyle ortaya çıkması” şeklindeki tanımı da uygun görür. Fıkıh usûlü ise birtakım bilgilerden ibaret olup bunlar, mükellefin fiilleriyle ilgili ahkâmı bilmenin asıllarıdır. Fıkıh usûlünü temelde sekiz ana konu üzerine oturtan Bâkıllânî, bunları sırasıyla şöyle takdim eder: Kitap ve sünnette vârid olan hitap, Hz. Peygamber’in mücmeli beyan veya bir hükmü ilkten koyma anlamındaki fiilleri, haber teorisi, âhad haber, icmâ‘, kıyas, müftî-müsteftî ve taklit, hazr ve ibâha. Takrîb’de fıkıh usûlüne giriş mahiyeti taşıyan ancak daha çok kelâmla ilgili bahisler olan ilim, akıl, delil, nazar, fiil gibi konulara yer verir; bunların usûlle bağlantısını kurmayı da ihmal etmez. Yine bu bağlamda tanım nazariyesi ortaya koyması da bir başka dikkat çeken husustur. 

Bâkıllânî’ye göre teklif, bir fiili yerine getirmeyi veya ondan sakınmayı talep etme anlamındadır. Bundan ötürü mübah, teklif kapsamına girmez. Mükrehin aksine sarhoş, teklifle muhatap değildir. Bâkıllânî, dillerin menşeinin tevkîfî ya da ıstılâhî mi olduğu noktasında bütün ihtimalleri aklen câiz görmekle birlikte bu konuda kesin bir delilin olmadığını söyler. Sarf vb. gibi belli kurallar çerçevesinde yapılanlar hariç isimlerde kıyasın söz konusu olmayacağını belirtir. Allah Teâlâ lügavî isimlere, özel şer‘î anlam ve hükümler yüklememiş; insanlara sadece Arap dili çerçevesinde hitap etmiştir. Yine Kur’an’da yabancı dillerden geçen kelimeler bulunmamaktadır. 

Bâkıllânî, müteşâbih lafızla ilgili sonraki dönemde yaygın olan kullanımdan farklı bir tercihte bulunur. Ona göre bir hitâb farklı manalar barındırır ve bunların hepsini hakikat veya bir kısmı hakikat bir kısmını mecâz anlamda içerirse; bununla birlikte lafzın zâhirinden de kastedilen mana anlaşılamazsa o takdirde lafız müteşâbih olur. Boşanan kadınların bekleyeceği süreyi ortaya koyan ayette (el-Bakara 2/228) geçen kurû‘ lafzı buna örnektir. Burada lafzın hem hayız hem de temizlik dönemi anlamına gelmesi muhtemeldir ve dolayısıyla bu lafız, müteşâbih olmaktadır. Nitekim benzer yaklaşım, Cessâs’ta da görülür.

Karinelerden mücerret emir sıygası, vücûb ve nedb arasında müşterektir; bunlardan birisine karine ve delil olmadan hamledilemez.  Yine o, mübâhın emredilmiş şeyler kapsamında değerlendirilemeyeceğini de özellikle vurgulamaktadır. Emri hemen yerine getirip getirmeme konusunda yapmaya azmetmek şartıyla terâhîyi savunan Bâkıllânî, mutlak emrin tekrara delâleti hususunda ise tevakkuf gerektiğini söyler. Nehyedilen şey için de emirle aynı hususlar geçerlidir. Bununla birlikte mutlak nehyin, o şeyi bir kere yapmamakla yerine getirilmiş olacağını ihsas eden ifadeleri bulunsa da Bâkıllânî’nin burada da yine tevakkufa gittiğini söylemek daha isabetli gözükmektedir. Ayrıca ona göre nehyedilen şeylerden kaçınmanın sürekliliği hârici delillerden elde edilmektedir. 

Hz. Peygamber’in mücmeli beyan veya bir hükmü ilkten koyma gibi bir bağlamda olmayıp mutlak olarak gelen filleri hakkında da tevakkuf gerekir. 

Haber, doğru veya yalan olmakla vasıflanabilendir. Burada terdid (ev/veya) ifadesinin tercihi, Şâri‘in haberinin yalan ile vasıflanmasının mümkün olamayacağından hareketle bu noktada farkındalık oluşturmaya matuftur. Çoğulun alt sınırı ikidir. Dört ve daha az kişiden gelen haberin tevâtür ifade etmeyeceği kesindir. Bununla birlikte alt sınır konusunda net bir sayı söylenemez. Adâleti ortaya konulmayan râvîden gelen rivayet kabul edilmez. Bundan ötürü mürsel haberle amel geçerli değildir. Râvinin kendi haberiyle amel edip etmediği bir tercih kriteri olarak ileri sürülemez. Yine iki haberden biri hazrı diğeri ibâhayı gerektirdiği durumda ihtiyata dayanılarak yasaklamayı içeren haber de tercih edilemez. Zira ihtiyât, haberin nakline dair bir tercih faktörü mahiyeti taşımaz.

Bâkıllânî, beyânın ihtiyaç anına kadar tehirini, yapılması istenilen şeyin mahiyeti uygunsa mümkün görmektedir. Yine beyâna ihtiyaç duyulan şeyin âmm, mücmel, emir, nehiy veya haber olması açısından bir farklılık söz konusu değildir. Beyânın tedricen yapılmasını da mümkün ve vâki görür. Nesih, hükmün sabit olduktan sonra kaldırılmasıdır (ref‘). Tahsisle farkı, hükmün sabit olduktan, yapılma zamanının gelmesinden ve gereğinin yerine getirilmesinden sonra kaldırılmasıdır. Tahsis ise bir lafız ile neyin kastedilip edilmediğini –ki kastedilmeyen husus zaten başta da mütekellimin maksadı değildi- beyan etmektir. Nas üzerine ziyâde, ziyade yapılanda bir hükmün kaldırılmasını içeriyorsa o takdirde nesihtir; içermiyorsa bu nesih değildir. Mefhûmu’l-muvâfakaya teknik anlamda kıyas denilemez. Zira burada, kıyas ve istinbata ihtiyaç olmaksızın mananın anlaşılabildiği noktasında yetkin âlimler aynı kanaattedir. Mefhûmu’l-muhâlefe ile hüküm verilemez. Mefhûmu’l-gâyeye gelince Bâkıllânî, bunun dikkate alınacağını söyler ve hükmün bir gayeye bağlanmasını, sonradan gelen kısmın öncekinin zıddına delalet edeceğiyle yorumlar.

Bir kişinin muhalefetinin ve vefatının icmâ‘da dikkate alınabilmesi için içtihatta bulunmuş olması veya bütün fürû‘ meselelerini ezberlemesi şart değildir. Kelâm ve fıkıh usûlünde ehil; delillerin nasıl elde edildiği, bunların ne tür fonksiyon ifade edeceği, istinbat yolları, delillerin teâruzu durumunda tercihin nasıl yapılacağı gibi hususlarda yetkin olmak kâfidir.

Kıyasın celî ve hafî şeklinde ayrılması doğru değildir. Zira biz illeti nastan kesin bir şekilde elde edebiliyorsak burada zan söz konusu olmaz ve bu durumda da konu, içtihâdî olmaktan çıkar; herkesin tabi olacağı kesin bilgi ifade eder. Müçtehit, bir meselenin hükmü hakkında gerekli bütün araştırmasını yaptıktan sonra vücûbuna dair bir delalete ulaşamadığı takdirde vücûbu nefyetmesi caiz olur. Ama diğer türlü istishâb, tartışmada karşı tarafa ileri sürülebilecek bir mahiyet taşımaz. Her müçtehit, musîbdir.  Müctehidin kelâm ilmine dair derin bilgisinin olması, bir şart olarak aranır.

Bâkıllânî, fıkıh usûlüne dair temel meseleleri etraflıca tartışan ilk âlimlerden olması hasebiyle, bilhassa mütekellimin usûlcüler tarafından tercih ve tasarrufları dikkate değer bulunan bir simâdır. Ancak ona yönelen bu teveccüh, Hanefî usûl eserlerinde derin bir sükûta dönüşür. Abdülazîz el-Buhârî (ö. 730/1330), İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457) ve şârihleri ile Bahrülulûm el-Leknevî (ö. 1225/1810) dışında Bâkıllânî’ye atıfta bulunan Hanefî usûlcü bulmak zordur.

Öne Çıkan Eserleri

  • el-İnsaf: haz. Muhammed Zâhid Kevserî, Mektebü Neşri’s-Sekâfe el-İslâ- miyye, Kahire 1369/1950; nşr. İmadüddin Ahmed Haydar, Beyrut 1407/1986; thk. Muhammed Zahid el-Kevseri, Müessesetü'l-Hanci, Kahire 1963.
  • Temhîdü’l-Evâil ve Telhîsü’d-Delâil: haz. İmâdüddin Ahmed Haydar, Müessesetü’l-Kütübi’s-Sekâfiyye, Beyrut 1407/1987.
  • el-Beyân: thk. Richard J. McCarty, el-Mektebetü'ş-Şarkıyye, Beyrut 1958.
  • et-Takrib ve'l-İrşad: es-Sagir: thk. Abdülhamid b. Ali Ebû Zenid, Müessesetü'r-Risâle, Beyrut 1993/1413.
  • İ'cazü'l-Kur'ân: nşr. Muhammed Abdülmün' Hafaci, Mektebetu Muhammed Ali Sabih, Kahire 1951.
  • el-İntisar li'l-Kur’ân: thk. Fuat Sezgin, Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, Frankfurt am Main 1986/1407.
  • et-Temhid fi'r-Red ale'l-Mülhideti'l-Muattıla: thk. Mahmûd Muhammed Hudayri, Dârü'l-Fikri'l-Arabi, Kahire 1947.



    • Hüseyin Kahraman, “Bâkillâni’nin Ahvâl Görüşünün Nedensellik Açısından Değerlendirilmesi”, İhya Uluslararası İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 3/1 (2017), s. 65-83.
    • Cağfer Karadaş, “Bizans Sarayında Müslüman-Hıristiyan Münâzarası-Büveyhî Elçisi Bâkıllânî ile İmparator II. Basieios Arasında Geçen Tartışma”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 22 (2009), s. 1-35.
    • Kutb Mustafa Sanu, “Ârâü’l-Kâdî Ebî Bekr el-Bâkıllânî ve Eseruhâ fî ‘İlmi Usûli’l-Fıkh”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Câmiatü Melik Suûd, Riyad 1412/1992.
    • İlyas Yıldırım, “Fıkıh Usûlünde el-Bâkıllânî’nin el-Gazzâlî’ye Tesiri (Hüküm Çıkarma Metodları Çerçevesinde)”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Rize 2008.
    • Şerafeddin Gölcük, “Bakıllani”, DİA, c. 4, s. 531-35.
    • Şerafeddin Gölcük, Bakıllani ve İnsanın Fiilleri, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1997.
    • Cağfer Karadaş, Bâkıllânî’ye Göre Allah ve Âlem Tasavvuru, Arasta Yayınları, Bursa, 2003.
    • Hasan Hüseyin Tunçbilek. “Ebû Bekir Bâkıllânî Hayatı ve Bazı Kelâmî Görüşleri”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 4 (1998), s. 1-21.
    • Kamil Güneş, İslâmi Düşüncenin Şekillenişinde Akıl ve Nass: Bâkıllânî ve Kadı Abdulcebbar’da Kelâmullah Meselesi Örneği, İnsan Yayınları, İstanbul 2003.
    • Elmas Gülhan Çam, “Bâkıllânî’de Bir Delillendirme Yöntemi Olarak Luğavi İstidlal”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 1/40 (2018), s. 217-234.
    • Züleyha Birinci, “Ebû Bekir el-Bâkıllânî’nin (ö. 403/1013) Suâlâtü Ehli’r-Re’y ani’l-Kelâm fi’l-Kur’âni’l-Azîz Adlı Risalesinin Tahlil, Tahkik ve Tercümesi”, KTÜİFD, sy. 3/2 (2016), s. 89-119. 

    Atıf Bilgisi

    Bâkıllânî. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/bakillani/63