XVII. ve XVIII. yüzyıllarda İslâm mantık eserleri, büyük oranda belirli şerhler üzerine yazılmış hâşiyeler hakkındaki yeni hâşiyeler şeklindedir. Genel olarak şerh ve hâşiyelerin yazıldığı dönemler ve özelde Osmanlı’nın siyasî gerileyiş dönemi içinde olması bu dönemin ilmî hayatını okuyup anlamlandırmak için çeşitli zorlukları barındırmaktadır. “Dönemin ulemâsı niçin yeni telif eserler yazmak yerine şerh ve hâşiye tarzında metinler kaleme almıştır, bu eserler muhteva bakımından alanın nazari konularının gelişimine ne tür katkılarda bulunmuştur?” gibi soruları cevaplamak bu zorlukların bir kısmını oluşturur. Hâşiyenin hâşiyesi olarak kaleme alınmış bir metinde müellifin katkı yaptığı hususları tespit edip söz konusu muhtevayı önceki ve çağdaş eserlerin içeriğiyle mukayese ederek yatay ve dikey boyutlarda disiplinin gelişimini ortaya çıkarmak oldukça zordur.
Söz konusu zorlukların bir tür neticesi olarak bu dönemde yazılmış şerh, hâşiye hatta yeni hâşiyeler sırf bu yapılarından ötürü “önemli tartışmalar üretmeyen ve mantık konularına ciddi katkılar sunmayan eserler” şeklinde değerlendirilmiştir. Oysa bugün biz sadece şerh ve hâşiyelerin değil, derkenar notlarının bile düşünce tarihine ışık tutma konusunda ne denli güçlü veriler sağlayacağını görebiliyoruz (Örnek olarak bkz. Di Vincenzo, 2018). Bu tarz metinlerin hem tarihsel hem problematik katkılarına kolayca örnek bulunabilir. Alanın tarihine yönelik katkıları dikkate alındığında bizzat şerh ve hâşiye geleneğinin sağladığı imkanlar önemlidir. Zira XIII. yüzyılda yazılmış Ebherî’nin (ö. 1264) Îsâgûcî’si ve Kâtibî’nin (ö. 1277) eş-Şemsiyye’si gibi temel düzeydeki eserlerin şerh ve hâşiyelerine baktığımızda bu metinler bize mantık konularının dört beş asırlık gelişimini sunmaktadır. Bu sayede biz alandaki hangi tartışmaların giderek önemli hale geldiği ya da geri plana itildiğini gösteren, tarihî işlevi oldukça güçlü malzemeler bulabiliriz. Metnin bu durumunun okuyucuya “esas metin yazarı (musannif)”, bu metni “ilk yorumlayan (şârih)”, “yorum üzerine yeni yorumlar yazan müellifler (muhaşşî)” olmak üzere çoklu bir yazar merâtibi sunduğunu dikkate almamız gerekmektedir. Zira metnin sonraki yorumcularının, açıklamayı tercih ettikleri problem ve çözümlerinde zaman zaman kendinden önceki muhaşşiyi aşarak şârihe, hatta musannife müracaat ettikleri vakidir (Kuşlu, 2017, s. 480). Bu durum modern araştırmacıya klasik bir kitabın üç-dört kademede işlenmiş halini yansıtmaktadır. Böylece okuyucu bu tip eserler sayesinde sadece hâşiyenin yazıldığı dönemin ilmî tartışmalarına değil, aynı zamanda düşünce tarihindeki seyri gösteren anlatılara da ulaşma şansına sahip olmaktadır.
Yine bu dönem için herhangi bir disiplinde ele alınan bir konunun yalnızca o alanın metinleri içinde izini sürmek yanıltıcı olacaktır. Zira çağın ilmî vasatı, dinî ve felsefî ilimler arasındaki sınırların esnemesinin de ötesine geçerek, displinlerin konu ve meselelerinin birbiri içinde ele alınmasına imkan tanıyacak bir hal almıştır. Bu nedenle mantık tarihinin yalnızca müstakil mantık eserlerinden hareketle değerlendirilmesi yeterli bir veri sağlamayabilir. Yapılması gereken, herhangi bir konunun mantık metinlerinde nasıl işlendiğini araştırmanın yanısıra konunun felsefî kelâm ve dilbilim eserlerindeki gelişimini de araştırmaktır. Bütün bunlara, mantığın çekirdek meseleleri hakkında kaleme alınmış küçük hacimli, ancak güçlü teorik yaklaşımlar barındıran risâleleri de katmamız gerekir. Dolayısıyla karşımızda a) müstakil mantık metinleri; b) diğer disiplinlerde kaleme alınmış eserlerin mantıkla ilgili kısımları ve c) risâleler olmak üzere farklı biçimlerde yazılmış eserler bulunmaktadır. Bu üç türden esere aynı yazardan örnek bulmak dahi mümkündür: İsmail Gelenbevî’nin (ö. 1791) el-Burhân’ı birincisine, Tehzîb ya da Celâl Hâşiyeleri ikincisine, nihayet “zihnî varlık”, “nefsü’l-emr” vb. risâleler de üçüncüsüne karşılık gelen metinlerdir (Gelenbevî, 1310; 1286; 1262; 1288).
Bu dönemde mantıkla ilgili dikkate alacağımız pekçok isim bulunmakla birlikte Sadreddinzâde Mehmed Emin Şirvânî (ö. 1627), Kara Halil Tirevî (ö. 1711), Yanyalı Esad Efendi (ö. 1731), Mehmed Saçaklızade (ö. 1732), Mehmed Emin el-Üsküdârî (ö. 1736), Veliyyüddin Cârullah Efendi (ö. 1738), Ebû Saîd Hâdimî (ö. 1750) ve nihayet XVIII. asrın sonlarına doğru eserleriyle klasik ilimlerde yeni bir yükselişe vesile olan İsmail Gelenbevî (ö. 1791) gibi isimler Osmanlı merkez coğrafyasında öne çıkmaktadır. Öte yandan Osmanlı Afrikasında Hasan el-Yûsî (ö. 1691), İbn Yakup (ö. 1716), Ahmed el-Mellevî (ö. 1767) ve nihayet XVIII. asırda Hasan el-Attâr (ö. 1835) dikkat çekmektedir. İran’da Mir Damad (ö. 1631), Molla Sadra (ö. 1635), Hüseyin Hansârî (ö. 1687) gibi isimler öne çıkmaktadır. Hint coğrafyasında ise Siyâlkûtî (ö. 1657) gibi isimlerin mantık literatürünün oluşumunda merkezi bir rol edindiği görülmektedir. (Ayrıntılı malumat için bkz. El-Rouayheb, 2019). Gündemde olan bazı mantık konuları ise şunlardır: Belagatın da etkisiyle lafızların farklı tarzlarda taksimi ve anlambilimsel meseleler, kavramlar arası ilişkilerin (niseb-i erbaa) kavramların medlûlleri yanında sırf mefhumları bakımından da araştırılması, yükleme biçimleri (haml nazariyesi), medlûlü tikel olan bazı kavramların mefhumlaştırılarak tümeller gibi ele alınması, farazî kavramlar, zihnî varlık ve nefsü’l-emr konularında yeni yaklaşımlar, doğruluk teorisi, kipli önermeler, önermenin parçaları, Aristotelesçi olmayan çıkarım biçimleri, bir bilim felsefesi tartışması olan cihetü’l-vahde araştırmaları ve Osmanlı merkez coğrafyasıda çok güçlü müstakil disiplinler halinde ele alınan tartışma mantığı (âdâbü’l-bahs ve’l-münâzara), Afrika coğrafyasında modal önermeler arası ilişkiler ve modal çıkarımlar.
Bu dönemin Osmanlı merkez coğrafyasında üzerinde çalışılan ve şerh-hâşiyeler kaleme alınan metinler Ebherî’nin (ö. 1264) İsâgûcî’si, Katibi’nin eş-Şemsiyye’si (ö. 1276) ve Teftâzânî’nin (ö. 1390) Tehzibü’l-mantık eseri, Osmanlı Afrika’sında ise Senûsî’nin (ö. 1490) Muhtasaru’l-Mantık’ı üzerine şerhler başta olmak üzere, Ahdarî’nin (ö. 1575) Süllemü’l-Mürevnak’ı ve ileri düzeyde okumalar için Hunecî’nin (ö. 1248) el-Cümel’i temel metinlerdir. Süllem’in Îsâgûcî’nin manzum hali olduğu unutulmamalıdır. İran havzasında ise esas metinleri Seyyid Şerif Cürcânî’nin (ö. 1413) Farsça Risâle-i Kübra’sı ile Molla Abdullah Yezdî’nin (ö. 1573) Teftezânî’nin Tehzîb’ine yazdığı şerhi oluşturmaktadır (el-Rouayheb 2019, s. 143, 145, vd.)
Osmanlı’da Sadreddinzâde Şirvânî’nin doğrudan mantıkla alakalı olarak Teftâzânî’nin (ö. 1390) Tehzîbü’l-mantık ve’l-kelâm adlı eserine (Hâşiye alâ Hâşiyeti’l-Halhâlî alâ Tehzîb), Ebherî’nin Îsâgûcî’sine (Hâşiye alâ Şerhi Îsâgûcî li-Hüsâmiddîn) ve Seyyid Şerif Cürcânî’nin (ö. 1413) eş-Şemsiyye hâşiyesine (Ta‘lîka alâ Hâşiyeti’s-Seyyid ale’ş-Şemsiyye) hâşiyeler yazdığı bilinmektedir (Altıntaş, 2010, s. 208; El-Rouayheb, 2019, s. 205-207). Bunun yanı sıra o, Molla Fenârî’nin (ö. 1431) Îsâgûcî şerhinde dile getirdiği, mantığın konusu hakkındaki birkaç satırdan yola çıkarak ilimlerin konularını birleştiren yönlerle ilgili müstakil uzun bir eser yazmıştır. Şerh alâ ciheti’l-vahde li’l-Fenârî isimli bu eserinde Sadreddinzâde, mantık tartışmalarından bilim felsefesine uzanan yeni bir nazarî sahayı mercek altına almıştır. Araştırmaya konu olan birden çok şeyin, birlik yönlerinin tespit edilmesiyle aynı ilmin konusu haline getirilmesini tartışan cihetü’l-vahde meselesini Mehmet Emin Şirvânî Cihetü’l-vahde adıyla müstakil bir eser içinde ele amışt (Şirvânî, 1277), üzerinden çok geçmeden Kara Halil Tirevî bu esere oldukça geniş hacimli bir hâşiye yazmış, böylece cihetül vahde tartışması bu dönemde ilgi gören konulardan birisi haline gelmiştir (Kara Halil, 1288).
Kara Halil (ö. 1711) ulemâ arasında yaygınlık kazanmış başka metinler hakkında da hâşiyeler yazmıştır. Bu metinlerin bir kısmı önceki asırlarda şârihler yahut ilk muhaşşîler sayesinde önemli tarışmaların kaynağı haline getirilmiş eserlerdir. Bu nedenle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda yazılmış “yeni hâşiye” niteliğindeki eserlere baktığımızda onları besleyen belirli şârihler ve muhaşşîler tabakasını görmemiz gerekir. Kara Halil, Fenârî hakkında Kavl-i Ahmed hâşiyesi, Tehzîbü’l-mantık ve’l-kelâm’ın Devvânî (ö. 1502) şerhi, Hidâyetü’l-hikme’nin Lârî (ö. 1572) hâşiyesi ve Mehmed Emin Şirvânî’nin Cihetü’l-vahde risâlesine hâşiye yazmıştır. Bu eserler içerisinden özellikle yukarıda bahsi geçen Cihetü’l-vahde metni ve Kavl-i Ahmed hâşiyesi Osmanlı ulemâsınca tetkik edilmek üzere takip eden asırlarda da çoğaltılmıştır. Kavl-i Ahmed hâşiyesi, doğruluk, önerme eklemleri, şartlı önermeler ve Aristotelesçi olmayan çıkarımlar gibi konulara odaklanmaktadır. Söz konusu eser, Ebherî’nin Îsâgûcî’si üzerine on beşinci yüzyılda yazılmış Fenârî şerhinin on altıncı yüzyıldaki Kavl-i Ahmed hâşiyesi üzerine yeni bir hâşiyedir. Dolayısıyla Kara Halil hem Cihetü’l vahde risâlesine hem de Fenârî metninin tamamına ayrı ayrı geniş hacimli birer hâşiye yazmak suretiyle dönemindeki mantık tartışmalarında oldukça etkin bir rol oynamıştır (Kuşlu 2017, s. 480). Onun bu tarz eserleri, metin, şerh ve hâşiyeleriyle birlikte alanın birkaç asırlık gelişimini okuyucunun dikkatine sunmaktadır.
Kara Halil mantığın başlangıç konularına ayırdığı mesainin yanı sıra önerme, hüküm ve doğruluk teorisi gibi konulara odaklanır. Doğruluk teorisiyle ilgili olarak İslâm düşünce geleneğinde ortaya çıkmış ve Aristotelesçi mantığın iki değerli yapısını zorlayacak yaklaşımları değerlendirir. Bu bağlamda klasik uygunluk (mutâbakat/correspondence) teorisini İslâm düşünce geleneğinin kendisine sağladığı imkanlarla üç biçimde değerlendiren Kara Halil, doğruluğu, “hükmün ya olguya (vâki) ya itikada ya da ikisine birlikte uygunluğu” olarak üç açıdan tanımlayabilmektedir. Bu görüşler, sırasıyla, ulemânın geneline, Nazzâm’a (ö. 845) ve Câhız’a (ö. 868) aittir. Özelikle Câhız’ın görüşünün Aristoteles mantığının iki değerli yapısının dışında kalacağı açıktır. Zira Kara Halil’in deyimiyle İslâm’a inanmayan birinin dile getirdiği “İslâm hak dindir” önermesi, Câhız’ın teorisine göre hem itikada hem de olguya aynı zamanda uygun olmadığından “doğru” ya da “yanlış” değerlerinden birini alamaz. Yani bu önerme doğru ve yanlış değerlerinin dışındadır. Ancak bu önerme doğruluğun vaki’ye uygunluk olduğunu savunan ulemânın geneline göre doğrudur (Kara Halil, 1307, s. 157).
Nihayet Kara Halil eşitlik kıyası, ters döndürmeyle sonuç veren kıyaslar gibi çeşitli akıl yürütme biçimlerini gündeme getirmek suretiyle “Aristotelesçi olmayan çıkarımlar” konusunda oldukça bariz bir farkındalık düzeyine sahip olduğunu göstermektedir. Bu durum İslâm mantık geleneğinin kendi içinde bir yenilenme ve arayışa işaret etmektedir. Kara Halil’in, hakkında hâşiye yazdığı Fenârî Şerhi’nde zaten eşitlik kıyası (kıyâsü’l-müsâvât), ters döndürme işlemiyle sonuç veren kıyaslar, eksik tümevarım ve analojik çıkarımın Aristotelesçi anlamda kıyas (syllogism) olmadığına dikkat çekilmektedir. Zira kıyas “sözlerden oluşan ve onların bizatihi kabulünden yeni bir sözün gerekli olduğu sözdür”. Tanımda geçen “sonucun bizatihi gerekli olması” şartından dolayı eşitlik (el-müsâvât), ayrıklık (el-mübâyenet), yarısı olmak (en-nısfiyye) ya da dörtte biri olmak (er-rub‘ıyye) gibi bağıntı (relation) bildiren çıkarımlar Aristotelesçi kıyas (syllogism) tanımının dışında kalmışlardır (Bu konuda bkz. El-Roayheb, 2010). Nitekim bağıntısal kıyaslarda netice mevcut önermelerden bizatihi gerekli olarak ortaya çıkmamakta, kıyasın içinde yer almayan başka (ecnebiyye) bir önermeden yahut dönüştürülmüş önermeden (mukaddimetin garibetin) elde edilmektedir. Örnek olarak “dört sekizin yarısıdır; iki dördün yarısıdır; o halde iki sekizin yarısının yarısıdır” gibi bir çıkarım yaptığımızda esasen sonuç öncüllerde yer almayan yabancı bir önermeden çıkmaktadır, çünkü görüldüğü gibi kıyasın öncüllerinden herhangi birisinde “yarısının yarısı” ifadesi bulunmamaktadır. Dolayısıyla kıyasın öncüllerinin formuyla sonucunun formu arasındaki bu türden farklar mukaddime-i ecnebiyye yahut garîbeden kaynaklanmaktadır (Kara Halil, 1306, s. 207; Kuşlu, 2017, s. 488). İşte bu durum söz konusu çıkarımı Aristotelesçi anlamda “kıyas” formunun dışında bırakmaktadır. Bu türden Aristotelesçi olmayan çıkarım biçimleri aynı asrın ikinci yarısında İsmail Gelenbevî tarafından hususi bir terminoloji içinde daha muhkem bir yaklaşımla ele alınacaktır.
Bu dönemde Osmanlı Avrupa’sında doğup ilim hayatının bir kısmını pâyitaht İstanbul’da geçirmiş ve çağdaşları kadar etkili metinler üretmiş başka bir mantıkçı Mustafa Mostârî’dir (ö. 1707). Kendisi Osmanlı medreselerinde tedavülde olan İsâgûcî, Şemsiyye ve Tehzîb metinlerine hâşiyeler yazmaktan ziyade kendi şerhlerini kaleme almıştır. En uzun mantık eseri Şemsiyye üzerine yazdığı şerhidir (El-Roaueyheb, 2019, s. 210-211). Bununla birlikte Îsâgûcî’ye Molla Fenârî şerhi üzerinden bir hâşiye yazmış olması dikkat çekicidir. Zira bu dönemde Kara Halil ve Cârullah Efendi gibi isimlerin de Molla Fenârî şerhine hâşiye yazmış olmaları, Osmanlı’nın bu dönemindeki mantık geleneğinin oluşmasında XV. asır Osmanlı ilim geleneğinin de etkisi olduğunu görmemize katkı sağlamaktadır. Dolayısıyla dönemin ilmî faliyetlerini nitelerken yalnızca belli bölgeler arasındaki etkileşim ilişkilerini dikkate almak yerine Osmanlı merkez coğrafyasında üretilmiş önceki yüzyıllardaki metinleri ve onlardan miras kalan ilim geleneğini hesaba katmak gerekir. Nitekim Mostârî’nin mantık hakkında sadece Fenârî’ye hâşiye yazmış olması bu dönemin mantıkçıları üzerindeki Fenârî etkisini göstermektedir.
Mehmed Saçaklızâde (ö. 1732) Osmanlı mantıkçılarının yükselişe geçirdiği tartışma mantığına dair âdâbü’l-bahs disiplini hakkında iki dikkat çekici metin kaleme almıştır: Birisi Osmanlı’nın meşhur bilgini Taşköprülüzâde’nin âdâbü’l-bahs hakkındaki eserine yazdığı şerhtir. Aynı dönemde Kara Halil’in de Taşköprülüzâde’nin metinlerine hâşiyeler yazmış olması yukarıda ifade ettiğimiz XVII. yüzyıl öncesi Osmanlı ilim geleneğinin bu döneme tesirini belgeler niteliktedir. Saçaklızâde’nin bir başka eseri ise âdâbü’l-bahs hakkında yazdığı, ancak şerh ve hâşiye niteliğnde olmayan ve bu konudaki muhtemelen en uzun tasnif metin olduğu belirtilen Takrîrü’l-kavânîn eseridir. Daha sonra kendisi bu eseri özetleyerek yeniden kaleme almıştır. Onun âdâb eserinin, uzun ve konuyu ayrıntılı bir biçimde ele alıyor olmanın yanında muhtevası ve çeşitli meseleleri ele alış tarzı bakımından da başka metinlerden farklı olduğu ifade edilir (el-Rouayheb, 2019, s. 212-215).
Çeşitli ilimlere dair meşhur çalışmaları olan Mehmed Emin Üsküdârî (ö. 1736) de mantığa özel bir ilgiyle yönelmiş ve Kara Halil gibi bazı mantıkçılardan farklı olarak tasavvurat konularından ziyade tasdikat konularına ilgi göstermiştir. Bu tutumuna münasip bir biçimde Kutbüddin er-Râzî’nin (ö. 1365) Şemsiyye hakkındaki şerhinin tasdikat kısmına hâşiye yazmıştır. Ayrıca bu eser kendisinin mantıkla ilgili en uzun çalışmasıdır. bunun yanında Üsküdari Tehzîbü’l-mantık üzerine bir şerh, önermenin parçaları hakkında risâle, âdâba dair çeşitli çalışmalar, kipli önermeler arasındaki ilişkileri ele alan bir risâle, tümel ve tikel terimler arasındaki farkı açıklayan bir risâle yazmıştır (el-Rouayheb, 2019, s. 221-224). Bu son eser, Üsküdârî’nin mantık anlayışındaki semantik eğilimin işaretçisidir.
Bu dönemin önemli başka bir mantıkçı bilgini Veliyyüddin Cârullah Efendi’dir (ö. 1738). İyi bir koleksiyoner olan Cârullah Efendi’nin, kütüphanesindeki eserler üzerine düştüğü derkenar notları onun geleneğe bakışını görme noktasında oldukça faydalıdır (bkz. Kuşlu, 2020). Zira derkanar notları sayesinde Cârullah Efendi’nin kendisinden önceki mantık yazarları hakkındaki değerlendirmelerine ulaşmak önemlidir. Onun eserlerinden bazıları şunlardır: Hâşiye ʿalâ Hâşiyeti Kavl-i Ahmed ʿale’l-Fevâʾidi’l-Fenâriyye, Hâşiye alâ Şerhi Ciheti’l-Vahde ve Hâşiye ʿalâ Hâşiyeti Muhyiddîn ʿalâ Şerhi Hüsâmiddîn el-Kâtî ʿalâ Îsâgûcî (Cârullah, 1362, 1365, 1366). Bu sonuncusu, Hüsâmeddin Hasan el-Kâtî’nin Îsâgûcî (Ebherî) şerhine Muhyiddin et-Tâlişî’nin (ö. 1480) yaptığı hâşiye hakkında bir talikattır. Kendisi Îsâgûcî’nin iki temel şerh geleneğini oluşturan Hüsamkâti Şerhi ve Fenârî şerhi hakkında hâşiye yazmıştır. Öyle ki Hüsamkâti üzerine Muhyiddin Hâşiyesi hakkında yazdığı hâşiye notlarını üç kez ve farklı tarzlarda kullanarak hem biçim hem muteva bakımından üç ayrı metin inşa etmiştir (Kuşlu, 2020, s. 92-95). Ayrıca o, âdâbla ilgili bir dizi önemli metin de kaleme almıştır (Özcan, 2013, s. 38; Onuş, 2015, s. 31-36.). Cârullah Efendi özellikle tartışma usûl ve âdâbı meselesine odaklanmış bir mantıkçıdır. Koleksiyonundaki eserlere yazdığı bazı derkenar notlarından hangi metinleri ne kadar önemsediğine dair malumat bulmak mümkündür. Yazar bu derkenar notlarında yer yer bir tartışmanın hangi gerekçeyle yükseldiğine dair tespitlerde bulunurken kimi zaman da bir nüshanın çeşitli versiyonları arasında tercihte bulunarak metnin inşasına katkı yapmaktadır. Hatta Fahreddîn er-Râzî (ö. 1210) gibi önceki yüzyıllarda eser vermiş önemli mantıkçıların metinlerinin kronolojisine dair malumat sağlamaktadır (Cârullah, nr. 1449, vr. 1a). Cârullah Efendi ve Yanyalı Esad Efendi gibi, muhitlerinde klasik metinlerin yeniden istinsah edildiği âlimler derkenar notlarıyla “kadim geleneğin bu dönemde nasıl algılandığı?” sorusuna cevap olabilecek katkılar sunmaktadır. Bu derkenar notları hem mantık tarihinin içeriğine hem de mantık tarihi yazıcılığına rehberlik etmektedir.
Yanyalı Esad Efendi (ö. 1731) bu dönemde oldukça farklı bir âlim profili olarak karşımıza çıkar. O, Galata kadılığı ve Eyüp müderrisliği yanında yeni kurulan matbaada musahhihlik görevini ifa etmiş bir isimdir. Arapça ve Farsça’nın yanında Yunanca ve Latinceyi bilen, hatta bu dilllerde yazılmış bazı metinleri tercüme eden bir âlim olması kendisini sıradışı bir isim kılmaktadır. Zira Yanyalı, bu diller sayesinde, döneminde başlatılmış olan tercüme etkinliği içinde ulemânın aşina olmadığı yeni metinleri Osmanlı ilim hayatına kazandırmıştır. Mantıkla ilgili olarak, Yanyalı, Latin şârih Ioannes Cottinius’un (ö. 1658) Aristoteles külliyatından belli bölümleri içeren ve eş-Şerhü’l-enver olarak isim verdiği kitabı yer yer yorumlayarak serbest bir üslupla Arapçaya tercüme etmiştir. Ona göre bu dönemde Osmanlı ulemâsının felsefî meşgalesi “kesinlikten uzak zan ve kuşkudan ibaret” öğretiler barındırmaktadır. Hatta bu durum Aristoteles’in Bağdat mütercimleri için bile geçerlidir, ancak İslâm felesefî geleneği içinde İbn Rüşd (ö. 1198) bunun istisnasıdır (Yanyevî, 2568; El-Rouayheb, 2019, s. 216-220).
Tercümetü’ş-Şerhi’l-Enver ismiyle istinsah edilen bu eserin giriş bölümleri yerleşik İslâm mantık metinlerde görülmeyen tanımları ve tasnifleri içerir. Ayrıca Thomas Aquinas (ö. 1274) ve Albertus Magnus (ö. 1280) gibi Latin filozofların görüşlerini bir Arapça mantık metninde görmek ilgi çekicidir (Yanyevî, 2569, vr. 11b). Bahsi geçen isimler ve tanımlar, dönemin ulemâsı için oldukça yeni, hatta yabancı olabilir. Ancak müellif, Yunan, Latin ve İslâm gelenekleri arasında belli benzerlik arayışları içinde olduğunu gösteren yorumları metne dahil etmiştir. Bu tercümenin Osmanlı mantıkçıları arasında bir etki bırakıp bırakmadığ sorusu bir yana Latin mantık geleneğindeki tartışmaları İslâm dünyasına taşımış olması kıymetlidir. Ana akım felsefî yaklaşımları köhnemiş bulan Yanyalı öyle görünmektedir ki “Aristotelesçiliğe” dönüşü bir çare ya da yenilik olarak görmüştür. Oysa bu dönemde Kara Halil ve İsmail Gelenbevî gibi isimler Aristoteles mantığına sığmayan yeni çıkarım biçimlerini gösteren yeni terimleri tedavüle koyma kaygısı içinde eser vermekteydiler. Bu nedenle dönemin mantık çalışmalarını, mevcut akımlarla Yanyalı arasındaki durumu izah edecek biçimde “Aristoteles’i aşma ve yeniden inşa etme gerilimi” olarak nitelemek ufuk açıcı olabilir.
Osmanlı merkez coğrafyasında Tanzimat öncesi dönemde klasik birikime son kez ivme kazandıran iki isim Ebû Saîd Hâdimi (ö. 1762) ve İsmail Gelenbevî’dir (ö. 1791). Hâdimî Arâisü’l-enzâri’l-ebkâr adlı eserinde dönemindeki mantıkçıların nadiren ilgilendikleri konulara yönelmiş gözükmektedir. Bu yüzden söz konusu eserin tertip ve içeriği bakımından nispeten farklı olduğu belirtilir. Bu eser kendi dönemindeki diğer mantık kitaplarından farklı olarak şu konuları öne çıkarmaktadır: Terimlerin lügavî tanımları, delilin cedel, hatâbe ve safsata gibi burhânî olmayan unsurları, orta terim tartışmaları, kıyasların birbirine indirgenmesi, içerik ve sûretten kaynaklanan mantık yanlışları. Bu konulara bazen müstakil bölümler bazen de bölüm içinde kısımların ayrılmış olması yazarın bu hususları önemsediğine işarettir. Bu dikkat çekici hususiyetine ragmen Hâdimî’nin eseri, Gelenbevî’nin Burhân adlı eserinin gölgesinde kalmış gözükmektedir. Zira Burhân-ı Gelenbevî kısa bir süre içinde yerleşik bir metin haline geldiği gibi, XIX. asırda ve XX. asrın başlarında birçok kez baskısı yapılmış ve müellifin kendisi de dahil olmak üzere yaklaşık on yazarın şerhine konu olmuş bir kitaptır (El-Rouayheb, 2019, s. 225-226).
Matematik bilimlerde kendisine haklı bir şöhret kazandıracak eserlerin yanında, felsefe ve bilimin birçok alanında ürün vermiş bir isim olan İsmail Gelenbevi’yi, “gelenekçi bir filozof ancak yenilikçi bir bilim adamı” olarak değerlendirebiliriz. Zira o, bir yandan geleneksel fesefe, mantık ve metafizik kitaplarına güçlü şerhler kaleme alırken, öte yandan yeni bir ilim sahası olarak ortaya çıkan logaritma hakkında Osmanlı coğrafyasındaki en erken dönemli risâlelerden birisini yazmıştır (Fazlıoğlu, 2018). Mantık ve âdâbla ilgili şerhlerine baktığımızda karşımıza oldukça hacimli iki eser çıkmaktadır: Hâşiye alâ Tehzîbi’l-mantık ve Taʿlîkât ʿalâ Hâşiyeti Mîr ʿalâ Şerhi’l-Âdâb. Birincisi Teftazânî’nin Tehzîbü’l-mantık ve’l-Kelâmı’na Devvânî şerhinin Mir Zâhid (ö. 1689) hâşiyesi hakkında yeni bir hâşiye, ikincisi ise Îcî’nin (ö. 1355) münazara âdâbıyla ilgili eserine Muhammed et-Tebrîzî el-Hanefî (ö. 1494) tarafından yapılan şerhe Mîr Zâhid hâşiyesi’nin yeni bir hâşiyedir (Gölcük-Yurdagür, 1996, s. 554). Her iki alanla ilgili olarak, Gelenbevî’nin şerh olmayan telifatı da bulunmaktadır ve bunlar son dönem Osmanlı ulemâsı arasında etkili olmuşlardır. Mantıkla ilgili olarak Burhân-ı Gelenbevî bu dönemde geleneksel mantık konularını müdevven hale getiren en güçlü eserdir. Abdünnâfi İffet Efendi (ö. 1890) bu eseri ve âdâbla ilgili olanı sırasıyla Fenn-i Mantık (Terceme-i Burhân-ı Gelenbevî) ve Tercüme-i Âdâb-ı Gelenbevî isimleriyle tercüme etmiştir. Ayrıca Gelenbevî, kipli mantık ve metafizik ilişkisine dair, İmkân Risâlesi olarak bilinen Miftâhu bâbi’l-müveccehât ile Resâilü’l-imtihân mecmuası içinde yer alan irili ufaklı pekçok mantık metninin de yazarıdır. Kısa olmasına ragmen yazarın görüşlerini yansıtması bakımından önemli bulduğumuz Şerh-i Îsâgûcî metnini de anmadan geçmemeliyiz.
Gelenbevî kavramlar mantığında, terimlerin tasnifiyle ilgili dikkat çekici bir yaklaşım benimsemiş, kavramlar arası ilişkileri çeşitlendirmiş, kavramın mefhumu ve medlûlü ayırımını kullanarak delâlet ilişkilerini çalışmış, medlûlü tikel olan lafzı mefhumlaştırarak mantığa konu etmiş (bu’luk/hâziyyet) ya da bu konuyu önemli hale getirmiş ve belki en önemlisi “Aristotelesçi olmayan çıkarım biçimlerini” kendine özgü terminlojiyle ifade edecek biçimde ele almıştır. Böylece belli akıl yürütmeleri - Aristotelesçi olmasa da- delil ve istidlal olarak vaz eden bir telif tarzı ortaya koymuştur. Nitekim bu husustaki birikimden sonra bir mantık kitabının çıkarımlarla ilgili kısmının sırf Aristotelesçi kıyas (syllogism) sınırları içinde kalarak ele alınması uygun olmazdı.
Gelenbevî bunu yapabilmek adına daha baştan “kıyas” yerine “delil”i koymuş ve öncül (mukaddime) teriminin içeriğini kendi terminolojisine uygun biçimde kullanmıştır. Burhân’daki ifadeleriyle “ister suğrâ ve kübrâ gibi delilin bir cüz’ü olsun, ister mukaddime-i garîbe yahut ecnebiyye gibi… delilin haricinde olsun, delilin sıhhatinin, kendisinin sıdkına tevakkuf ettiği her kaziyyeye mukaddime denir.” (Gelenbevî, 1310, s. 30). Oysa Aristoteles mantığında, yüklemli kıyaslarda (syllogism) delilin bir cüzü olmayan mukaddime-i garîbe ve ecnebiyye gibi sözlerin “mukaddime” olarak alınması mümkün değildi. Bu yüzden Gelenbevî delili dört kısımda ele alır: a) Neticeyi bizzat gerektiren delil, yani kıyas, b) delilin haricindeki mukaddime-i ecnebiyyenin doğruluğuna dayanarak sonuç veren akıl yürütme, yani kıyas-ı müsâvât; c) delilde alınan öncüllerin unsurlarına uygun olmayan, delilin haricinde bir mukaddime olan, mukaddime-i garibe vasıtasıyla netice veren delil ve d) eksik tümevarım (istikrâ-ı nâkıs). Fukahanın kıyas dediği temsili de buraya dahil eder. Gelenbevî’nin ifadesiyle “kıyas neticeyi bizzat gerektiren (istilzâm) delildir ve bizzat gerektirme ile kastedilen, neticenin mukaddime-i ecnebiyye yahut garibe vasıtasıyla olmamasıdır”. O halde bu akıl yürütmelerin Aristotelesçi anlamda kıyas olması söz konu değildir. İşte bu sayılanlar Gelenbevî’nin geleneksel mantığa yönelik katkılarıdır ve Fenarî’den beri giderek güçlenen “Aristotelesçi olmayan çıkarım biçimlerini konu etme” eğiliminin de muhtemelen nihai halidir.
Osmanlı Afrikası’ndaki mantıkçılar ise daha ziyade önermeler arası ilişkiler, doğrudan çıkarım, şartlı önermeler arası lüzum ilişkileri gibi daha formel konulara ilgi duymuşlardır. Hasan el-Yûsî (ö. 1691) XVII. yüzyılda bu bölgede dikkate alınabilecek en önemli isimlerden birisidir (Başoğlu, “Yûsî”, s. 615-617), zira kendisi yazdığı eserlerin etkisi yanında mantıkta üstat olacak öğrenciler yetiştirmiş, hatta bu öğrencilerin bir kısmı Mısır’da aklî ilimlerin tedrisinde haklı bir şöhret elde etmiştir. Nefâisü’d-dürer fî havâşi’l-Muhtasar adlı eseri Senûsî’nin Muhtasar şerhi üzerine yazılmış, eseri genişleten, ona ilaveler yapan ve yer yer eserde değişiklikler meydaa getiren bir çalışmadır. Yûsî’nin bunu yaparken Teftâzânî’nin Şemsiyye şerhi gibi önceki bazı eserlerden istifade ettiği belirtilir. Daha ilginç olduğunu ifade edebileceğimiz çalışması ise fasl ile hassa arasındaki farkın ne olduğunu açıklamaya adanmış hususi bir eserdir. bu çalışmanın İslâm mantık geleneğinde bu konudaki en uzun eser olabileceği ifade edilir. Yine İbn Yakub (ö. 1716) Ahdarî’nin Süllem’i, Senûsî’nin Muhtasar’ı ve Huneci’nin el-Cümel’i olmak üzere Afrika’daki geleneği belirleyen metinlerin tamamına şerh yazan bir mantıkçıdır. Kendisi bu eserlerin yanı sıra el-Lâmiyye isminde mantıkla ilgili uzun bir şiir de kaleme almıştır (El-Rouayheb, 2019, s. 236-239, 241, 242, 243).
Ahmed el-Mellevî (1767) Mısır’da yaşamış, döneminde mantık ve ötekî akli ilimlerde eser vermiş önemli bir isimdir. Ahdarî’nin Süllem’i üzerine yazdığı uzun ve kısa olmak üzere iki şerhi en etkili çalışmalarındandır, ancak kendisinin öğrencilik dönemlerinde kaleme aldığı kipli ve şartlı önermeler arasındaki ilişkiler ve modal kıyas gibi formel konulara yönelik şiir formundaki çalışmaları değerli görülmektedir (El-Roauyheb, 2019, s. 244). Bu bölgedeki mantıkçıların formel konulara ilgisi XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren azalmaya başalmıştır ki bu duruma işaret eden bir eser olarak Ömer el-Fâsî’nin (ö. 1774) Muhtasar üzerine yazdığı şerhi gösterilmektedir. Mantıkçılar arasında ilgi alanlarının değişmesi ise bölgedeki mantıkçıların doğulu mantıkçılardan etkilnmeye başlamasına balanmkatadır. Yine bu dönemde Tunus’ta dikkat çeken bir mantıkçı olarak İbn Saîd el-Hacerî et-Tunûsî (ö. 1794-5) Teftâzânî’nin Tehzîb’ine yazdığı hâşiyede musannifin kelâm ve dilbilim eserleri yanında Kutbüddin er-Râzî ve Devvânî gibi başka doğulu filozoflara da atıflar yapmaktadır (El-Roaueyheb, 2019, s. 251-252)
Osmanlı Afrika’sının bu dönemdeki son etkili isimlerinden birisi Mısır’da doğup Anadolu coğrafyasını görmüş bir isim olan Hasan el-Attâr’dır (ö. 1835). Yaklaşık olarak 1766 yılında Mısır’da doğup eğitimine de Kahire’de devam etmekle birlikte Attâr İstanbul, İzmir ve hatta Balkan coğrafyasına seyahat etmiş bir isimdir. Bu sırada Osmanlı merkez coğrafyası da dahil doğu İslâm dünyasından bazı mantıkçıların eserlerini öğrenmiştir ve çalışmaları bu eserlerden etkilenmiştir. Örnek olarak Saçaklızâde’nin Takrîr’i ve Velediyye’si ile Devvânî’nin Tehzib şerhi ve Mir Ebü’l-Feth’in bu şerhe hâşiyesi gibi eserler onlar arasındadır. Kendisi Îsâgûcî, Tehzib ve Velediyye üzerine hâşiyeler yazmıştır.
Dönemin İran geleneğinde Mir Damad’ın Ufuku’l-mübin kitabında yükleme meselesi, önerme ve kısımları ve yalancı paradoksu gibi konular ele alınmaktdır. Öte yandan Molla Sadra Kutbüddin Şîrâzî’nin Hikmetü’İşrâk’ına yazdığı şerhte önermenin parçaları ve ilişkisiel kıyaslar gibi konuları ele almaktadır. Gerek Mir Damad gerekse Molla Sadra’nın ele aldıkları hususlar Devvanî ile Deştekî arasındaki tartışmlardan beslenmektedir. Sadrâ’nın ayrıca tasavvur ve tasdik hakkında bir risâlesiyle et-Tenkîh isimli mantık el kitabı bulunmaktadır. (el-Rouayheb, 2019, 149-153). bu mantıkçılardan farklı bakış açısına sahip ve onlara yönelik eleştirel atıfları olan Hüseyin Hansârî (ö. 1687) ise kendisini taklid karşıtı bir isim olarak sunmaktadır. Hansârî’nin Devvânî’nin Hâşiye-i Kadîme’si hakkında yazdığı metin kıyasta orta terim vb gibi mantıkla ilgili çeşitli tartışmları içerir. Ayrıca o çeşitli risâlelerde yalancı paradoksu ve lüzûm ve istilsam gibi problem ve kavramlarla ilgenmiştir (El-Roauyheb, 2019, s. 156-158). Osmanlı mantıkçıları daha ziyade Aristotelesçi düşünme araçlarını sorgulayıp onları aşma yönünde eğilim gösterirken İran bölgesi mantıkçılarının Devvânî-Deştekî gibi seleflerinin aralarında cereyan eden ihtilafları çözmeye dönük çaba harcadıkları söylenebilir.
Öte yandan Hindistan bölgesinde Abdülhakim Siyalkûtî (ö. 1657) Kutbüddin er-Râzî’nin Şemsiyye Şerhi’ne ve Metâli‘u’l-envâr’a yazdığı uzun bir hâşiye ile kendini göstermektedir. Tasavvuratın elde edilmesi, dilblimsel konular ve tanım meselelerine mesai harcayan Siyelkûtî’nin bir yandan önermenin yüklemi olan terimin gönderimi hususundaki tartışmaları takip ettiği bilinmektedir. (El-Roaueyheb, 2019, s. 176-178). Osmanlı merkez coğrafyasında bir asır içinde etkisini göstermeye başlayan âlimin Veliyyüddin Cârullah Efendi’nin kütüphanesinde bazı eserleri bulunmakla birilikte İbn Sînâ’nın Şifâ nüshasına düşülem bir kenar notunda aynı esere Siyelkûtî’nin hâşiye-şerh yazdığı bilgisi de kaydedilmektedir (Arıcı 2020, s. 404; Kuşlu, 2020, s. 111).
Siyelkûtî’den sonra bu bölgede etkili olan başka bir isim Mir Zahid Herevî’dir (ö. 1689-90). Mantıkla ilgili Kutbüddin Râzî’nin tasavvur ve tasdik hakkındaki risâlesine yazdığı hâşiye ile Devvânî’nin Tehzib’i üzerine yazdığı şerhi hakkında hâşiyesi bulunmaktadır. Mir Zahid Tehzib hâşiyesinde Devvânî’nin önceki şârihlerini de dikkate alarak metin hakkında eleştirel bir tutum sergiler. Bu eserde üzerinde durduğu ve Devvânî ile muhasebe içinde olduğu konuların bir kısmı tasavvur-tasdik meselesi ve bunların zihne konu olma biçimleridir (El-Rouayheb, 2019, s. 180-181).
Muhibbullah Bihârî (ö. 1707) Süllemü’l-ulûmm adlı eseriyle bu bölgenin en dikkat çekici mantıkçılarından birisidir. Ayrıca o bir mantık hatası olan safsata (mugâlata) hakkında müstakil bir risâle yazmıştır. Süllem ise sonraki dönemler de dahil olmak üzere bu bölge ve başka coğrafyalarda Arapça yazılmış en gözde eserlerden birisi olmuştur ve hakkında bir dizi şerh kaleme alınmıştır. Bu eser mantığın genel konularını kapsayan bir elkitabı olmasına ragmen çeşitli paradokslara gösterilen ilgi dikkat çekmektedir (El-Rouayheb, 2019, s. 182-185).
Sonuç olarak XVII. ve XVIII. asırlardaki İslâm düşüncesinin olumsuz nitelemelere konu edilmesi yönündeki tavrı aşmanın ertesinde şimdi alanla ilgili iki önemli husus karşımızda durmaktadır: Hala çalışılmayı bekleyen oldukça yüksek sayıdaki metinlerin işlenmesi ve ortaya çıkan malzemeye atfedilecek nitelik. Önceleri içeriği zayıf görülen şerh ve hâşiyelerin bugün önemine atıf yapılmaktadır. Bize göre bizzat şerh ve hâşiyeler -ana metinlerdeki değişimleri gösterdikleri için- sadece dönemini yansıtan eserler değil, aynı zamanda düşünce tarihi metinleri olarak iş görmektedir. Şimdi bu literature talikat, hatta derkenar notlarını da dahil edebiliriz.
Bu yazıya konu olan Osmanlı-Türk mantıkçılarının eserlerini dikkate alarak görebildiğimiz en belirgin tutum, söz konusu dönemdeki ana akım mantık öğretilerinin, Fahreddin Râzî ve takipçileri eliyle işlenegelen İbn Sînâcı Aristotelesçiliğin aşılmasına yönelik çabadır. . Öyle anlaşılmaktadir ki bu çerçevede gelişen çıkarım biçimleri ulemânın problemini çözmekte yeterli olmamış, böylece mantıkçı filozoflar Aristotelesçi olmayan istidlal çeşitlerini geliştirmeye odaklanmıştır. Bu arayışın köklerini İslâm mantık tarihinin önceki dönemlerine kadar götürmek mümkündür, ancak XVII. ve XVIII. asırlarda bu çaba konunun kendine özgü terimlerle ele alınabileceği biçimde gelişmiştir.
Öte yandan Osmanlı Afrikası’nda daha formel konulara odaklanılmış olmakla birlikte XVIII. asırdan itibaren coğrafyalar arası etki ve geçişkenliğin yeniden gündeme geldiği ifade edilebilir. Cârullah Efendi örneğinde olduğu gibi kimi zaman Hint coğrafyasından Siyelkûtî gibi bir isim Osmanlı merkez coğrafyasına taşınmış kimi zaman da Attar’ın Saçaklızâde’nin metinlerinden etkilenmesinde olduğu gibi merkez coğrafyadan bir isim Osmanlı Afrika’sındaki bir âlime tesir etmiştir.
* Bu yazı, Beytülhikme (c. 10, sy. 3, 2020-Eylül) dergisinde yayımlanmış “Aristoteles Mantığını Aşma ve Yeniden İnşa Etme Gerilimi: 17. ve 18. Yüzyıl Osmanlı-Türk Mantık Tarihine Genel Bir Bakış” başlıklı yazımızın kısmen tashihi ve bazı ilavelerle birlikte yeniden düzenlenlenmesiyle oluşturulmuştur.