Muhasebe Dönemi sanatının karakteristiğini dönüşüm ve birikim mefhumlarının belirlediğini söylemek mümkündür. Her bir sanat dalında veya her bir havzada aynı oranda veya zamanda görülmese bile yüzyılların beraberinde getirdiği birikim bir dönüşüme yol açmıştır. Dolayısıyla on altıncı yüzyıldan on yedinci yüzyıla geçiş genel olarak İslam dünyasında, özel olarak da Osmanlı'da aynı zamanda bir tür dönüşümün başlangıcıdır. Bu; siyasi, askerî, edebî ve sanatsal boyutları da içinde barındıran bir dönüşümün başlangıcı sayılır. Bu çağda İslam ülkelerinin özellikle de Batı'daki en güçlü imparatorluğu olan Osmanlı'da yüzyılın son çeyreğinde tahta geçen III. Murâd ile birlikte Osmanlı yönetim ve himaye sisteminde önemli bir değişiklik meydana gelmiş, şehzadelerin tecrübe kazanmaları için sancaklara gönderilmelerine son verilmiş, böylece Topkapı Sarayı'nın yönetimdeki etkisi daha da artmıştır. Bunun sonucu olarak valide sultanlar ve darüssaade ağaları güçleri gittikçe artan aktörler hâline gelmişlerdir. Bu etki, sanatın tüm kollarının önceki yüzyıla göre zorunlu bir değişim ve dönüşüm süreciyle karşılaşmasına neden olmuştur. Genel olarak İslam sanatı ve özel olarak İslam sanatı dendiğinde mimari, resim, müzik ve edebiyat gibi sanat dallarını kast ediyoruz. Osmanlı sanatı bir yandan Çağatay bölgesi, bir yandan Safevî ve İran bölgesi, öte yandan da Hindistan ve Babür havzasıyla ilişki içindedir.
Mimari eserleri dini ve sivil yapılar olarak ikiye ayırıp incelemek mümkündür. Dinî yapılardan biri olan camiler bir önceki dönemde nazaran daha az anıtsal ürün ortaya koymuştur. Yenilenme Dönemi’nde zikrettiğimiz halde tarihsel olarak bu döneme tekabül eden Safevî dönemi İsfahan'daki Mescid-i Şah (1612-1628) Büyük Selçuklu izlerini devam ettirmektedir. Osmanlı imparatorluğunda bu dönemi temsil eden iki önemli cami vardır. Geniş iç hacim ve ışık bolluğuyla öne çıkan Sultan Ahmet Camii (1616) ve bir barok denemesi sayabileceğimiz Nuru Osmaniye Camii (1756) Muhasebe Çağı’nın ruhuna uygun olarak dönüşüm fikrinin izlerini taşırlar. Sultan Ahmet Camii, Anadolu beyliklerinden bu yana devam eden mekân ve yükseklik arayışlarının birikimi neticesinde oluşan bir dönüşümken, Nuru Osmaniye Batı'yla karşılaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir dönüşüm ve yenilik arayışı olarak okunabilir. Bunların yanı sıra Eminönü Yeni Camii gibi yapıların birikimsel olarak klasik mimari tarzı devam ettirdiğini görürüz.
Bu çağda bütün İslam coğrafyası içinden türbelerin en güzeli olarak tavsif edilmeyi hak eden anıtsal yapı şüphesiz 1647 yılında tamamlanan Taç Mahal'dir. Bu yapı, dönüşüm fikrinin yanı sıra yenilik fikrini de içinde barındırır.
Sivil mimari olarak bu dönemde zikredilmesi gereken önemli eserlerden biri Safevî hükümdarı Şah Süleyman (1667-1694) tarafından inşa edilen Heşt Behişt Sarayı'dır. I. Şah Abbas zamanında yapılan kervansarayların sayıca çokluğu da dikkat çeken başka bir ayrıntıdır. On yedinci yüzyıl toplumunda ve sanatında ilk emarelerini görmeye başladığımız şahsileşmeyle paralel bir şekilde konak ve özellikli ev yapımında bir artış gözlemlenmektedir. Aynı zamanda mimari yapı türlerinde de çeşitlenmeler başlamış, örneğin ilk müstakil kütüphane olan Köprülü Kütüphanesi (1667) bu yüzyılda inşa edilmiştir.
Mimarideki değişimin edebiyata yansımalarından bir tanesi tarih düşürme manzumelerindeki artıştır. Bir sonraki yüzyılda kasidelerin yerini alacak olan bu türde memdûhun övgüsü mimari yapının tavsifinden daha çok öne çıkmaktadır. Bu kadar çok tarih manzumesinin yazılmasının nedeni on yedinci yüzyılda bina inşasındaki artıştır.
Yeni Camii vakıflarından biri olan Mısır Çarşısı, her biri aynı isimli seferlerden sonra yapılan Revan ve Bağdat Köşkleri bu yüzyılın öne çıkan sivil mimari eserleri arasındadır.
Resim sanatı söz konusu olduğunda XVIII. yüzyıl Osmanlı'sında Levnî'yle birlikte ortaya çıkan büyük dönüşümün mutlaka zikredilmesi gerekir. Levnî, muhasebe düşüncesinin bir başka yüzü olarak iki boyutlu bir yüzey sanatı olan minyatür ile perspektif ve ışık-gölge kullanımını esas alan Avrupa resmi arasında bir geçişi temsil etmektedir. Levnî'yle birlikte ortaya çıkan bu dönüşüm, Nuru Osmaniye ve aşağıda ayrıntısını göreceğimiz edebiyattaki Sebk-i Hindî akımıyla paralellikler arz eden bir dönüşüm olarak okunmalıdır.
Bunlardan hareketle on yedinci yüzyıl sanatını temsil eden temel kavramların dönüşüm ve birikim olduğunu söyleyebiliriz. Dönüşüm hem toplumsal olayların sanat ve edebiyatta kendine daha çok yer bulmasına, hem Örfi-i Şirazî, Saib-i Tebrizî ve Şevket-i Buharî benzeri Fars şairlerinden de etkilenen Sebk-i Hindî gibi geleneği gelenek içinde kalarak eleştiren bir ekolün ortaya çıkmasına neden olmaktayken birikim, klasik Türk şiirinde dönüşüm ve değişim neticesinde oluşan kaygan zemine geleneğin biriktirdikleriyle cevap veren hikemî üslubun oluşması sonucunu doğurmuştur.
Dönüşüm, eleştiri ve Sebk-i Hindî damarı için Azmizâde Hâletî, Nefî, Nailî, Şehrî, İsmetî, Neşatî ve Fehim gibi şairler zikredilebilir. Hâletî gibi şairler eleştiri ve toplumsal olayları şiire dahil etmeleri açısından dönüşümü başlatmışlardır. Diğer şairler ise toplumsal olaylar ve eleştiri boyutuyla beraber Sebk-i Hindî gibi aslında estetik bir akım addedilebilecek bir zaviyeden gelenekle hesaplaşmayı tercih etmişlerdir. Birikim ve hikemî tarz içinse Nabî'yi zikretmek yeterli olacaktır. Nâbî her ne kadar hem klasik hem Sebk-i Hindî hem de hikemî tarzları aynı anda şiirinde barındırsa da edebiyat tarihindeki yerini hikemî tarza borçludur. Klasik Türk edebiyatının yüzyıllardır biriktiregeldiği ontolojik, epistemolojik ve nihayet estetik birikim artık hikmetli söz söylemenin, şiirle felsefi görüş serdetmenin önünü açmış, hatta hikemî üslûbu bir zorunluluk hâline getirmiştir dense yeridir. Bu yüzyılda Sebk-i Hindî ve hikemî üslûbun yanı sıra Şeyhülislam Yahya gibi klasik üslubu devam ettiren şairler de yok değildir. Dolayısıyla 17. yüzyılda farklı üslupların bir arada bulunduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı sanatının en önemli yüzyılı aslında sanılanın aksine on sekizinci yüzyıldır. Sanat toplumsal olaylardan etkilenmekle beraber onlarla aynı seyri, aynı zaman dilimi içinde yaşamaz. Toplumdaki değişimlerle sanatsal değişimlerin hızı birbirinden farklıdır. Bu yüzden on sekizinci yüzyılda Osmanlı toplumunun askeri olarak artık ilerlemesi durmuşken sanatsal birikimin etkisi hâlâ devam etmektedir. Nasıl ki on altıncı yüzyıl siyasi ve askeri anlamda Osmanlı'nın en güçlü çağı olmasına rağmen edebiyatın en güçlü olduğu yüzyıl on yedinci yüzyıl ise resim, musiki ve hüsn-i hat alanında da Osmanlı'nın en önemli yüzyılı on sekizinci yüzyıldır. Minyatür alanında yukarıda söz ettiğimiz Levnî, dinî ve din dışı olmak üzere birçok eser besteleyen Osmanlı'nın askerî başta olmak üzere birçok alanda modernleşmesi için uğraşan III. Selim, belki de Osmanlı'nın en büyük musikikârı Itrî, hat sanatında büyük bir dönüşüm gerçekleştiren ve kendinden sonraki ölçüleri belirleyen Mustafa Râkım Efendi sanatkarlar; bu yüzyılda sayıları çok artan çeşme yapımının önemli mümessillerinden biri olan III. Ahmed Çeşmesi, Laleli Camii, Kağıthane eğlencelerinin merkezi olan Sadâbad Köşkü gibi mimarî eserler dönemi temsil etmektedirler. İsmi bizzat İbrahim Paşa tarafından konan Sadabad, 1722'de III. Ahmed'in katıldığı muhteşem bir törenle açılmış ve bununla birlikte saray, şairler, musikişinaslar, rakkaseler ve zevk erbabının toplandığı bir yer olmuştur.
Lale Devri'nin getirdiği ihtişam ve coşkunun bir ürünü olarak Osmanlı edebiyatında da yer yer zenginleşme ve renklenme görülür. Bunun da bir yansıması olarak on sekizinci yüzyıl edebiyatının üç koldan devam ettiğini söylemek mümkün: İstanbul edasının hâkim olduğu şuhâne ekolün temsilcisi Nedim, Nâbî'den devralınan hikemî ekolün temsilcisi Koca Ragıp Paşa ve Sebk-i Hindî üslubunu tasavvufla yoğuran Şeyh Gâlip. Nedim'de karşılaştığımız tabiî ve renkli üslup, muhtevasında dikkat çeken eğlence kültürüyle on sekizinci yüzyıl edebiyatımızın renkli bir yönüne işaret etmektedir. Bu üsluba şuhâne veya Nedimâne de denmektedir. Bu şiirde yer yer mahallileşme adı verilen şiir yazma biçimine de yaklaşan bir eda tercih edilmektedir. Koca Ragıp Paşa, Nâbî'den tevarüs edilen hikemî tarzın en önemli temsilcisi olarak öne çıkmaktadır. Paşa, felsefî konuları şiire taşımaktaki başarısı, ağırbaşlılığı ile devlet adamı ve şair kimliklerini birleştirmiştir. On yedinci yüzyılda etkinlik alanını genişleten Sebk-i Hindî üslubu ise bu asırda Şeyh Galip'le devam etmektedir. Klasik Türk şiirinde kendine has bir yere sahip olan Şeyh Galip, gazellerinin yanı Hüsn ü Aşk mesnevisiyle de tanınmaktadır. Bu asırda mesnevi türü her ne kadar nicelik olarak gerilese de Şeyh Galip'le birlikte bu türün en güzel örneklerinden biri verilmiş olur. Özellikle Hüsn ü Aşk, Sebk-i Hindî, tasavvuf ve alegorik anlatımın mezcedildiği bir mesnevi olması hasebiyle klasik Türk edebiyatının son büyük eseri addedilmektedir. Enderunlu Fazıl ve Sünbülzâde Vehbî'nin eserleri yerel konulardan hareket etmektedirler. Bu nedenle on sekizinci yüzyılda mesnevi türünde muhteva açısından önemli bir değişim yaşandığını söylemek gerekir.
On sekizinci yüzyılda kamuya açık parkların ortaya çıkması, mesire alanlarındaki artış, medrese kütüphanelerinin sayıca çoğalması gibi etkenler İstanbul'un ilim ve sanattaki hareketliliğinin nedenlerinden bazılarıdır. Böylece sanatçılarda ve sanatçıların bakış açılarında da bir değişiklik meydana gelmiştir. Netice itibariyle de sanat türleri ve biçimleri arasındaki sınırlar gittikçe silikleşmiştir. Gazel, kaside, tarih manzumesi, terci-i bend, terkib-i bend gibi sanat biçimleri birbirinin yerine kullanılabilir hâle gelmiştir. Örneğin gazel biçimli kasidelere daha fazla rastlanır olmuştur.
Anlatmaya dayalı sanatlarda on dört ve on beşinci yüzyıla kadarki zamanı kapsayan oluş zamanında olduğu gibi on sekizinci yüzyıl ve sonrasını kapsayan bozuluş zamanlarında da artık estetikte aksaklıklar görülmeye başlanmış, dolayısıyla sanatçılar anlatmak istediklerini daha fazla sözle aktarmak zorunda kalmışlardır. Bu yüzden on sekizinci yüzyıldaki nazım türlerinde de beyit sayılarında bir artış olduğu gözlemlenmektedir.
Netice itibariyle Muhasebe Dönemi’nde İslam sanatının daha çok Osmanlı sanatında görüldüğü biçimiyle bir yandan büyük bir birikim, diğer yandan bu birikimin de etkisiyle kaçınılmaz bir dönüşüm sürecine girdiği görülmektedir. İslam ülkeleri önceki yüzyıllara nazaran daha az da olsa birbirleriyle ilişki içindedirler ve birbirlerinin sanatlarından etkilenmektedirler fakat özellikle İslam coğrafyasının Batısı’na doğru dönüşümün daha sancılı bir şekilde yaşandığı, bunun ilk örneklerinin de edebiyat ve mimarideki Barok, minyatürdeki perspektif arayışıyla kendini gösterdiği gözlemlenir. Sonuç olarak bu gelişmelerin tümünün çağa ismini veren muhasebe düşüncesiyle çok uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.