Kur’ân ve sünnetin kurduğu bir dünyada müslüman hukukçuların üstün entelektüel gayretleri ile şekillenen hukukî birikim ve tecrübenin aslî kaynaklarla ilişkisini tarihî ve istidlâlî bir perspektifle açıklamayı hedefleyen çalışmaların doğurduğu fıkıh düşüncesi, İmam Şâfiî’nin Risâle’deki ilk hamlesinin ardından IV. yüzyılda fıkıh usûlü disiplininin doğmasıyla birlikte olgun bir hüviyete büründü. Dar anlamda hukukî meselelerin nasıl çözüme kavuşturulacağı meselesinin ötesinde bir arayışla yola çıkan ilk usûlcüler, fıkıh usûlüne bir din bilimi inşa etme gayesiyle içerik ve hedef belirlediler. Bu hedefin tahakkuk ettiği ilk yetkin örnek konumundaki Cessâs’ın eserinden hicrî VI. asrın ortalarına kadar verilen eserlerde bu disiplin, müslümanların şer’î hakikatlerin kurucu olduğu bir toplumsal gerçeklik ve çerçevede oluşan bilgilerin esas olduğu bir düzlemde hukuku nasıl tasavvur ettiklerini gösteren eşsiz bir literatüre sahip oldu. VI. asrın ortalarından itibaren başlayan yeni dönemde, Gazzâlî sonrasında yaşanan gelişmelere bigâne kalamayan usûlcüler, bu disiplini din bilimine dair tartışmaların yürütüleceği en sahih zemin olarak sürdürme endişesiyle hareket ettikleri için yeni dönemin mesâil ve problemlerini de usûle derç etme yoluna gittiler. Böylece fıkıh usûlü aslî mesâil ve tartışma alanlarına ilaveten İslâm düşüncesinin bu yeni döneminde tartışma konusu olan belli başlı problemlerinin de ele alındığı bir disipline dönüştü. Zaten ilk teşekkülü itibarıyla dar anlamda bir hukukbilimi olmanın ötesine geçen usûl, bu dönemde başta felsefî düşünce ve dil bilimleri sahasındaki entelektüel birikimin de “din ilmi”yle irtibatlandırılarak tartışıldığı zemin olma vasfını sürdürdü. Bu etkileşim, dönemin ruhunu en iyi yakalayan usulcülerden İbnü’l-Hâcib’in eserinin başında yer verdiği şu ön-başlıklardan takip edilebilmektedir. Burada usûlî mebde’lere ilaveten kelâmî ve lugavî mebde’ler de fıkıh usûlünün mukaddimeleri arasında yer alır.
Fıkıh usûlü, İslâm toplumlarında süregiden hukukî pratiklerle doğrudan şekillendirici ve dönüştürücülük işlevi üzerinden bir ilişki kurmadığı için yeni dönemde eklenen konular ve açılan perspektifler, usûlcülerin herhangi bir çekince yahut direnci ile karşılaşmadan fıkıh düşüncesinin meseleleri haline gelebildiler. Böylelikle fıkıh usûlü eserleri, İslâm dünyasında neredeyse bütün tartışmaların -din-bilimi bakış açısıyla- yürütülebileceği bir ortak zemin haline geldi ve diğer sahalarda elde edilen yeni fikir ve açılımlar dar anlamda din-bilimi ile fıkıh usûlü üzerinden irtibat kurarak içselleştirilme imkânı buldu. Bu durum zaman ilerledikçe usûlün daha da sofistike hale gelmesine ve İslâm düşüncesinin diğer nazarî ayakları olan dilbilim, mantık ve belli ölçüde felsefî ilimlere belli düzeyde aşinalık kesbetmeden takip edilememesine yol açtı. Ancak yenilenme döneminde İslâm dünyasının neredeyse tamamında elde edilen ortak eğitim anlayışı ve bu doğrultuda şekillenen müfredat, ulema silkine dâhil olacak adaylar için bu engelin tabii süreçlerle halline imkân tanıyordu. Ne var ki belli bir tarihten itibaren fıkıh usûlünün bu anlam ve işlevi bazı âlimleri tatmin etmemeye başladı ve usûlün bu zengin ve çok katmanlı konular-meseleler-tartışma alanları dünyası, ona biçilmeye çalışılan yeni anlam ve işlevler doğrultusunda tenkide tabi tutulmasını beraberinde getirdi. İşte muhâsebe döneminin fıkıh usûlü bağlamında en can alıcı tartışması tam olarak burada karşımıza çıkar: Fıkıh usûlünün mevzu ve gâyesi, bunlara bağlı olarak da işlev ve faydaları ne olmalıdır? XVIII. yüzyıl boyunca İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde önde gelen birçok âlimin bir şekilde bu tartışmaya müdâhil olduğu ve fıkıh usûlünü bu zâviyeden muhâsebeye tabi tutmak suretiyle ona yeni bir anlam ve işlev kazandırma amacı taşıdıkları görülür. Muhâsebe döneminin fıkıh düşüncesi üzerinden tartışmaya açtığı temel başlıklar; fıkıh usûlünün anlam ve işlevi, yerleşik hale gelmiş fıkhî müesseselerin imkân ve zaafları, bunlar arasında en önemlisi olan mezhebin ictihad-taklid ikilemi bağlamında müslümanlar için ne ifade etmesi gerektiği ve müessese etrafında şekillenen ilim zihniyeti ve toplumsal telakkilerin hangi noktalarda ıslahata ihtiyaç duyduğu, hangi noktaları sürdürülebilir iken hangi noktalarının terk edilmesi gerektiğidir.
XI./XVII. ve XII./XVIII. yüzyıllarda İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde, farklı mezheplere mensup, muhtelif anlayışları temsil eden yüzün üzerinde âlim, fıkıh usulüyle ilgili eser kaleme almıştır. Bu dönemde, yenilenme döneminde kendisini kabul ettiren belli başlı usûl eserleri etrafında şekillenen yazım geleneğinin ortaya çıkardığı pek çok şerh ve haşiyenin yanı sıra yeni klasikler haline gelecek eserler de telif edilmiştir. Klasik dönem usûl yazıcılığı fukahâ ve mütekellimîn tarikleri üzerinden şekillenmiş, yenilenme döneminde memzûc tarik olarak adlandırılan yazım tarzı özellikle Hanefî âlimlerinin çalışmalarıyla güçlenip öne çıkmıştı. Muhâsebe dönemine geldiğimizde memzûc tarzda yazılan eserlerin eski eserleri neredeyse unutturduğu ve usûl yazımı ve tartışmalarının yenilenme dönemi eserlerini takip ettiği görülür. Bu dönemde Hanefî âlimlerin çalışmaları ağırlıklı olarak Nesefî’nin (ö. 710/1310) Menâru’l-envâr’ı, Sadruşşerîa’nın (ö. 747/1346) et-Tavzîh’i ve Teftâzânî’nin (ö. 792/1390) bu eser üzerine yazdığı et- Telvîh’i ile Molla Hüsrev’in (ö. 885/1480) Mir’âtü’l-usûl’ü ekseninde şekillenmiştir. Bu eserlerden Mevlânâ Mehmed İzmîrî’nin (ö. 1165/1751) Mirât haşiyesi, içerdiği zengin tartışmalar, tahkike dayalı izahlar ve kelâmî-felsefî uzanımları ile öne çıkan değerli bir kitap olup klasik fıkıh usûlünün kapsamlı son örneklerinden birini temsil eder. Yine Tarsûsî Mehmed Efendi (ö. 1145/1732) ile Vidinli Mustafa Efendi’nin (ö. 1855) Mirât haşiyeleri, Molla Cîven’in (ö. 1130/1718) Nûrü’l-envâr adlı Menâr şerhi ile İbn Âbidîn’in (ö. 1252/1836) Nesemâtü’l-eshâr adlı Menâr haşiyesi öne çıkan eserlerdendir. Hindistanlı Bihârî’nin (ö. 1119/1707) Müsellemü’s-sübût’u ile Konyalı meşhur fakih ve sûfî Hâdimî’nin (ö. 1176/1762) Mecâmi‘u’l-hakâik’i, bu dönemde öne çıkan yeni telif eserler olup üzerlerine şerh yazılmaya değer bulunan önemli metinler haline gelmişlerdir. Abdülalî el-Leknevî’nin (ö. 1810), Fevâtihu’r-rahamût’u Bihârî’nin metni, Güzelhisârî’nin Menâfi‘u’d-dekâik’i ise Hâdimî’nin metni üzerine yazılan şerhler arasına öne çıkmış ve usûl müfredatına dâhil olmuşlardır. Mecâmi‘, son dönem Osmanlı âlimlerinin usûl yazımını yönlendiren önemli bir metin hüviyetindedir. Eserin özellikle kavâide ayrılan son bölümü, usûl yazımı açısından önemli bir gelişme olup Mecelle’ye giden süreçte küllî kâide bilgisinin artmasına kâidelerin fıkhî düşüncede daha önemli bir yer elde etmesine katkı sunmuştur. Bu bağlamda Kırkağâcî’nin (ö. 1852) kâidelerle ilgili son kısma yazdığı Şerhu hâtimei kavâidi’l-usûl ve’l-furû adlı eseri dikkati çeker.
Bu dönemde Şâfiî âlimlerin çalışmaları ağırlıklı olarak Cüveynî’nin (ö. 478/1085) Varakât’ı, İbnü’l-Hâcib’in (ö. 646/1249) Muhtasarü’l-Müntehâ’sı ve Tâceddin es-Sübkî’nin (ö. 771/1370) Cem‘u’l-cevâmi‘i ekseninde şekillenmiştir. İbnü’l-Hâcib Mâlikî mezhebine mensup bir usûlcü olsa da eserinin başında yer verdiği başlıklar üzerinden elde edilen tartışma ortamı bu dönemde de eserin Şâfiî fakihlerce tercih edilmesini sağlamıştır. el-Bennâ el-Dimyâtî (ö. 1117/1705) ile Ezher şeyhlerinden Hasan el-Attâr’ın (ö. 1250/1834) Cem‘u’l-cevâmi‘ haşiyeleri, Muhammed el-Hıfnî (ö. 1181/1767) risâleleri ile Molla Halil Siirdî’nin (ö. 1843) Usûlü fıkhi’ş-Şâfiî’si bu dönemde telif edilen bazı Şâfiî usûl eserleridir. Hicrî XII. ve XIII. yüzyıllarda usûlle ilgili telifte bulunan diğer bazı âlimler şunlardır: Hanefîlerden Eyyûbîzâde el-Mostârî (ö. 1119/1707), Kara Halil (ö. 1123/1711), Ahmed el-Kevâkibî (ö. 1124/1712), Abdülganî en-Nablûsî (ö. 1143/1731), Saçaklızade (ö. 1145/1732), Nizamüddin el-Leknevî (ö. 1161/1748), Abdülhak el-Leknevî (ö. 1187/1774), Abdünnâsır el-Kazânî (ö. 1227/1812), Güzelhisârî (ö. 1253/1837); Mâlikîlerden Muhammed et-Tayyib el-Fâsî (ö. 1113/1701), Abdurrahman el-Bennânî (ö. 1198/1784) Sâlih el-Füllânî (ö. 1218/1803); Cekenî (ö. 1233/1817), Şâfiîlerden Dimyâtî el-Bennâ (ö. 1117/1705), Molla Halil Siirdî (ö. 1754-1843); Hanbelîlerden Ahmed el-Ba‘lî (ö. 1189/1775), Abdullah Ebâbuteyn (ö. 1282/1865). Bunlar ve daha başka pek çok yazar, mezheb ayrımı gözetmeksizin klasikleşmiş belli metinler üzerine mesai sarf etmişler; öne çıkan Hanefî ve Şâfiî usûl metinleri diğer mezheplere mensup usûlcüler tarafından şerh ve haşiye gibi çalışmalara konu olmuş, böylelikle usûl-ı fıkhın belli problemleri etrafında nazarî bir tartışma dili kurulmuştur.
İstanbul’un fethinin ardından Fâtih Sultan Mehmet’in talimatıyla başlayan “mukaddimât-ı erbaa” eksenli tartışmalar bu dönemde de sürmüş, Osmanlı âlimleri konuyla ilgili birçok risâle kaleme almıştır. Dönemin usûl âlimleri, mukaddimelere yazılan şerhler üzerinden fıkıh usûlü ve kelâm ilimlerinin ortak meselelerinden hüsün-kubuh, irade hürriyeti ve şer’îlik tartışmalarına yoğun katkılarda bulunmuşlardır. Kavukçuzâde (ö. 1721), Kazâbâdî (ö. 1750), Davud b. Mehmed el-Karsî (ö. 1169/1756), Akkirmânî (ö. 1761), Ebû Saîd el-Kayserî (ö. 1774), Konevî Hafız İsmail Efendi (ö. 1195/1780), Şeyhülislâm Mekkî Mehmed Efendi (ö. 1212/1797), konuyla ilgili müstakil eser kaleme alan âlimlerdendir. Yine bu dönemde usûlün önemli konularından umum-husus, emir-nehiy, ibâha gibi hususi meseleleriyle ilgili kaleme alınan daha başka risâleler de vardır. Ayrıca bu dönemde mezheplere bağlılık sorgulanır hale geldiği için belli derecelerde içtihadı savunan ve herhangi bir mezhebi takip etmeyen usûl yazarları da çıkmıştır. Şah Veliyyullah Dihlevî (ö. 1176/1762), Emir San‘ânî (ö. 1182/1768), Muhammed b. Abdülvehhâb (ö. 1206/1792), Şevkânî (ö. 1250/1834), Muhammed b. Ali es-Senûsî (ö. 1276/1859), usûlün anlam ve işlevini sorgulayan, daha çok ictihad-taklitle ilgili eserler kaleme alan ve fıkhî mesailerini daha çok hadis rivâyetleri üzerinde yoğunlaştıran fakihlerdir. XVII. yüzyıldan beri ulemânın gündeminde olan telfik ve mezhebler arasında intikal meselesi bu dönemde daha da canlı bir tartışmanın konusu olmuştur. Kimi âlimler sınırlı ve belli kurallar dâhilinde telfike kapı aralanabileceğini savunurken telfike tamamen karşı çıkan yazarlar da vardır. Hanbelîlerden Mer‘î b. Yûsuf el-Kermî (ö. 1033/1624) ile Seffârînî (ö. 1188/1774), Hanefîlerden Nablûsî’nin müstakil risâlelerinin yanı sıra fıkıhla ilgili diğer birçok eserde konuyla ilgili tartışmalar sürmüştür.
XII./XVIII. ve XIII./XIX. yüzyılın başlarına denk gelen dönemde fıkıh düşüncesine dair kaleme alınan eserlerde iki farklı tavırla karşılaşmaktayız. Bir tarafta fıkıh ve usûlün yenilenme döneminde kazandığı muhtevayı olduğu gibi sürdürme eğiliminde olan fakihler varken diğer tarafta neredeyse bin yılı tamamlayan fıkıh geleneğinin belli noktalarda dönüştürülmesi gerektiğini düşünen ve bunu da fıkıh usûlünü ve bu disiplinin yerleşik hale gelmiş bazı kabullerini tartışmaya açarak yapmaya kalkışan fakihler bulunur. İlk tavrı sahiplenen âlimler de yaşadıkları dönem itibarıyla belli problemleri fark etmiş olmakla birlikte, onlar bir bütün olarak klasik fıkhı ve usûlü tartışmaya açmak yerine, furû fıkıh uygulamaları üzerinden bazı yenilenme teşebbüslerinde bulunmuşlardır. İkinci tavrı sahiplenen âlimlerse daha köklü bir değişiklikler silsilesine talip oldukları için çok daha esaslı konuları tartışmaya açmışlar ve dönemlerine göre oldukça ileri ve cesur bulunabilecek çıkışlarla, muhâsebenin beraberinde “ıslahat”ı da getirmesini istemişlerdir. Bu grupta yer alan âlimler, modern dönem çalışmalarında ihya, ıslah, tecdîd önderleri olarak kabul edilmiş ve tenkit ve teklifleri oldukça önemsenmiştir. Bu âlimlerin görüş ve yaklaşımlarını ele almadan önce, önemli bir noktaya işaret etmek gerekir. Her birisi üst düzeyde yetişmiş birer âlim ve düşünür olan ihya ve ıslah önderleri, İslâmî ilimlerin sahih ve özgün başlıkları üzerinden bir tartışma alanı oluşturmuş ve gördükleri problemlerin yine bu ilimlerin kendi imkân ve kapasitesi üzerinden çözüme kavuşturulabileceğini tahayyül etmişlerdi. Yani onların teşhis ve teklifleri, henüz modern batı dünyası ile karşılaşmadan önce şekillenmiş ve Avrupa hegemonyasının oluşturduğu karmaşadan önce şekillenmişti. Avrupa devletlerinin İslâm dünyasını etki altına alması ve özellikle sömürgecilik faaliyetlerinin başlamasıyla birlikte yaşanan sürecin doğurduğu problemler, bu âlimlerin tenkit ve tekliflerinin gündemde kalmasını ve pek çok modern İslâm düşünürü tarafından sahiplenilmesini sağlamıştır. Bu gelişme söz konusu tenkitlerin maalesef birçok noktada yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği için muhâsebe döneminin tartışma konuları, arayışlar döneminin çalkantılarına karışmış durumdadır. Fıkıh düşüncesi söz konusu olduğunda muhâsebe dönemini değerli kılan, söz konusu tartışmaların tamamen iç sâiklerle şekillenmesi ve bu tartışmaların İslâm dünyasına muazzam bir enerji ve hareketlilik kazandırmış olması idi. Bu hareketlilik, bugün “Modernleşme öncesi tecdîd hareketleri” olarak anılan oluşumların doğmasını sağlamıştır. İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde etkileri günümüze dek hissedilen bu hareketlerin sağladığı aktivizm ve kazandırdığı şuurun, Avrupa devletleri ile yaşanacak karşılaşma sırasında çok önemli kazanımları olduğu görülecektir.
İslâm dünyasında XII./XVIII. yüzyılda, İslâmî ilimlerin kurucu ve başat iki şubesi olan fıkıh ve kelâma yönelik bazı soru işaretlerinin oluşmaya başladığını görüyoruz. Bu soruları yüksek sesle dillendiren âlimler, kaleme aldıkları metinlerde ciddi bir muhâsebe sürecinin başlamasını sağladılar. Kronolojik olarak sıralayacak olursak; Hind alt-kıtasından Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1176/1762), Yemenli Emir San‘ânî (ö. 1182/1768), Necidli İbn Abdülvehhâb (ö. 1206/1792), bugünkü Nijerya’nın kuzeyinde doğan Osman b. Fûdî (ö. 1232/1817) ile yine Yemenli Şevkânî (ö. 1250/1834) sürecin öne çıkan isimleridir. Bu isimlere, nispeten daha geç yıllarda yaşamış olan Kuzey Afrikalı Muhammed b. Ali es-Senûsî (ö. 1276/1859) ve Sudanlı Muhammed el-Mehdî’yi (ö. 1302/1885) de ekleyebiliriz. Bu isimlerden bazıları arasında birtakım irtibatlardan ve dolaylı hoca-öğrencilik ilişkilerinden bahsetmek mümkün ise de bazıları birbirini hiç görmemiş ve haberdar olmamış, bazıları ise sadece eserleri üzerinden kendilerinden öncekilerle ilişki kurabilmiştir. Birbirine çok uzak bölgelerde yaşayan pek çok ismin benzer sorular etrafında ortak problemleri tartışmaya açmış olmaları ve sunduğu teklifler arasındaki önemli yakınlık ve benzerlikler, muhâsebe dönemi fıkıh düşüncesinin ruhunu yansıtır niteliktedir. Islah ve tecdîd önderleri, yaşadıkları dönem itibarıyla müslüman toplumların önemli birtakım problemlerle karşı karşıya olduğunun bilincinde olarak bu problemlerin teşhis ve tedavisi için inisiyatif aldılar. Bu inisiyatif bağlamında önem arz eden hususlardan biri, söz konusu problemlerin sebepleri arasında fıkıh düşüncesi ve müesseselerinin geldiği noktayı görmeleri ve burada yapılacak ıslahatların ümmetin önemli bazı sorunlarını aşmasına imkân tanıyacağını dile getirmeleridir.
Muhâsebe dönemi fıkıh düşüncesinin tahliline ilk olarak fıkıh usûlü tasavvuruyla başlamak yerinde olacaktır. Bu dönemde etkin olmuş fakihler arasında üç isim, özellikle fıkıh usûlünün mahiyeti, anlam ve işlevi üzerine yazdıklarıyla öne çıkmıştır. Şah Veliyyullah Dihlevî, özellikle el-İnsâf risâlesinde genel ihya düşüncesinin fıkıh tarihi zeminini inşa bağlamında fıkıh usûlü ilminin nasıl ortaya çıktığı ve ne tür işlevler gördüğüne dair önemli cümleler kurmuştur. İslâm yazın tarihinde eşine az rastlanır bir bakışla fıkıh ilminin teşekkül dönemine dair önce izah ardından da dönüştürme ve ihya hedefli bir bakış geliştiren Dihlevî, bu hedefine uygun olacak şekilde usul ilminin doğuşunu hadis ve fıkıh sahalarındaki birikimin buluşmasına bağlar. Kendisinden önceki âlimlerden ne fakihlerin ne de muhaddislerin başaramadığı bu işi Şâfiî’nin gerçekleştirdiğini söyleyen Dihlevî, aynı zamanda ideal müctehid tipi olarak gördüğü Şâfiî’nin İslâm dünyasının muhtelif bölgelerine yayılan hadis rivâyet malzemesini derleyip fıkhî hükümlerin kaynaklarına dair bütüncül bir bakış geliştirdiğini ve özellikle teâruz halindeki rivâyetler ile şehir ve bölgeler arasında ihtilafa sebep olan farklı hadis/âsâr bilgisini vaz ettiği bu yeni disiplin yani fıkıh usûlü ilmi üzerinden telif edebilmiştir. Dihlevî, Şâfiî’nin şahsında idealize ettiği fakih-muhaddis tipinin en yetkin örneğini görür ve onun yapay ve zorlama bir açıklama modeli değil, dini hükümleri en sağlıklı bir şekilde tespit etmeye yarayacak bir metodoloji geliştirmek için bu işe koyulduğunu söyler. İşte bu nokta, Dihlevî’nin nazarında fıkıh usûlü ilminin anlam ve işlevinin de tezahür ettiği yerdir. Nitekim Hanefî usûlünü değerlendirirken sarf ettiği cümleler, bu anlam ve işlevin karşılık bulamamasıyla alakalıdır. Dihlevî, fıkıh sahasında Ebû Hanîfe önderliğinde yaşanan gelimeler akabinde ictihadî faaliyetlerin tahric esaslı yürümeye başladığını yani meselelerin artık rivâyetlere değil, geçmiş otoritelerin ictihadlarına dayandırılarak çözümlenmeye başladığını belirtir. Çok da tasvip etmediği bu yaklaşımın sorumluları olarak açıkça isim vermemekle birlikte Hanefî fakihleri gördüğü anlaşılmaktadır. Bu fakihlerin her geçen gün daha da yoğunlukla başvurdukları bu yöntem, fıkhî meselelerin çözümünün yanı sıra geriye dönük izahların da kaynağı haline gelmiş, İsa b. Eban ve Kerhî gibi fakihler yaptıkları çıkarımlarla adeta yoktan bir Hanefî usûlü inşa etmişlerdir. Özellikle Kur’ân-sünnet ilişkisi bağlamında öne çıkan âmmın delâleti, tahsis, nesih, nassa ziyade gibi meseleleri mezheb imamları konumundaki ilk müctehidlerin görüşlerini geçersiz kılmadan izah edebilmeyi hedefleyen bu fakihler, tahrice dayalı çıkarımlarıyla geriye dönük bir anlamlandırma arayışına girmişlerdir. İşte Serahsî, Pezdevî gibi usulcülerin yazdıkları eserlerde Hanefî usûlü diye takdim edilen esaslar bunlardan ibarettir. Dihlevî, söz konusu süreçte Hanefî fakihlerin tedavüle giren yeni rivâyetler ve tenkidi yapılan eski bilgilerle sağlıklı bir ilişkiye giremediklerini yani aslında sıhhati hakkında oluşan kanaatler ışığında geçmiş ictihadları gözden geçirmeleri gerekirken bunu yapmayıp sahiplendikleri fıkhî geçmiş üzerinden rivâyetleri tenkit ettiklerini düşünerek eleştirel bir söylem geliştirir. Böyle olunca usûl Hanefî fakihler arasında gerçek işlevine kavuşamamış ve adeta yamalı bohçaya dönüşen parçalı izahlar bütünü görüntüsü arz etmiştir. Dihlevî’nin usûlden beklediği işlevin Şâfiî mezhebi fakihleri arasında daha çok tahakkuk ettiğini düşünür ve bu mezhebde diğerlerine nazaran daha çok müntesip müctehid yetiştiğini ifade eder. Şâfiî fakihler usûlî dinamizmi mezheb geçmişine feda etmedikleri için yeri geldikçe bizzat imamlarına karşı çıkabilmişler ve özellikle fıkhî geçmişleri karşısında rivâyet bilgisini feda etmemişlerdir.
Bu dönemde fıkıh usûlü ilmine eleştirel bir bakış geliştiren bir diğer âlim, Emir San‘ânî’dir (ö. 1182/1768). İctihadı savunan ve bütün ilimlere bu nazarla bakan âlimlerden olan San‘ânî, gerek el-Avâsım ve’l-kavâsım’ın ilk cildinde, gerekse Mezâliku’l-usûliyyîn adlı risâlesinde usûl ilminin kazandığı muhteva üzerinden usûlcülere tenkitler yöneltir. Eleştirel düşüncenin önemine sıklıkla vurgu yapan San‘ânî, fakihleri ictihada hazırlaması beklenen usûl ilminin bu ilimle iştigal eden kişilerin içine düştükleri hatalardan ötürü aslî gayesine hizmet edemez hale geldiğini belirtir. Onun şikâyet ettiği ve düzeltilmesini istediği aksaklıklar şunlardır: 1. Fıkıh usûlü eserlerinde zikredilen kâidelerin neredeyse tamamı tartışmalıdır, herkesçe bütün yönleriyle kabul edilen hemen hiçbir kâideye rastlanmamaktadır. Kâidelerinin çoğu tartışmalı ve zannî olmasına karşın fıkıh usûlü muhkem bir ilim gibi algılanmaktadır. 2. Öğrenim kolaylığı sağlaması için kaleme alınan delillerden arındırılmış muhtasar kitaplar okuyucuları mezheb taassubuna itmekte, bu ilmin üstatlarının taklidi yasaklamasına rağmen öğrenciler okudukları eserlerin yazarlarını körü körüne taklid etmekte ve bu da ilimle iştigal eden muhtelif çevreler arasında düşmanlıklara yol açmaktadır. 3. Usûlün gayesi bakımından hiçbir amaca hizmet etmeyen, oldukça gereksiz bahisler uzun uzadıya işlenmekte, bu bahisleri kavramak için harcanan uzun zamana rağmen usûlle ilgili doğrudan bir fayda elde edilememektedir. Birçok kitabın başındaki mantık bahisleri, hemen her konunun bir şekilde mantık ıstılahları ve meselelerine ircâ edilişi, icmâ ve kıyasla ilgili bu delillerin aslî hüviyetleriyle ilgisiz uzun tartışmalar fıkıh usûlünü salt nazarî bir disipline dönüştürmüştür. 4. Hiçbir faydası olmayan tanımla ilgili ayrıntılı meseleler, teklîfu mâlâ yutâk, kelâm-ı nefsî gibi nazarî tartışmalar, öğrencileri bu ilmin nihâî gayesi olan kulluktan alıkoymaktadır. Bunların yerine Kitap ve sünnetten nasıl istidlalde bulunabileceği öğretilmeli, Kur’ân’ın ilk muhatapları olan sahâbenin dile getirmediği anlama ve yorumlama problemleri ile uğraşılmamalıdır. 5. Usulcülerin metin yazarken aşırı titizlenerek çok kısa ve anlaşılmaz metinler yazmaları, meseleleri açık açık ele alıp izah etmemeleri bu ilmin faydasız bir disipline dönüşmesine yol açmıştır. Bu eleştiriler üzerinden San‘ânî’nin ulaşmak istediği nokta, fıkıh usûlü de dâhil olmak üzere bir müslümanın tahsil edeceği bütün ilimlerin kıymetinin Kitap ve sünnete ne kadar hizmet edebildikleriyle ölçüleceğidir. Dolayısıyla usûl mesâilinin doğrudan nasları anlamayı, onlardan hüküm istidlalini öğretmeyi mümkün kılacak şekilde sınırlandırılması gerekir.
San‘ânî’nin dile getirdiği eleştirilerden haberdar olan Şevkânî, fıkıh usûlünü aynı gayeye hizmet edecek bir disipline dönüştürebilmek için daha sistematik tenkitler yöneltir ve somut bir alternatif üzerinde durur. Geçmiş fıkıh birikimiyle muhâsebeye dayanan esaslı bir ilişki tesis etmeye çalışan âlimler arasında, klasik tarzda bir fıkıh usûlü kitabı yazan tek kişi olan Şevkânî, aslen Zeydî bir muhitten gelmesine karşın zamanla Ehl-i hadis anlayışına yakın bir Sünnî tavrı benimsemiştir. İrşâdu’l-fuhûl adını verdiği eserinde usûlün yerleşik bütün konu başlıklarına ve meselelerine yer veren Şevkânî, aslında fıkıh usûlünün müteahhir dönemde aldığı şekil ve içerikten rahatsızlık duymaktaydı. Eserinin giriş kısmında bu rahatsızlığı açıkça dile getirir ve usûlün gerçek işlevinin ilim tâliplerini ictihada ehil hale getirmek olmasına karşın zamanla bunun geri plana itildiğini ve usûl kitaplarının fıkha doğrudan katkı sunmayan nazarî problemlerle doldurulduğundan şikâyet eder. Şevkânî’nin yenilenme döneminde iyice yerleşen klasik fıkıh usûlü anlayışına ve bu anlayış doğrultusunda kaleme alınmış usûl metinlerine yönelttiği eleştirileri üç başlık üzerinden takip edebiliriz. Bunlar; fıkıh usûlü ilminin işlev ve gayesi, mevcut haliyle usûl kitaplarının içeriği ve bu içeriği teşkil eden problemler ve tartışmalarda dile getirilen görüşlerdir. (tanım, mevzû ve mesâil üzerinden tenkide tabi tutar). İlk olarak usûl-ı fıkıhta yerleşik hale gelmiş ve genel kabul görmüş pek çok ilke ve kuralın sorgulanmadan benimsenmesine itiraz eden Şevkânî, geçmiş büyük usûlcüleri meseleleri naklî ve aklî delillere dayandırmadan yani tahkik etmeden aktardıkları için tenkit eder. Bu durumun dinin aslî kaynaklarına dayanan bilgilerle müctehidler tarafından üretilmiş yorumların birbirine karıştırılmasına yol açtığı ve bu aksaklıklardan ötürü fıkıh usûlünün amacından saptırıldığını düşünen Şevkânî, usûle dair yanlış anlaşılma ve kabulleri düzeltmek için yola çıktığını belirtir. Zira ona göre, “ictihad ilimlerinin en önemlisi” olan usûl, mevcut haliyle tam aksi bir gayeye hizmet etmekte ve onu tahsil edenler farkında olmadan taklide düşmekte, re’ye gitmektedir. Usûl ilmiyle o günkü algılanışı ve tahsil biçimleri üzerinden irtibata geçenler, ictihada yetkin hale gelmeleri beklenirken daha da mutaassıblaşmaktadır.
Hâkim usûl anlayışını dönüştürmeyi hedefleyen Şevkânî, amaçladığı işlevsellik adına fıkıh usûlü eserlerini mevzû ve içerikleri üzerinden tenkide tabi tutar. Bu tenkitler, usûl eserlerinde işlenen pek çok konuyu bu ilmin mevzûu dışına iterek usûlü daha yalın ve sade bir disipline dönüştürmeyi ve böylelikle adeta ictihada hizmet eden bir âlet ilmine indirgemeyi hedefler gibidir. Ona göre, usûl kitaplarında Kitab, sünnet ve icma bölümlerinde işlenen konular menşeine göre değerlendirilmelidir. Eğer bir konunun kaynağı şer‘î deliller ise bu şer‘î usûlî bir konu, dil bahisleri ise şer‘î lugavî bir konudur ve usûle dâhildir. Bunlardan birine istinat etmeyen bahislerse re’y kaynaklıdır ve aslında fıkıh usûlü mesâili arasında yer almamalıdırlar. İstihsan, istishab ve telâzümle alakalı konular böyledir yani aslında bu bahislerin fıkıh usûlü kitaplarına dâhil edilmemeleri gerekir. Bu taksime göre, bir konunun fıkıh usulünde işlenebilmesi için ya delillerle ya da dille ilgili olmalıdır; mesela kelâm ilminden ileri gelen konu başlıkları aslında usûlün konusu değildir. Kelâm ilminin mesâili kelâm kitaplarından, dil kaynaklı bahislerse dilbilim kitaplarından öğrenilmelidir. Şevkânî’nin konu üzerinden getirdiği eleştirilerle usûlî tartışmaları değersizleştirip dil bilgisini öne çıkarmak suretiyle adeta fukahânın önce furû-ı fıkıh ve ardından usûlde inşa ettikleri fıkhî gerçeklik alanını yok etmeğe uğraştığı görülüyor. Fıkhî ve usûlî bahislerdeki derinliği hiçe sayarak basit dil tartışmalarına indirgeyen bu tavır, sonraki süreçte hem usûl hem de fürûda yaşanacak kimi gelişmelerin de habercisi gibidir. Şevkânî’nin klasik fıkıh usûlü birikimine yönelttiği tenkitlerin ikinci ayağı, mesâille ilgilidir. Şevkânî, usûl mesâilinde benimsenen ve “tartışılmaz doğrular” haline gelen birçok “kâide”nin asılsız olduğunu iddia eder ve “hayal ürünü görüşler” diye niteler. Naslardan hiçbir dayanağı bulunmayan bu kâidelere dayanarak istidlâlde bulunmayı ve neticesinde kâideye muhalif nasları reddetmeyi ise taassub sebebi olarak gösterir. Şevkânî’nin fıkhın kaynakları (edille-i şer‘iyye) ile ilgili itirazları ise usûl ilmine mevzû cihetinden yaptığı en önemli müdahale alanı olmuştur. O, bütün Sünnî fıkıh mezheblerince kabul gören dört ana delil (edille-i erba‘a) anlayışına karşı çıkarak kaynakları Kur’ân ve sünnet ile sınırlandırmış, icmâ ve kıyasın hücciyetini kabul etmeyerek delilleri azaltma yönünde bir girişimde bulunmuştur. Bütün bu müdahale girişimlerinin gayesi ise ictihad-taklit konusunu yeniden tartışmaya açmaktır. Dihlevî’nin eleştirileri fıkıh usûlünün klasik dönemindeki anlam ve işlevine yönelik iken Şevkânî’nin eleştirilerinin daha ziyade yenilenme döneminde kazandığı içeriğe yönelik olduğu görülüyor. Bu eleştirilerin nihai hedefi, fıkıh usûlünde bir daralma ve sadeleştirmeye gidilmesini sağlamak ve meselelerin geçmiş otoritelerden bir şekilde bağımsız kılınarak serbestçe tartışılabilmesi sağlamaktır.
Muhâsebe döneminde öne çıkan fakihlerin bir şekilde gündemlerine giren ve ilgilenmek durumunda kaldıkları, farklı açı ve derecelerden tavır geliştirmek zorunda oldukları ikinci başlık, ictihad-taklit meselesi ve fıkıh mezheblerine bağlılığın anlamıdır. İslâm dünyasında dar anlamda dinî hayatın yanı sıra güncel yaşantıyla ilgili hukukî düzenlemelere duyulan ihtiyaç, fıkıh ilmi tarafından karşılanmıştı. Hicrî II. asrın ortalarında bu ilmin tedvin edilmesiyle birlikte belli otoriteler etrafında hukukî gelenekler de şekillenmiş ve bu gelenekler hicrî IV. asrın ortalarına doğru tamamlanan bir süreç akabinde mezheplere dönüşmüştür. Klasik dönemin ortalarına doğru yerleşik hale gelen ve ümmetin genel uzlaşısı ile sayısı dörde sabitlenen mezhebler, yenilenme döneminin gelişmeleri ile daha da güçlü ve muhkem hale geldi. Bu dönemde vakıf ve medrese kurumları etrafında şekillenen eğitim ve hukukî kültür, yargı ve fetvâ işlerini zaten yürütmekte olan fakihleri kurumsal açıdan daha güçlü hale getirdiği gibi hukukî birikimin zaman içinde elde ettiği derinlik ve zenginlik mezhebler etrafında şekillenen hukukî yapıyı neredeyse sorgulanmaz hale getirdi. Bu dönemde daha da güçlenen siyasî organizasyonların ve artık birer imparatorluğa dönüşen büyük devletlerin hukukî hayatın tanzimini mezheplere bağlı fakihlere devretmesi, ayakta kalmayı başarabilen oluşumların sadece fıkhî yönelişler ve belli ictihadlar etrafında bir araya gelen fakihler zümresi olmanın daha da ötesine geçmesine imkân tanıdı. Fıkhî düşünce açısından muhâsebe çağının başladığı XVII. yüzyılın sonları ile XVIII. yüzyılın başlarına gelindiğinde bir mezhebe bağlanmak çok katmanlı anlamlardan oluşan bir tavır demekti. Bu tavır geçmiş yüzyıllarda da kimi âlimlerce bütünüyle benimsenmemiş ve mezhebler etrafında oluşan ilişkiler kümesi sorgulanmış ise de bu sorgulamalar cılız sesler olmanın ötesine geçememişti. Ne var ki XVIII. yüzyılın ortalarına gelindiğinde karşımıza kimileri birbiriyle irtibatlı kimileriyse tamamen bağımsız bir şekilde konuyu gündeme taşıyan, mezheplere bağlanmanın anlamını ciddi şekilde sorgulayan pek çok fakih çıkar. Her birinin içinde yetiştiği ilmî ve fıkhî havzanın tesir ettiği özel gündemleri, rahatsızlık duymalarına yol açan belli gelişmeler olmakla birlikte, dile getirilen eleştiriler ve sunulan teklifleri bir arada düşündüğümüzde muhâsebe döneminin en önemli gündemlerinden birinin içtihat-taklit meselesi ve mezheplere bağlılık olduğunu söylememiz gerekir.
Mezheblerin klasik hüviyetine kavuşmasıyla birlikte yerleşen en önemli kabullerden birisi, mutlak içtihat devrinin sona erdiği ve fıkhî faaliyetlerin artık bu mezhepler dâhilinde yürütüleceği idi. Buna göre, gerek sivil anlamda fıkhî tahsil ve tedris süreçleri ile fetvâ verme (müftî-müsteftî) işi gerekse resmî veçhesi bulunan müftîlik ve kazâ teşkilatına katılabilmek için dört sünnî mezhepten birisine mensup olmak gerekiyordu. Sünnî dünyada hâkim hale gelen bu kabulün Şiî bölgelerde de Caferîlik ve Zeydîlik üzerinden benzer ve hatta daha ileri taşınan statüleri doğurduğu görülür. İşte böyle bir ortamda farklı bölgelerde yetişen, muhtelif mezheplere mensup kimi fakihler ictihadın imkânını farklı düzeylerde tartışmaya açtılar. Kimileri mezhebi bir vâkıa olarak benimser ve geçmişte yapılan tasnifler üzerinden ilerleyerek mutlak müstakil ictihad olmasa da müntesip içtihadının imkânı üzerinde dururken kimileri daha cesur bir tavır takınarak mezhepleri bütünüyle mahkûm edip ilk devirdeki gibi mutlak içtihat kapısını tekrar açmaya çalıştılar. Bu fikri açık bir şekilde telaffuz eden ilk âlimlerden olan Muhammed b. Hayât es-Sindî (ö. 1163/1750), mezheblerin taklid esaslı intisabını doğru bulmayarak her bir müslümanın Kur’ân ve hadislerin anlamlarını kavramak için gayret göstermesi gerektiğini düşünür. Sindî, rivâyetlerin fıkıhtaki neredeyse tek işlevinin mezhep doktrinini meşrulaştırmak olduğunu söyler ve yerleşik mezheblerin görüşleriyle çelişen hadislerin reddedilerek imamların görüşlerini müdafaa adına zorlama tevillere girmenin yanlışlığına dikkat çeker.
Hint alt-kıtasında Hanefî mezhebinin hâkim olduğu bir ilmî çevrede yetişen Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1176/1762), fıkıh düşüncesinde önemli kırılma ve dönüşümler yaşamasına yol açan Haremeyn ziyaretinde Sindî’nin öğrencisi olmuştur. Dihlevî, mezhebleri fıkıh tarihinin doğal bir sonucu ve kabullenilmesi gereken değerli birer kurum olarak görür ancak sonraki asırlarda iddia edilen ve yaygın kabul gördüğü düşünülen, fakihlerin artık yalnızca mezhepte içtihat ve fetvâda müctehidlikten öteye geçemeyeceği anlayışına karşı çıkar. İslâm yazın tarihinde eşine az rastlanır bir bakış açısıyla adeta bir hukuk tarihçisi gibi süreci ele alan Dihlevî, mezhebe intisaba yeni bir anlam kazandırmaya ve bu çerçevede içtihadı tekrar etkin hale getirmeye gayret etmiştir. Aslen Hanefî olmakla birlikte gerek İmam Şâfiî’den gerekse sonraki yüzyıllarda yaşamış Ehl-i hadis yönelimli Şâfiî âlimlerden etkilendiği anlaşılan Dihlevî, evvelemirde bu iki mezhebi birleştirmenin yollarını aramış, zamanla diğer sünnî mezhebleri de sürece dâhil etmiştir. Dihlevî, yukarıda fıkıh usûlünün mahiyet ve işlevine dair aktardığımız yaklaşımına paralel olarak fıkhın aslî kaynaklarıyla yeniden ilişkiye geçmenin gerekli olduğunu düşünür. Hangi mezhebe mensup olursa olsun müntesip müctehidlik derecesine ulaşan bir fakih, mevcut fıkhî görüş ve ictihadları Hz. Peygamber’in sünnetini taşıyan rivâyetler üzerinden değerlendirmeye tabi tutmalı ve sünnete en uygun olan içtihadı benimsemelidir. Dihlevî’nin bu noktada dile getirdiği iki husus, muhâsebe döneminde başlayan ve modern dönemde etki sahası giderek genişleyen bir söylemin adeta ilk tezahürleri gibidir. Bunlardan ilki, kökleri hicrî III. asra kadar uzanan fıkhî görüş ve ictihadların muhaddisler nezdinde genel kabul göre hadis kitaplarında yer alan rivâyetler dikkate alınarak değerlendirilmesi ve sıhhati üzerinde genel bir kanaatin oluştuğu hadislerle çelişen mezheb görüşlerinin terkidir. İkincisi ise bu çerçevede yürütülecek bir fıkhî faaliyet neticesinde gerektiği yerlerde mezhebler arasında intikalin önünü açmak ve belli bir mezhebin görüşlerini sürdürme yönündeki ısrarı bırakıp mezheplerin mevcut birikimini adeta bir ictihadlar havuzu olarak görmektir.
Dihlevî’nin çerçevesini çizdiği bu yeni intisap anlayışına yön veren ana fikirlerin, aynı dönemde yaşamış diğer ıslah ve tecdîd önderleri tarafından da farklı düzeylerde benimsendiğini görüyoruz. Hanbelî bir çevrede yetişen Muhammed İbn Abdülvehhâb (ö. 1206/1792), fakihlerin geçmiş yüzyıllar boyunca Hz. Peygamber’in sünnetiyle ilişkilerinin zayıfladığını ve zamanla mezheblerin daha fazla öne çıkarak adeta hadislere karşı fakihlerin görüşlerinin öncelenir hale geldiğinden şikâyet eder. Modern dönemde yayılan kanaatin aksine Hanbelî mezhebiyle güçlü bir ilişkisi olan İbn Abdülvehhâb, pek çok hususta mezhebe bağlı bir fakih gibi hareket etmiş ancak söylem düzeyinde de olsa mezheb imamları ve diğer müçtehitlerin görüşleriyle rivâyetlerin çelişmesi durumunda sünnetin esas alınması gerektiğini belirtmiştir. İbn Abdülvehhâb bir mezhebe intisabı mutlak olarak yanlışlamaz ancak intisap ilişkisinin körü körüne taklide ve taassuba değil, delile ittibâya dayanan bir bilgilenme sürecine dayandırılmasını gerektiğini düşünür. Akâidle ilgili daha köklü bir itiraz ve tenkit faaliyetine girişen ve dönemindeki pek çok inanış ve uygulamayı şirk gören İbn Abdülvehhâb, fıkıh söz konusu olduğunda daha mutedil bir tavır sergilemiş ve İbn Teymiyye ve İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye gibi isimleri çıkarmış Hanbelî mezhebinin zaten yabancısı olmadığı bir söylemi tekrar canlandırmıştır.
İslâm hukuk tarihinde kimi dönemlerde cılız bir şekilde telaffuz edildiğine şahit olduğumuz mezhebe bağlılığa karşı delile ittibâ tavrını bu dönemde çok daha yüksek bir sesle dillendiren ve mezhepler karşısında oldukça katı bir tavır takınan isim, Şevkânî (ö. 1250/1834) oldu. Yemen’de Zeydî bir çevrede yetişmesine ve bu mezhebe mensup Kâsımî imametine bağlı olarak yıllarda başkadılık yapmasına karşın Ehl-i hadis tavrı baskın bir Sünnîliği benimseyen Şevkânî, muhâsebe döneminin en ileri giden ictihad savunucusu ve taklit eleştirmenidir. Diğer isimler içinde yetiştikleri mezheplere olan bağlılıklarını bir şekilde sürdürme eğiliminde olsalar da Şevkânî bu kurumları bid’at olarak nitelemiştir. İctihadın kıyamete dek sürdürülmesi gereken bir farîza olduğunu söyleyen Şevkânî, buna karşın taklidi haram görür. Mevcut mezheblerin kendilerine nispet edildikleri imamları herhangi bir alakasının olmadığını, imamların içtihadı telkin ve tavsiye eden cümlelerine karşın sonraki fakihlerin bir takım dünyevî menfaatler uğruna mezhebleri icat ettiklerine inanan Şevkânî, tamamen içtihat-taklit eksenli bir alternatif fıkıh tarihi tasavvuru geliştirmiştir. Belli bir mezhep dâhilinde yürütülen hiçbir fıkhî çalışmaya değer atfetmeyen, müntesib müctehidlik gibi kavramlara yer açmayan, ictihadın tecezzi edebileceğine dahi karşı çıkan bu katı tutumun sunabildiği alternatif, delile ittibâya dayalı bilgilenme sürecidir. Şevkânî her müslümanın ictihad seviyesine erişemeyeceğini bir vâkıa olarak kabul eder ve avâmdan olan kimselerin üzerine düşen yükümlülüğü müctehid âlimlere danışmak olarak tanımlar. Buna göre, âmmî bir müslüman dinî bir meselenin hükmünü öğrenmek istediğinde ilmine ve diyanetine itimat ettiği müctehid bir âlime gidip soracak ve âlimin ilgili hükmü deliliyle birlikte kendisine bildirmesi sayesinde taklitten kurtulacaktır. Delile ittibâyı taklidin alternatifi olarak gören daha başka âlimler de bulunmakla birlikte, aktarılan hükmün mutlaka ilgili âyet ve hadisle birlikte zikredilmesini ve âmmînin de buna dikkat ederek öğrenmesi gerektiğini şart koşan Şevkânî daha ileri bir tavrı dile getirmiştir. Delilin elde edileceği kaynaklarsa Kur’ân’a ilaveten sıhhatleri üzerinde genel bir fikir birliğinin elde edildiği hadis kitaplarıdır. Şevkânî’nin Zeydî kökenine rağmen başta Sahîhayn olmak üzere Sünnî hadis kitaplarını mezhebleri temsil eden fıkıh eserlerinin alternatifi olarak görmesi ve bu kaynaklara dayanana bir ıslah faaliyeti başlatması, muhâsebe döneminin önemli gelişmeleri arasındadır.
Muhâsebe döneminin öne çıkan diğer isimleri olan Muhammed b. Ali es-Senûsî (ö. 1276/1859), Osman b. Fûdî (ö. 1232/1817) ve Muhammed el-Mehdî (ö. 1302/1885) de mezhebe intisabı sorgulayan ve derece ve içerikleri farklılaşmakla birlikte naslara bağlılığı öne çıkaran tavrı benimsemişlerdir. Senûsî ve Osman b. Fûdî’nin Mâlikî hukuk kültürü içerisinde şekillenen ancak amaçladıkları ıslah çalışmalarının gereği olarak klasik mezheb bağlılığı sınırlarının ötesine taşan tavırları, yine delile ittibâ kavramını öne çıkarmalarıyla sonuçlanmıştır. Sudanlı Mehdî ise yine Mâlikî bir çevrede yetişmesine karşın dört mezhebi de aşan yeni bir fıkıh yorumuna ulaşmış ve hatta zâhirî delillerin ötesine taşan iddiaları, açık naslara aykırı düşen yeni bir takım hükümler getirmesine yol açmıştır.
Delile ittibâyı kuru bir söylem yahut vâkıadan kopuk, gerçekleşmesi hayal ütopik bir beklenti olarak görmek yanlış olacaktır. Yukarıda adı geçen bütün isimler, bu tavır üzerinden bir ıslah düşüncesi geliştirmiş ve bunu kendi hayatlarında çevrelerinden başlayarak uygulatmaya muvaffak da olmuşlardır. Bu teklif, dinî bilginin en önemli tezahür sahası konumundaki fıkhî ahkâmın ve bunu belirlemek için yürütülen çalışmaların sadece uzmanlarla sınırlı bir kesim tarafından düzenlenip yönetilmesine karşı müslüman halkları mobilize etmeye dönük bir arayışı yansıtır. Avâma körü körüne taklid ve ilim ehline de mutaassıp bir bağlılığa karşı her bir hükmü delillerini sorgulatarak elde etme ve aktarma yükümlülüğü öngören ittibâ anlayışı, dinî bilginin tedavülünü daha da yaygın hale getirme ve avâm olarak görülen kesimleri de etkin bir şekilde süreçlere dâhil edebilmeyi hedefler. Bunun için fıkıh dilinin sadeleşmesi gerektiğini düşünenler ve ahkâmın ağır kavramsallaştırmalara başvurulmadan daha anlaşılır ifadelerle kayda geçirilip öğretilmesini savunanlar da olmuştur. Halkın hem soru sorarak hem de verilen cevapların dayanaklarını tetkik ederek bir nevi araştırma esaslı müdâhil olacağı bu fıkhî bilgilenme süreci, kurumsallaşmış mezheblerin tesis ettiği tedris, iftâ ve kazâ sistemlerinin de sorgulanmasına yol açacaktı. Bu tekliflerin gördüğü ilgi ve kabul, İslâm dünyasında XVII. asrın sonları ve hususen XVIII. asrın ortalarından itibaren önemli birtakım gelişmelerin yaşanmasına yol açtı. Bugün ıslah ve tecdîd önderleri olarak anılan şahsiyetlerin etrafında şekillenen hareketler, müslüman halkların bir şekilde mobilize edilmesiyle doğmuş ve bu mobilizasyonda delile ittibâ anlayışının da önemli katkısı olmuştur.
Mezhebe bağlılığı tartışmaya açan, taklidi sorgulayıp ictihada farklı düzeylerde de olsa alan açmaya çalışan âlimlerin gözettikleri bir diğer önemli amaç, müslümanlar arasındaki ihtilafları azaltmaktı. İctihadın etkinleştirilmesi ile ihtilafların azaltılması ilk bakışta çatışır gibi gözükse de; ıslahçı âlimler sürecin öngördükleri gibi ilerlemesi halinde mevcut ihtilafların çoğunun ortadan kalkacağına inanırlar. Zira onlar söz konusu ihtilafların büyük bir kısmının mezheplerin kurumsallaşmasından ileri geldiğini ve belli müctehidlerin mutaassıp bir tavırla savunulmasının anlaşmazlıkları çözümsüz kıldığını düşünürler. Dihlevî’den Senûsî’ye bütün ıslahçılar, mezheple anlam kazanmış görüş ve içtihatlara karşı hadislerle ameli öne çıkarmış ve sıhhatlerine itimat edilen rivâyetlerin esas alınması halinde çoğu ihtilafın ortadan kalkacağına inanmışlardır. Bunu ispat edebilmek için de mezhebe bağlılığı savunan âlimlerin geliştirdiği ve temel ahkâm hadislerinin müctehid imamlarca da bilindiği, amel edilmeyen her rivâyetin belli gerekçelerle terk edildiği argümanlarını geçersiz kılacak yeni bir İslâmî ilimler tarihi yorumu geliştirmişler ve erken dönemde hadis ile fıkıh ilimlerinin tedvin sürecinde yaşanan gelişmeleri yeni bir bakışla ele almışlardır. İhtilafların azaltılmasını amaçlayan bu yeni fıkıh teorisi, içtihatta hata-isabet meselesini de tekrar gündeme getirmiş ve klasik dönemde elde edilen uzlaşı sorgulanarak muhattie tavrına yani muhtelif içtihatlardan sadece birisinin isabetli olduğu görüşüne ağırlık verilmeye başlanmıştır. Aslında bu durum, muhâsebe dönemindeki ıslahçı âlimlerinin içtihadı canlandırmak suretiyle yeni bir alan açma arayışlarıyla çatışan bir manzara doğurmuştur. Zira klasik dönemde mezheblerin eşit düzeyde teorik geçerliliğe sahip hukukî gelenekler olarak birbirlerini kabul etmeleriyle birlikte musavvibe görüşü daha öne çıkmış ve farklı mezheplere mensup âlimler muhalif görüşü benimsemeseler de teorik geçerliliğini kabul etmişlerdi. Bu yeni çağrı, rivâyetler üzerinde yürütülecek araştırmaların adeta zorunlu olarak tek bir sonuca götüreceğini öngörürcesine ihtilafların azalacağını umut etmiş ve bir şekilde muhatttieye meylederek aslında klasik dönemin sonlarıyla yenilenme döneminde elde edilen çoklu mezhep yapısının sunduğundan daha dar bir hukukî görüşler alanına ulaşmış oldu.
Etkin bir muhâsebe sürecine giren birçok ismin geliştirdikleri alternatif müfredatlarla eğitime yön vermek, ictihadın önünü açmak ve yeni müctehidler yetiştirmek istemişlerdir. Şah Veliyyullah, uzun yıllar hocalık yaptığı Rahimiyye Medresesi’ndeki ders takrir sistemini değiştirmiş ve müfredatı hadis derslerine ağırlık verecek şekilde yeniden düzenlemiş, kendisinden sonra da bu usûlün takip edilmesini istemiştir. Şevkânî, ictihadda yetkinleşmek isteyen talebelere nasıl bir tahsil süreci takip etmeleri gerektiğini anlatmak için kaleme aldığı Edebü’t-taleb ve müntehe’l-ereb adlı eserinde alternatif bir müfredat geliştirmiş ve bunu öğrencilerine tatbik etmiştir. Senûsî de kurduğu medrese ve zaviyelerde takip edilmesi için bir müfredat hazırlamış ve Mâlikî fıkıh eserlerine ilaveten temel hadis kaynaklarını ders programına dâhil etmiştir.
Ana fikirlerini ve tekliflerini aktarmış olduğumuz ıslah ve tecdîd âlimlerinin sundukları yeni fıkıh anlayışını kabul görmesiyle, bu âlimlerin isimleri etrafında güçlü hareketlerin doğmuş oldu. Bunlardan özellikle Vehhâbîlik, Suud âilesiyle yapılan ittifak ve XX. yüzyılın başlarındaki siyasî gelişmeler sayesinde çok etkin ve güçlü bir harekete dönüşmüştür. Şevkânî’nin Yemen’de uzun yıllara yayılan azimli tedris çalışmalarıyla oluşturduğu öğrenci grubu ve işgal ettiği resmî makamlar üzerinden edindiği etkinlik alanı, önce Zeydî-Kâsımî imametinin ve Yemen’deki Hâdevîlerin dönüşümü, ardından modern Yemen’in hukukî müktesebatının şekillenişine giden yolu hazırlamıştır. İbn Abdülvehhâb’ın tasavvufa geçit vermeyen ve Şevkânî’nin yine tarikatlarla kurumsallaşmış tasavvufî anlayışı karşı zühdü öne çıkaran ıslah anlayışlarına karşın aynı zamanda birer sûfî ve etkin birer tarikat şeyhi olan ıslah önderleri de vardır. Nakşibendiyye başta olmak üzere birçok tarikata mensup olan Şah Veliyyullah Dihlevî, İmam Rabbânî’yi takip eden bir Müceddidî olarak üst düzey bir tasavvufî anlayışın da temsilcisi olmuştur. Kezâ Senûsî, İbn İdris’in seçkin bir talebesi ve müridi olarak yolunu sürdürmüş ve kendi adına nispet edilecek olan Senûsiyye’nin kurucusu olmuştur. Sudanlı Mehdî’nin hareketinde de tasavvufun önemli bir yeri vardır. İctihad düşüncesinin sağladığı hareketliliğe tasavvufî enerjiyi de ekleyen bu hareketler, hem içlerinde yaşadıkları toplumların ihya ve ıslaha dayalı dönüşümleri hem de kısa bir süre başlayacak olan Batılı işgal girişimleri karşısında müslüman halklarının örgütlü direnişinde önemli roller üstlenmişlerdir.
Klasik fıkıh düşüncesi ve kurumlarıyla muhâsebe ve tenkide dayalı bir ilişki içerisinde olan isimlerin ortak özelliklerinden bir diğeri, siyasî düzenlerin inkıraza uğradığı, iç savaş ve çatışmaların eksik olmadığı, sosyal kargaşanın şiddetini giderek artırdığı bölgelerde yaşamış olmalarıdır. XVIII. yüzyıl İslâm dünyasının periferisi sayılabilecek bölgelerde doğan ve yetişen ıslahçı âlimler ile o yıllarda nispeten daha güçlü ve istikrarlı olan merkez bölgelerde yaşayan âlimler arasında bu açıdan önemli bir fark bulunur. Bu yüzden olmalıdır ki İstanbul, Kâhire, Şâm gibi merkezî şehirlerin hiçbirisinde ıslah hareketi diyebileceğimiz bir oluşuma rastlamıyoruz. Bâbürlü Devleti’nin yıkılmaya yüz tuttuğu, ülkenin başkenti olan Delhi’yi de etkileyen iç çatışmalara şahit olan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî; Zeydî İmameti’nin iç karışıklıklardan ötürü bekâ problemiyle karşı karşıya kaldığı ve bir yandan kuzeyden gelen Vehhâbî tehdidi, diğer yandan Osmanlıların tekrar hâkimiyet tesis etme düşünceleriyle yüz yüze kalan Yemen’de yaşayan Şevkânî, Nijerya’da neredeyse bütün hayatı cihad meydanlarında geçen Osman b. Fûdî, Cezayir’de Fransız işgalini yaşayan Senûsî ile Sudan’da başlattığı isyan ve kurduğu kısa süreli mehdiyet devletinin başında bulunan Mehdî, hem siyasî çalkantı ve istikrarsızlıklar hem ekonomik sıkıntı ve toplumsal kargaşaların hâkim olduğu kriz dönemlerinin âlimleri idiler. Bu siyasî kriz ve çatışma ortamlarına sahne olan bir dönemde işgal ve yağmalar yüzünden şehirlerin dirlik ve düzeni alt üst olmuş, yaşam şartları giderek bozulmuş ve halkın durumu kötüleşmişti. Hindistan’ın bazı bölgelerinde yaşanan Şiî-Sünnî çatışması, Yemen’de aşırı Şiîler ile Sünnî bazı kesimler arasındaki sıkıntılar da mezheplere dayalı ihtilafların doğurduğu kimi problemlerdi. Bu hareketlerin doğduğu bölgelerin etrafında yeni müslüman olmuş halkların yanı sıra İslâmiyeti bir türlü bütünüyle benimseyememiş bedevî kabilelerin yanı sıra Afrika yerlileri de vardı. İşte bütün bunlar ihya hareketlerinin azmini artırmış, hedeflerini şekillendirmiş ve stratejilerine yön vermiş; bu hareketlerin sağladığı enerji XVIII. yüzyılda İslâmlaşma hızını artırmış ve İslâmiyetin özellikle Afrika içlerine kadar ulaşmasını sağlamış, ihya hareketlerinin teşkilatlanması Libya, Nijerya ve Pakistan gibi yeni devletlerin kuruluş sürecine uzanan etkilerde bulunmuştur.
Islah, ihya ve tecdîd etrafında şekillenen muhâsebe düşüncesi XVII. yüzyılın sonlarından XIX. yüzyılın başlarına dek pek çok âlimi etkilemiş ve önemli gelişmelerin yaşanmasını sağlamış olmakla birlikte, klasik dönemde muhtevasını kazanan ve yenilenme döneminde daha da muhkem hale gelen fıkıh anlayışı da güçlü bir şekilde temsilini sürdürmüştür. Periferi sayılabilecek bölgelerdeki hareketliliğe karşın merkez şehirlerde bu minvalde herhangi bir gelişme yaşanmamış; bilakis klasik usûl düşüncesini temsil eden üst düzey metinlerin telifi sürmüş ve mezhebe dayalı furû fıkıh çalışmalarının teorik çerçevesini yansıtan yeni bir takım eserler kaleme alınmıştır. Bu dönem fakihleri, belki de yaklaşan tehdidin farkında olarak klasik fıkhî işleyişin ve telakkilerin sürdürülebilmesi için inisiyatif olarak fetvâ âdâbına yoğunlaşmışlardır. Meşhur Şamlı Hanefî fakihi İbn Âbidîn’in Ukûdu resmi’l-müftî adlı manzum metni ile Kuzey Afrikalı Mâlikî fakihi Galâvî’nin yine manzum Butlayhiyye’si, bu hassasiyetin somut tezahürleridir. İbn Âbidîn gibi yerleşik fıkıh anlayışını sahiplenen ve mezhep esaslı fıkhî faaliyetleri sürdüren fakihler, fıkhî seyir ve dönüşümü ilk asırlardan beri süregeldiği üzere furû fıkıh üzerinden yönetmeye ve şekillendirmeye çalışmışlardır. İbn Âbidîn’in gerek adı geçen metindeki vurguları gerekse Neşru’l-arf’taki çıkışları, bu sürecin yönetiminde örfün kazandığı ağırlığa dikkat çeker.
İslâm dünyasının muhtelif bölgelerinde şekillenen ve Hicaz’daki irtibat ve ilişki ağları sayesinde her yerde duyulur hale gelen ıslah arayışlarından haberdar olan kimi fakihler, ileri sürülen eleştirilerden duydukları rahatsızlıkları dile getirmiş ve klasik fıkhî işleyişin sürdürülebilmesi için usûl-ı fıkhın temin ettiği teorik çerçeveyi ve geçerlilik inancını kaybetmemeye gayret etmişlerdir. Bunlardan biri olan Hâdimî, 1156/1743-44 yılına rastlayan hac yolculuğu esnasında Dihlevî ile İbn Abdülvehhâb’ın hocası olan ve yukarıda aktarılan birçok fikrin ilham kaynağı olarak görülen, Hint alt-kıtasındaki Sind bölgesinden gelip Haremeyne yerleşen Hanefî fakihi Muhammed b. Hayât es-Sindî (ö. 1163/1750) ile görüşmüş ve bu çevrenin dile getirdiği eleştiriler ve savundukları fikirlerden haberdar olmuştu. Sindî ve öğrencilerinin fıkhî faaliyetin merkezine tekrar nasları yerleştirmeyi teklif eden çağrısına karşın Hâdimî, aradan geçen bunca süreden sonra doğrudan nasları –Kur’ân’dan ziyade hadis rivâyetlerini- esas alan bir çalışmanın mümkün ve doğru olmayacağını savunur. Zira nasların manaları ve sahih tevillerine ancak müçtehitler ulaşabilirler; bunu sağlayacak müstakil içtihat dönemi ise hicrî IV. asırda tamamlanmıştır. Sonraki dönemlerde yaşan âlimler, zâhir ve muhkem gibi manası açık olmayıp fakihlerin ortaya koyduğu yorum ve içtihatlarla çelişen nasları kullanmamalı; tarihi gerçeklikten hareketle fukahâya güvenip onların bu tür naslardan haberdar olduklarına ancak nesih, tevil, tahsis veya daha kuvvetli bir delil gibi gerekçelerden ötürü onlarla amel etmediklerine inanmalıdır. Dolayısıyla hangi asırda yaşanırsa yaşansın yapılması gereken doğrudan naslarla ilgili meselelerde fukahânın kökleri sahâbe ve tâbiîn tanıklık ve yaşantısına dayanarak inşa ettikleri doktrinlere bağlı kalmaktır. Hâdimî’nin klasik Hanefî usûlünün son yetkin örneklerinden biri olan Mecâmi‘u’l-hakâik adlı eseri işte tam olarak bu kabulün rasyonalize edilmesini amaçlamaktadır. Hâdimî, tıpkı kendisinden önceki usûlcüler gibi belli bir tarihsel evrede nâzil olan ilâhî hitabın ancak onun taşıyıcısı olan Hz. Peygamber’in ilk muhatapları konumundaki ashâbın tanıklık ve uygulamalarına başvurularak anlaşılabileceğini göstermiştir. Aradan geçen uzun yüzyıllar boyunca Kur’ân’ın dili olan Arapçanın dilvarlığı ve anlam dünyasında yaşanan değişimler ve Hz. Peygamber’in sünnetini aktardığı varsayılan rivâyetlerin tek başına bağlamdan kopuk bir ahkâm dizisine taşıma yönünde taşıdığı risk, mezheblerin doktrine ettiği klasik fıkhî ahkâmı ve esas itibarıyla bunu rasyonel argümanlarla izah etmeyi hedefleyen usûl ilmini benimseyip sürdüren âlimlerin söz konusu ihya ve tecdîd çağrılarına mesafeli durmalarına yol açmıştır. Nitekim Sindî’nin yanı sıra diğer isimler de bu türden eleştirilerle yoğun bir şekilde karşılaşmışlar; İbn Abdülvehhâb bizzat Hanbelî fakihler tarafından gerek akâiddeki katı tutumu gerekse içtihat vurgusundan ötürü tenkit edilmiş, San‘ânî ve Şevkânî’ye karşı Yemen’de Zeydî-Hâdevî âlimler yoğun itirazlar yöneltmiş, Senûsî’nin içtihat iddiası ve mezheble olan ilişkisi Mâlikî çevreleri rahatsız etmiştir.
Muhâsebe döneminde etki sahasını her geçen gün genişleten ıslah ve tecdîd söylemleri, bu dönemin hemen akabinde yaşanan modernleşme sürecinde ciddi bir makes bulmuş; İslâm düşüncesi ve ilimlerini “yeni durum”a uygun hale getirme arayışında olan şahsiyetler, kimi zaman kasdı aşma kimi zaman da çarpıtmalara gitme adına bu isimleri öne çıkarmışlardır. Modern ictihad düşüncesinin adeta tarihi mümessilleri gibi takdim edilen ıslah önderlerinin özellikle İslâmî ilimlerin müteahhir dönemde kazandığı muhtevaya yönelik eleştirel yaklaşımları ve Kur’ân ve sünnetle amel yönündeki vurgu ve ısrarları, “kaynaklara dönüş” söyleminin altyapısını hazırlamışçasına yaygın bir kabulle karşılaşmıştır. Fıkhî birikime yöneltilen eleştiriler ve fıkıh usûlünün yeniden tanımlanan gayesi doğrultusunda işlevsel kılınması yönündeki hamleler, modern usûl yazıcılığında ciddi bir karşılık bulmuştur. Yirminci yüzyılın başlarından günümüze dek süregelen, usûlün mâhiyeti ve işlevine dair tartışmalarda fıkıh usûlünü ictihad metodolojisinin devşirileceği disiplin olarak gören yazarlar, adeta ıslah önderlerinin çağrısına icâbet edercesine hareket etmiş ve arayışlar dönemi ile muhâsebe dönemi arasında oldukça hareketli ve etkin bir kanal açmışlardır.