Hallâc-ı Mansûr

(ö. 309/922)
“Ene’l-Hak” sözüyle tanınan ve görüşlerinden dolayı idam edilen meşhur sûfî
- A +

Hayatı

Hallâc, bugün İran sınırları içerisinde yer alan Beyzâ’nın kuzeydoğusundaki Tûr’da 244/858’de doğdu. Bir görüşe göre babasının mesleği, başka bir görüşe göre ise gönüllerdeki sırları pamuk gibi altüst edip işlemesi nedeniyle “Hallâc” unvanını almıştır. İlk gençlik yıllarını dinî tahsille geçirdi, 12 yaşında Vâsıt’ta hafızlığını tamamladı ve Tüster’e geçti. Burada iki yıl kadar Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin talebesi oldu. Daha sonra Basra üzerinden Bağdat’a geçerek Cüneyd, Amr b. Osman el-Mekkî ve Ebû Hüseyin en-Nûrî gibi sûfîlerin halkalarına katıldı. Bunlardan öncelikle Cüneyd’in ve Amr’ın talebesi oldu. Bir müddet sonra Basra’ya geçip orada evlendi. 282/896 yılında ilk defa hac vazifesini yapmak üzere Hicaz’a gitti, ardından Bağdat’a döndü ve tekrar Cüneyd’in derslerine katıldı. Fakat görüşleri nedeniyle Cüneyd’in tepkisini çekince Cüneyd onu yanında uzaklaştırdı; Hallâc da Basra’ya geçerek Amr b. Osman el-Mekkî’ye intisap etti ve ardından Tüster’e döndü. Daha sonra beş yıl sürecek bir seyahate çıkarak Horasan, Sicistân ve Kirman taraflarında vaazlar verdi. Bu sırada gittiği her yerde ünü yayılmaya başladı. Ardından Ahvaz’a geçti. Bu esnada Amr b. Osman el-Mekkî’nin kendisini reddettiğini öğrenince ondan aldığı hırkayı yırtıp attı ve Ahvaz’da kendi meclisini kurup vaazlarına devam etti. Büyük bir mürid kitlesiyle beraber ikinci defa hac yaptı. Ardından Basra’da ve Ahvaz’da bir müddet kaldı ve ailesini de yanına alarak Bağdat’a taşındı. Burada bir sene kaldıysa da daha sonra insanları irşâd etmek üzere bir işaret aldığını söyleyerek deniz yoluyla Hindistan’a geçti ve oradan Horasan, Türkistan, Maçin ve Keşmir gibi bölgelere gitti. Birkaç yıl süren bu faaliyetleri neticesinde çok sayıda insan Müslüman oldu. Ardından Bağdat’a dönüp, 290/903’te üçüncü kez hac vazifesini yapmak üzere Mekke’ye gitti ve burada iki yıl kaldı.

Kendisini Allah yolunda feda etmeye hazır olduğuna yönelik ifadeleri, üçüncü haccından sonra çoğalmaya başladı. Bu yöndeki düşüncelerini Bağdat’ta açıkça dile getirmekten çekinmedi. Bu sırada birtakım siyasî sâiklerle hareket eden vezir İbn Dâvûd ez-Zâhirî önderliğinde bir grup âlim Hallâc’ın aleyhinde faaliyetlere başladı. Bunun üzerine Ahvaz üzerinden Sûs’a geçti ve orada bir yıl saklandı. Ancak 301/913’de yakalanıp Bağdat’a getirildi ve idam talebiyle yargılandı. Şâfiî fakih İbn Süreyc ve bazı yöneticilerin desteğiyle cezası ev hapsi olarak uygulandı. Hapiste kaldığı sekiz yıl boyunca eserlerini telif etti ve Bağdat’ta etkisini daha da artırdı. Yönetici grubu değişip de desteğini kaybedince uzun süren bir yargılama sürecinden sonra Vezir Hâmid’in ısrarları ve Mâlikî fakihi Ezdî’nin fetvasıyla idama mahkûm edildi. Hanefî kadısı İbn Bühlûl’un muhalefet şerhine rağmen Halife Muktedir tarafından onaylanan idam kararı, 24 Zilkade 309 (26 Mart 922) tarihinde Bağdat’ta uygulandı. Yargılama esnasında ilahlık iddiasında bulunmak (hulûlîlik), halkı hac farizasını yerine getirmekten alıkoymak, Karmatî casusluğu yapmak gibi suçlamalar yöneltilmişti. Hallâc’ın yargılanma süreciyle ilgili araştırmalar, onun tasavvufî görüşlerinden ziyade; büyük bir takipçi kitlesine sahip olduğundan yönetici sınıfı için muhtemel bir tehdit olarak değerlendirildiği için idam edildiğini göstermektedir. 

Öğretisi

Hallâc’ın muhtemelen çok farklı kaynaklardan beslenen düşünce yapısını ortaya koymak oldukça güçtür. Bununla beraber ilahî aşk fikrinin savunucularından biri olduğu ve bunu lâhût-nâsût teorisiyle izah ettiği söylenebilir. Bu kavramlaştırma sûfîler için yeni sayılsa bile, dile getirilen görüş Cüneyd’in “ezelî insan” fikri ile uyumluydu. Hallâc, nâsût-lâhût kavramlarını kullandığı bir şiirinde, insanın bir ezelî ve ilahî yönü olduğu düşüncesini dile getirir. Ona göre “Allah zatında, zatıyla konuşabilmek için kendisinin suretini görmek istedi ve ezele bakıp, yokluktan bütün isim ve sıfatlarını birleştiren bir suret meydana getirdi. Bu suret Allah’ın ebedî kıldığı Âdem’in suretiydi.”  Kitâbu’t-Tavâsin’de yer alan bir beyitte Hallâc bu yaratılış sürecini şöyle ifade eder: “Nâsûtu lâhûtunun sırrını izhar edeni tesbih ederim / Sonra halkı için yiyen ve içen suretinde zuhur etti” Bu beyte göre söz konusu suretin ikili bir tabiatı vardır ki Hallâc bunlardan nâsûtu beşeri yön, lâhûtu ise ilahi yön olarak isimlendirir. Fakat bu düşünce ilahi tabiatın gerçekte kime ait olduğuyla ilgili pek çok belirsizlik içermektedir ki, daha sonra Hücvîrî’nin, Hallâc’a tabi olanları ya da onun bu düşüncesini istismar edenleri “hulûlîlik” ile suçlamasının nedenlerinden biri de bu belirsizliktir. Öte yandan Hallâc, başka ifadelerinde ezelî bir yöne sahip olsa bile nihai tahlilde insan için ‘hâdis’ nitelemesinde bulunur. Bu durumda Hallâc’a göre insanın ezelî ve ilahî bir yöne sahip olması, onun Allah tarafından yaratılışının bir başka ifadesidir diyebiliriz. Başka bir anlatımla ezelîlik Allah ve insan için farklı anlamlara gelen bir kavrama dönüşür. Bu sayede Hallâc’ın düşünceleri Cüneyd ve Harrâz’da gördüğümüz gibi “ikinci ezelî varlık” endişesini ortadan kaldıran bir bağlama yerleşerek Sünnî karakterini korur.

Bu düşüncede tasavvufun gelişimi bakımından sorun teşkil eden husus, insanın ezelî bir yönünün olması değil, bir tür ezeliyete sahip olan bu insanın Tanrı ile irtibatı ve bu irtibatın ifade ediliş biçimiydi. Fena süreci, insan Hak’ta silinip “beşerî” varlığının tamamen yok olduğu bir hâl olarak tanımlanmakla birlikte Tanrı ile insan arasındaki “farkları” muhafaza eden bir dil kullanınca –ki sûfîler bunu ilahî ahlâkla ahlâklanmak şeklinde bir kavramlaştırmayla anlattılar- sorunlar en aza iniyordu. Fakat Hallâc ve onun gibi düşünen sûfîler bunun yerine daha doğrudan bir dil kullandıkları için, sorun bir şeriat-hakikat ilişkisine dönüşüyordu. Her hâlükârda Hallâc, tıpkı Cüneyd ve Harrâz gibi, erken dönem tasavvufunda insanın bir tür ilahî ve ezelî yönü olduğunu savunup bunu bilgi anlayışlarının merkezine yerleştiren ilk sûfîler arasındadır. 

Öne Çıkan Eserleri

  • Kitâbu’t-Tavâsîn: Louis Massignon, Passion d’al-Hallaj içinde, Paris 1975 (1913), c. 3, s. 300-344; Paul Nwyia, MUSJ, c. 47 (1972), s. 185-237; çev. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul 1976.
  • Dîvân: Louis Massignon, Journal Asiatique, sy. 218 (1931); Kâmil Mustafa eş-Şeybî, Bağdat 1974
  • Ahbâru’l-Hallâc: Louis Massignon, Quatre Textes İnédits, Relatifs à la Biographie d’al-Hallâj, Paris 1914 (P. Kraus ile birlikte, Paris 1936, 1957)
  • Louis Massignon, Hallâc-ı Mansur’un Çilesi: İslam’ın Mistik Şehidi, çev. İsmet Birkan, Ardıç Yayınları, İstanbul 2006.
  • Louis Massignon, “Hallâc”, MEB İslam Ansiklopedisi, c. 5/1, s. 167-170. 
  • Louis Massignon, [L. Gardet] “al-Hallâdj”, EI², Brill, Leiden, c. 3, s. 99-104. 
  • Herbert Mason, “Hallaj and the Baghdad School of Sufism”, Classical Persian Sufism: from its Origins to Rumi, ed. L. Lewisohn, Londra 1993, s. 65-81. 
  • Yaşar Nuri Öztürk, Hallâc-ı Mansûr ve Eseri, İstanbul 1996.
  • Süleyman Uludağ, “Hallâc-ı Mansûr”,DİA, c. 15 (1997), s. 377-381.
  • Alexander Knysh, Tasavvuf Tarihi, Ufuk Yayınları, İstanbul 2011, s. 76-86.

Atıf Bilgisi

Hallâc-ı Mansûr. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/hallac-i-mansur/135