Bâkî

(ö. 1009/1600)
Klasik Osmanlı şiirine söyleyiş gücü kazandıran, şöhreti ve etkisi yüzyıllarca devam eden Sultânu’ş-Şuarâ
- A +

Hayatı

Klasik Osmanlı şiirinin 16. Yüzyıldaki en önemli şairlerinden olan Bâkî, 933/1526’da İstanbul’da doğdu. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed Efendi olup 1566’da hac vazifesini ifâ ederken vefat etmiştir. Bâkî fakir bir ailede doğduğu için küçük yaştan itibaren saraç çırağı olarak çalışmıştır. Orhan Şaik Gökyay ise Bâkî’nin yanlış bir okumadan dolayı saraç çırağı sanıldığını, aslında camilerde kandilleri doldurup temizleyen ve yakıp söndüren sirâc çırağı olduğunu iddia eder. Bu kısa devreden sonra Bâkî, ilim aşkıyla medrese eğitimine yöneldi ve “Ahaveyn” lakabıyla ünlenen Karamanîzâde Ahmed ve Mehmed Efendiler nezdinde eğitimine başladı. Uzunca sayılabilecek bu öğrenim sürecinde Bâkî’nin 16. yüzyılın meşhur şair ve ilim adamlarıyla arkadaşlıklar edindiği görülür. Nev’î, Vâlihî, Mecdî, Hoca Saadeddîn, Muhyiddîn Karamanî bu dönemde Bâkî’nin medrese arkadaşlarından bazılarıdır.

Bâkî, bir yandan medrese eğitimini sürdürürken diğer yandan da ilgi duyduğu klasik şiirin kendi gençliğindeki en meşhur şairlerinden Zâtî’nin Beyazıt Camii avlusundaki remilci dükkanına sık sık uğrayarak şiir üzerine tartışıyor, hakkında görüş bildirmesi için yazdığı şiirleri Zâtî’nin tenkidine sunuyordu. Bunun yanında Zâtî’nin yazdığı şiirlere nazireler yazmak suretiyle kendi şiir yeteneğini de geliştiriyordu. Özellikle hocası Karamanîzâde Mehmed Efendi’ye sunduğu “sünbül” redifli kaside Bâkî’nin klasik şiirdeki maharetinin sanat çevrelerince takdir edilmesini sağladı. Bâkî, medrese eğitimini sürdürürken devrin önemli eğitim kurumlarında önemli hocalardan dersler almıştır. Bunlardan biri de 1552 yılında eğitime açılan Süleymâniye Medresesi müderrislerinden Kâdızâde Şemseddîn Ahmed Efendi’dir. 1555 yılında Nahcivan seferinden dönen Kânûnî’ye sunduğu kasidede Bâkî’nin üç yıldan beri medresede kaldığı, bu süre zarfında bir yıl da bina emini olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır.

Daha çok şiirleriyle bilinen Bâkî, ölümüne kadar ilim çevresinden kopmamış, ifâ ettiği çeşitli görevlerle bu çevrede bulunmaya devam etmiştir. Bu görevlerden ilki, 1556 yılında hocası Kâdızâde Şemseddîn Ahmed Efendi’nin kadı olarak atandığı Halep’te sürdürdüğü kadı naipliğidir. 4 yıl kadar sürdürdüğü bu görev esnasında Bâkî, Halep uleması ve sanat çevreleriyle sıkı ilişkiler içinde oldu. Bunlardan biri de Safevî hükümdârı Şâh Abbas’ın kütüphânecisi Sâdıkî-i Kitâbdâr’ın Halep ziyareti sırasında geliştirilmişti. Benzer şekilde Halep Beylerbeyi Kubâd Paşa’ya da bu dönemde “hilâl” redifli bir kaside sunarak ihsan ve itimat görmüştü. Dört yıllık görevden sonra hocasının 1560’ta Halep kadılığından istifa etmesi üzerine Bâkî de kendisiyle birlikte dönmüş ve dönüş yolundayken Konya’da Şeyhülislâm Ebussu’ûd Efendi’nini oğlu Mehmed Çelebi’ye rastlayıp kendisine “nûniyye” kasidesi takdim etmiş ve ondan babasına yönelik bir tavsiye mektubu almıştır.

Devlet kademelerinde yükselmek için ihtiyaç duyduğu referansları alırken Bâkî şiirdeki mahareti ve farklı kişilerin himayesinden yararlanmıştır. Mehmed Çelebi’nin tavsiye mektubuyla Şeyhülislâm Ebussu’ûd Efendi’yle tanışan Bâkî ona “Lâmiyye” kasidesini sunarak gözüne girmeyi başarmıştır. Şiirden hoşlanmadığını bildiği devrin sadrazamı Rüstem Paşa’nın gözüne girmek içinse Paşa’nın pek sevdiği hocası Rızâî mahlaslı Filibeli Şeyh Mahmûd Efendi’yi aracı kılmak istedi. Rüstem Paşa’nın idamı üzerine yerine getirilen Semiz Ali Paşa’ya “bahariyye” ve “Hatem” kasidesini sunarak 1561’de dânişmend, 1563’te mülâzım ve nihayet 1564’te önce Mahmûd Paşa, kısa bir süre sonra da Murâd Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Hiç şüphesiz, bu hızlı yükselişte Semiz Ali Paşa ve Mirahur Ferhâd Ağa aracılığıyla Kânûnî’ye sunulan şiirlerin Rumeli Kazaskeri Hamîd Efendi’nin muhalefetine rağmen takdir görmesi etkili olmuştu.

Murâd Paşa Medresesi’nde müderris iken Kânûnî ile yakın ilişkiler geliştiren Bâkî, padişahın kendisine gönderdiği şiirlere onun emriyle nazireler yazıyordu. Şairin bu yeteneği karşısında hayranlığını gizlemeyen Kânûnî de onu çeşitli hediyelerle ödüllendiriyordu. Ancak bu cömertlik ve bolluk devri ancak iki yıl sürebildi. Kânûnî’nin 1566’da Sigetvar seferi sırasında vefat etmesi üzerine Bâkî’yi ikbal endişesi aldı. Bu nedenle, Kânûnî’nin ölümü üzerine yazdığı “Mersiye”de Sultan II. Selim ile Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’yı da yad ediyordu. II. Selim devrinin ilk üç senesinde gözden düştüğü görülen Bâkî, 1569’da Mahmûd Paşa, 1571’de Eyüp ve 1573’te Sahn Medresesi müderrisliğine getirildi. Bu süre zarfında Nişancı Ferîdûn Bey vasıtasıyla Sokullu’nun gözüne girmiş, ayrıca II. Selim’in yazdığı gazelleri tahmis ve tanzir etmiş ve ona üç kaside sunmuştur.

II. Selim’in vefatından sonra yerine geçen III. Murâd devrinde de Bâkî’nin el üstünde tutulduğu görülmektedir. Nitekim yeni padişah tahta geçtikten sonra 1575’te Bâkî’nin Süleymâniye Medresesi müderrisliğine terfi ettiği görülmektedir. Ancak yazdığı bir şiirden dolayı II. Selim’i oğlu Murâd’a tercih ettiği düşünülerek gözden düşürülmüştür. Bu talihsizliği araya girenler sayesinde kısa bir sürede atlatan Bâkî, 1576’ta Edirne Selîmiye müderrisliğine, 1579’da da Mekke kadılığına atanmıştır. 1582’de İstanbul’a dönen Bâkî’nin bu tarihten itibaren İstanbul kadılığı, kazaskerlik, şeyhülislâmlık gibi yüksek makamlara terfi etmek için sürekli bir mücadele içinde olduğu söylenir. 1584’te İstanbul kadısı olan Bâkî, dört aylık bir hizmetten sonra 1585’te görevinden alınmıştır. Temmuz 1586’da tekrar bu göreve getirilen Bâkî, kısa bir müddet sonra Ekim 1586’da Anadolu kazaskeri görevine atandı. İki yıl sürdürülen bu görevden sonra üç yıl açıkta kalan şair 1591’de tekrar aynı göreve iade edildi.

Şeyhülislâm Bostânzâde Mehmed Efendi yerine bu göreve gelmek isteyen Bâkî, 1592’de Sultan Murâd’ın hocası Sadeddîn Efendi’ye başvurarak söz konusu göreve Rumeli Kazaskeri Zekeriyyâ Efendi’nin atanması gerektiğini, ona münasip değilse bu görevin kendisine tevdi edilmesini istedi. Bostanzâde ile bozuştukları bu olaydan sonra Bâkî Rumeli Kazaskerliği’ne terfi etti ancak üç ay sonra emekli edildi. III. Mehmed’in tahta geçmesi üzerine 1594’te tekrar aynı göreve getirilen Bâkî, Bostânzâde’nin araya girmesiyle Ağustos 1595’te görevden alındı. Hadım Hasan Paşa’nın etkisiyle 1598’de üçüncü kez Rumeli Kazaskeri olan Bâkî, Bostânzâde’nin vefatı üzerine Şeyhülislâm olmaya çok yaklaşmışsa da Hoca Sadeddîn’in bu göreve getirilmesiyle hayal kırıklığına uğradı. Bir yıl sonra Hoca Sadeddîn vefat edince bu görev için tekrar ümitlenmişse de Sun’ullâh Efendi’nin bu göreve layık görülmesiyle hayali tekrar suya düştü. 7 Nisan 1600 tarihinde vefat eden Bâkî, Şeyhülislâm Sun’ullâh Efendi’nin büyük bir kıldırdığı kıldırdığı cenaze namazından sonra Edirnekapı dışındaki mezarlığa defnedilmiştir.

Ömrünün çoğunu bekâr geçirdiği bilinen Bâkî ilerleyen bir yaşta evlenmiştir. Bu evlilikten Şeyhî mahlasıyla şiirleri bulunan Mehmed Efendi 1586’da doğmuş, müderrislik ve kadılıklarda bulunduktan sonra 1630’da vefat etmiştir. Küçük oğlu Abdurrahman da müderrislik ve kadılıklarda bulunup 1635’te vefat etmiştir. Bunun dışında, Kânûnî Sultân Süleymân’ın sarayda yetişen Tûtî Kadın adlı bir cariyeyi Bâkî’ye hediye ettiği iddia edilmiştir

Öğretisi

Klasik şiir tezkirecilerinin, özellikle de yetiştiği ve şiirleriyle ünlendiği devre yetişenlerin, çoğunluğuna göre 16. yüzyılın en büyük şairi olan Bâkî, sağlam bir medrese tahsili görmüş olması ve ilimde Ebussu’ûd, İbn-i Kemâl, Celâlzâde Sâlih, Kınâlızâde Alî gibi yüksek mertebelere ulaşmış olmasıyla övülmüştür. Şiir yazma ve söylemedeki rahatlığı, söz sanatlarını kullanmadaki becerisi, İstanbul Türkçesini klasik şiir diline uyarlamadaki mahareti gibi birçok sebepten dolayı Bâkî’ye yetişen ve ondan sonra gelen tezkire yazarları ittifakla onu “Sultânu’ş-şu’arâ”, “Sultân-ı şâirân”, “Melîkü’ş-şu’arâ”, “Sultân-ı Şâirân-ı Rûm” şeklindeki ünvanlarla tanıtmışlardır. Ancak, zamanla herkesçe kabullenilen bu ünvanların, Âhî’nin yarım kalan Hüsn ü Dil’ine takrizler yazdıran Vâlî’nin Bâkî’den gelen takrizin başına “Melîkü’ş-şu’arâ” ünvanını eklemesiyle yaygınlaştığı kabul edilir.

Bâkî, genç yaşlarda girdiği şiir dünyasında yazdığı ilk şiirlerle birlikte şiirdeki üstün yeteneğini, geniş bilgi ve kültür birikimini, şiir sanatlarına, vezne, mazmunlara olan hakimiyetini kabul ettirmiştir. Nitekim, tezkiresini yazdığı dönemde henüz yirmi yaşında olan Bâkî’yle tanışan Latîfî, onu “nev-heves, şiir sanatlarına vakıf” bir şair olarak tanıtmıştır. Bâkî’nin orta yaşlı zamanı ile son devrine yetişen tezkireciler ise onu kendinden öncekilerin hakimiyetine son vermiş, hükmünü ve kabiliyetini herkese kabul ettirmiş biri olarak görmüşlerdir. Bâkî’nin son yıllarını göre Riyâzî’ye göre, o sadece Osmanlı ülkesinde değil, İran ve Hindistan’da da tanınmış ve sevilmiş bir şairdir.

Yaşarken dört sultân, onlarca devlet adamı ve ulemayla tanışmış ve onlara birbirinden güzel kasideler sunmuş olan Bâkî, asıl şöhretine ise yazdığı gazellerle ulaşmıştır. İstanbul Türkçesini büyük bir maharetle kullandığı gazelleri yaşadığı devirden itibaren oldukça sevilmiş, gazelleri dilden dile dolaşmış, gerek kendi devrinde gerek ölümünden sonra yüzyıllar boyunca onlarca şair tarafından gazellerine nazireler yazılmıştır. Bu sebeple, 18. yüzyılın büyük şairi Nedim, gazelde Bâkî ile Yahyâ’yı ayrı bir kefeye koyarak değerlendirir. Klasik şiir eleştirmenlerine göre Bâkî, gazel yazmadaki maharet ve şiir dilini kullanma biçimiyle 15. yüzyıl şairleri Necâtî Bey ve Ahmed Paşa ile 17. yüzyıl şairleri Nef’î ve Şeyhülislâm Yahyâ arasında bir köprü durumundadır.

Zevke ve eğlenceye düşkün yaratılışı Bâkî’nin şiirine de yansımıştır. Dünya hayatının kısalığı ve geçiciliği karşısında insanın elden geldiğince hayatı rahat, zevk ve eğlence ile geçirmesi gerektiği fikrini şiirlerinde işler. Bunun yanında felekten, kara bahtından, devrin ve insanın kadr ü kıymet bilmezliğinden de yakınır. Fakat bu şikâyet ve yakınmanın oldukça yüzeysel olduğu söylenebilir. Asıl vurgusu hayata bağlılık ve hayatı yaşamak gerektiği üzerinedir. Aynı dönemde yaşadığı Fuzûlî’nin şiirine yansıyan ıstırap ve acı Bâkî’de görülmez. Böyle bir tercihi etkileyen çeşitli sebepler olmakla birlikte en önemli sebeplerden birinin Bâkî’nin hayatı boyunca devrin büyüklerine ve meclislerine yakın olması, onlardan ihsan görmesi olduğu söylenebilir.

Bâkî, gençlik devrinde önde gelen medreselerde tanınmış hocalardan ilim tahsil etmiş, hayatı boyunca ulemayla içli dışlı olmuş, şeyhülislâmlık makamını kıl payı kaybedecek kadar sağlam bir bilgi ve tecrübeye sahip olmuş olsa da dini ilimlerdeki bu yetkinliğinin tasavvufi etkilerle şiirini büyük oranda etkisi altına aldığı söylenemez. Çoğunlukla dış dünyayı, devrinin ihtişam ve zevkini şiirine yansıtmayı tercih etmiştir. Şiirleri coşkuludur; dini aşk yerine beşeri aşkın işlendiği bir mahiyete sahiptir. Bunun bir sonucu olarak da müretteb dîvânların aksine Bâkî Dîvânı’nda tevhîd, münâcâat, naat türlerine yer verilmeyip Bâkî’nin doğrudan Kânûnî’ye yazdığı kaside ile Dîvânı’nı tertip ettiği görülmektedir.

Tabiat Bâkî’nin şiirlerinde önemli bir yer tutar. Oldukça somut, tecrübe edilebilen, zevkine varılabilen tabiatı şiirlerinde işler. Bu bağlamda İstanbul’un güzellikleriyle Bâkî’nin şiirine girdiğini söylemek mümkündür. İstanbul sadece dış dünyasını oluşturan tabii güzellikleriyle değil, onu süsleyip güzelleştiren, ona zevk katan zenginlik ve neşesiyle de Bâkî’nin şiirlerinde işlenir. Kânûnî devrinin İstanbul’u, zevk ve eğlence hayatı, muhteşem zaferleri gazel ve kasidelerinde sıklıkla işlenmiştir. Bu yönüyle bakıldığında, Bâkî’nin yaşadığı refah çağını şiirinde de yaşattığını iddia etmek aşırı bir yorum olmayacaktır.

İstanbul yalnız tabii güzellikleri, rahat ve refah yaşamıyla değil saf, pürüzsüz, zevkli Türkçesiyle de Bâkî’nin şiirlerinde işlenir. Şair iyi bir medrese eğitimi tahsil etmiş, Arapça ve Farsça kelimeleri sıklıkla kullanmış, söz ve anlam sanatlarını büyük bir maharetle uygulamış olsa da bir çırpıda söylendiği izlenimini doğuran şiirlerinin dili oldukça sade, pürüzsüz ve temizdir. Sık sık halkın kullandığı deyim ve ifadelerden de yararlanan Bâkî bu yönüyle Necâtî Bey’den sonra İstanbul Türkçesini şiirinde en yalın, akıcı ve güzel şekliyle kullanan şair olarak kabul edilir.

Bâkî’nin şiiri sadece akıcı ve pak üslubuyla değil şekil mükemmelliği yönüyle de dikkate şayandır. Nazım teknikleri kusursuz işlenir, mazmunlar ve hayaller inceden inceye işlenir. Şiirlerinde söz ve anlam sanatlarından sıkça faydalanılsa da bu tercih abartılı bir tasannu, yapmacıklı bir ifadeyi doğurmaz. Rahat bir söyleyiş söz konusudur. Bütün bu yönleri dikkate alındığında Bâkî’nin ölümünden sonra yüzyıllar boyunca sevilerek okunmasının sebepleri de anlaşılacaktır.

Öne Çıkan Eserleri

  • Dîvân. (Latin Harfli Baskı) Sadeddin Nüzhet Ergun. Bâkî, Hayatı ve Şiirleri. İstanbul: Samih Lutfi Bitik ve Basımevi, 1935.
  • Fezâilü’l-Cihâd. (Tercüme; Meşâri’ul-Eşvâk ilâ-Meşâri’i’-‘Uşşâk; 975/1567). Millet Kütüphanesi, Ali Emîrî Kolleksiyonu, Şer’iyye, n: 1286
  • Me’âlimü’l-Yakîn fî Sîreti Seyyidi’l-Mürselîn. (Tercüme; el-Mevâhibü’l-Ledünniyye bi’l-Minahi’l-Muhammediyye) İstinsah tarihi: 987/1579).
  • Fezâil-i Mekke. (Tercüme; el-İ’lâm fî Ahvâli Beledillâhi’l-Harâm; 987/1579).
  • Terceme-i Hadîs-i Erba’în. (Eser kayıptır)
  • Haluk İpekten. Bâkî: Hayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Akçağ, 1993.
  • Mehmed Çavuşoğlu. “Bâkî”. TDVİA. c. 4. İstanbul: TDV, 1993: 537-540.
  • Mehmed Çavuşoğlu. Bâkî ve Dîvânı’ndan Örnekler. İstanbul: Kitabevi, 2001.
  • Nevzat Yesirgil. Bâkî: Hayatı, Sanatı, Şiirleri. İstanbul: Varlık, 1963.

Atıf Bilgisi

Bâkî. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/baki/259