Molla Hüsrev
(ö. 885/1480)
Fâtih dönemi Osmanlı âlimi, İstanbul müftüsü, Hanefî fakîhi
Hayatı
Asıl adı Mehmed b. Ferâmurz (Ferâmerz) b. Ali’dir. Sivas-Tokat bölgesinde yaşamış bir Türkmen boyu olan Varsaklara mensuptur. 885’te 85 yaşında vefat ettiğine dair Kâtib Çelebi’nin verdiği bilginin (Süllemü’l-vusûl, c. 3, s. 219) doğru kabul edilmesi durumunda 800’de (1397) doğmuştur. Doğum yerinin Sivas ile Tokat arasında bulunan, Sivas’ın Yıldızeli ilçesi, Çırçır Nahiyesine bağlı Kargın Köyü olduğu tahmin edilmektedir.
Kendisine neden Hüsrev denildiğine dair iki farklı rivayet vardır. Bunlardan meşhur olana göre babasının ölümü üzerine küçük yaşta yetim kalan Mehmed, eniştesi Hüsrev Bey’in himayesine girmiştir. Bu yüzden kendisine önceleri “Hüsrev Kaynı” ilim sahibi olunca da “Molla Hüsrev” denilmiştir. Temîmî’nin (ö. 1010/1601) Molla Hüsrev’in torunlarından Mustafa Çelebi’den bizzat yaptığı bir nakle göre ise Hüsrev, Molla Hüsrev’in erkek kardeşlerinden birinin adı olup kendisi Hüsrev’in kardeşi anlamına gelen “Ehû Hüsrev” olarak tanınmış ve böylece adı Hüsrev olarak kalmıştır.
Molla Hüsrev Anadolu’da ilk eğitimini aldıktan sonra Bursa’ya gelip, Kâtib Çelebi’nin ifadesine göre Molla Hamza ve Molla Yegân’dan (ö. 865/1461 civarı) ders almıştır. Ardından, Sadeddin et-Teftâzânî’nin (ö. 792/1390) talebelerinden Bursa’da 10 yıl kadar ikamet eden Burhâneddin Haydar el-Herevî’ye (ö. 825-30/1422-27) mülazemet etmiştir. Molla Fenârî’nin (ö. 834/1431) oğlu Yûsuf Bâlî’den (ö. 840/1436-37) ve Teftâzânî’nin diğer bir talebesi Molla Süleyman’dan da ders aldığı aktarılır.
Molla Hüsrev eğitimini tamamladıktan sonra müderrisliğe başlamıştır. İlk önce Edirne Şah Melek Medresesi’ne atanan Molla Hüsrev Mutavvel üzerine yazdığı haşiyesini bu medresede kaleme almıştır. İlk defa Bursa’da, Yeşil Medrese’de (Bursa Sultaniyesi) müderrislik yaptığı yönünde görüşler de vardır.
Kendisi gibi Edirne’de müderris olan kardeşinin vefatı üzerine onun görev yaptığı Halebî Medresesi’ne geçmiştir. Bursa Hacı İvaz Paşa Vakfiyesi’ne ait 830/1427 tarihli bir belgede Molla Hüsrev ve kardeşi Ali b. Ferâmurz’un isimlerinin yer almasından hareketle müderrislik yapan kardeşinin adının Ali olduğu tahmin edilmektedir.
II. Murad’ın, oğlu II. Mehmed adına tahttan feragatinin hemen öncesinde 847’de (1443) kazaskerlik makamına getirildiği anlaşılan Molla Hüsrev’in 851/1447 ve 853/1449 tarihli bazı hüccetlerde “Edirne Kadısı” sıfatıyla tasdikinin bulunmasından hareket ile II. Murad’ın 850’de (1446) tekrar tahta oturmasının ardından Edirne kadılığına getirildiği kabul edilmektedir. II. Mehmed’in ikinci defa tahta çıktığı 855’te (1451) Veliyüddinzâde Bursalı Ahmed Paşa (ö. 902/1496-97) Edirne kadılığına atanıncaya kadar, bu makamda Molla Hüsrev kalmıştır.
Kefevî (ö. 990/1582) İstanbul’un fethinden (857/1453) sonra kendisine Kalenderiye müderrisliğinin verildiğini ve Ahî Yusuf Çelebi’nin (ö. 905/1500) bu medresede Molla Hüsrev’den ders aldığını aktarır. 859 (1455) ve 861 (1457) tarihli bazı vakfiyelerde Bursa kadısı olarak adı yer alan Molla Hüsrev’in Edirne kadılığından sonra Bursa kadılığına atandığı anlaşılmaktadır.
863’te (1459) Hızır Bey’in vefatı üzerine İstanbul kadılığına getirilen Molla Hüsrev’e Eyüp, Galata ve Üsküdar kadılıkları da verilmiştir. Bunun yanında İstanbul’un fethini müteakip camiye çevrilen Ayasofya’nın yanındaki papaz odalarında faaliyete giren Ayasofya müderrisliği de uhdesine verilmiştir.
Molla Hüsrev daha sonra İstanbul’dan ayrılarak Bursa’ya gitmiştir. Kaynaklarda buna bir protokol krizinin sebep olduğundan ve Molla Hüsrev’in tüm görevlerini bırakıp şehri terk ettiğinden söz edilir. Bursa’ya geldikten sonra Zeyniyye Dergâhı’nı yaptıran İranlı tüccar Hoca Bahşâyiş tarafından Zeynîler Camii yakınında kendisine hibe edilen arsa üzerine bir medrese inşa edip orada dersler veren Molla Hüsrev’in Bursa’ya geliş tarihinin 867/1462, Fâtih’in davetiyle tekrar İstanbul’a dönüş tarihinin ise 874/1469 olduğu kabul edilir.
Molla Hüsrev’in Bursa’ya tüm görevlerinden istifa edip gittiği ifade edilse de kendisi, 872’de (1467) kadılık yaptığı yıllarda veba hastalığına tutulduğunu ve bu hastalıktan kurtulmasının ardından (nüsha kenarındaki bilgiye göre aynı yıl) Gurer’i telife etmeye, kadılık görevinden hemen sonra da bu görevden kurtulmasına bir şükür olarak 877’de (1472) eserin şerhi Dürerü’l-hükkâm’ı yazmaya başladığını söyler. Onun bu ifadelerinden 877’ye (1472) kadar kadılık makamında kaldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla 867’de (1462) Bursa’ya gittiği ve 874’te (1469) İstanbul’a döndüğü kabul edilse bile bunun tüm görevlerinden istifa ederek olmadığını ve 877’ye (1472) kadar kadılık görevine devam ettiğini söylemek daha uygun görülmektedir.
Molla Hüsrev “Büyük Veba Yılı” olarak nitelendirdiği 872’de (1467) veba hastalığına yakalandığını ifade eder. Nitekim kaynaklarda 872-881/1467-1476 yılları arasında Balkanlardan gelen veba salgınının İstanbul’da etkili olduğu, 1467’de günde 600 kadar kişinin vebadan öldüğü, sağ kalanların şehri terk ettiği, Fâtih Sultan Mehmed’in bu salgın döneminde yazları seferde, kışları ise İstanbul dışında dağlarda geçirdiği ve bu dönemde şehre çok az uğradığı belirtilir (Varlık, s. 177-86). Bu durumda Molla Hüsrev’in veba hastalığına yakalandığı 872’de (1467) İstanbul’da olduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklarda ayrıca Molla Hüsrev’in Gurer ve Dürer’i Bursa’daki medresesinde yazdığı yönünde bilgiler de vardır (Kefevî, Ketâib, c. 4, s. 212). Buna göre Molla Hüsrev’in 872’de (1467) İstanbul’da yakalandığı veba hastalığından sonra salgının daha az etkilediği Bursa’ya gittiği ve salgının etkisi geçinceye kadar orada kaldığı var sayılabilir. Ayrıca Molla Hüsrev’in Gurer ve Dürer’i Bursa’da yazdığı bilgisi doğru kabul edilirse en azından şerhi yazmaya başladığı 12 Zilkade 877’ye (Nisan 1473) kadar Bursa’da kaldığı sonucuna da varılabilir.
Molla Hüsrev İstanbul’a dönüşünü müteakip, önceleri “İstanbul Müftülüğü” daha sonra “Şeyhülislâmlık” adıyla anılan Fetva Makamına getirilmiş ve vefat edinceye kadar bu makamda kalmıştır. Molla Hüsrev ömrünün bu son döneminde yazmaya başladığı Dürerü’l-hükkâm isimli şerhi 02 Cemâziyelevvel 883’te (Ağustos 1478) tamamlamış ve yaklaşık iki buçuk yıl sonra da bir cuma günü Şaban 885’te (Ekim 1480) İstanbul’da vefat etmiştir. Molla Hüsrev’in na’şı vasiyeti üzere Bursa’ya götürülüp Zeynîler semtinde kendi adına yaptırdığı medresenin haziresine defnedilmiştir.
Bursa Mahkeme Sicillerindeki 12 Zilhicce 909 tarihli bir kayda göre Molla Hüsrev’in Fâtıma Hatun adında bir kızının bu tarihlerde hayatta olduğu ve Molla Hüsrev adıyla bilinen bir hanın kira gelirlerinin Fâtıma Hatun’un tasarrufuna verildiği anlaşılmaktadır. Bu kızından olma torunu Çelebi Mustafa b. Mehmed bnt. Fâtıma (ö. 1000/1592) Molla Hüsrev Medresesi başta olmak üzere çeşitli yerlerde müderrislik ve kadılık yapmıştır. Çelebi Mustafa’nın oğlu Hüsrev b. Mustafa (ö. 1020/1611) da çeşitli yerlerde müderrislik ve kadılık yapmış olup kütüphanelerde kendisinin istinsah ettiği Molla Hüsrev’in bazı eserleri mevcuttur. Molla Hüsrev’in ayrıca Celâleddin adında bir oğlunun olduğu, Tebriz’de 50 akçe ile müderris iken vefat ettiği de rivayet edilmektedir.
Öğretisi
Eserlerinin büyük bir kısmı risâleler ve yarım kalmış haşiyelerden oluşan Molla Hüsrev’in, müstakil metin ve şerh telif etmek suretiyle bütüncül katkı sağladığı iki önemli ilim dalı vardır; fıkıh ve usûl-i fıkıh. Furu-i fıkha dair yazdığı Gureri’l-ahkâm ile şerhi Dürerü’l-hükkâm ve usûl-i fıkha dair yazdığı Mirkâtü’l-vüsûl ile şerhi Mirʾâtü’l-usûl Molla Hüsrev’in bu iki ilim dalına şekil ve muhteva açısından önemli katkılarını ortaya koyduğu baş yapıtlarıdır. Molla Hüsrev, bu eserlerini dönemin ilim anlayışına uygun olarak mezheb içinde Mâverâünnehir Hanefîleri tarafından üretilmiş meşhur ve mütedavil metinleri merkeze alarak telif etmiştir. Molla Hüsrev Hanefî fıkıh ve usûl-i fıkıh metinlerinde ele alınan meseleler etrafında tartışılan problemlere çözüm aramak, eksiklikleri gidermek ve bu arada kendi görüş ve katkılarını da dile getirmek suretiyle ilgili metinleri muhteva ve özellikle de şekil/form açısından belli bir olgunluğa kavuşturmuştur. Fıkhın, toplum hayatını doğrudan etkileyen pratik yönü dikkate alındığında Molla Hüsrev’in bu alanda yazdığı eserlerinin daha soyut ve teorik bir yapıya sahip olan usûl-i fıkıhtaki eserlerine nispetle daha etkili olduğu söylenebilir. Nitekim usûl-i fıkıh eserleri üzerine yapılan çalışmalarda bu alana yaptığı katkıların daha çok formda yapılmış biçimsel düzenlemeler olduğu belirtilmiştir.
Fıkıh
Osmanlı ilim hayatı ve medrese teşkilâtı için önemli adımların atıldığı Fâtih Sultan Mehmed döneminin önde gelen ulemâsı arasında yer alan Molla Hüsrev’in İslâmî ilimlere en önemli katkılarının Hanefî fıkhına dair yazdığı Dürerü’l-hükkâm fî şerhi Gureri’l-ahkâm’da şekil ve muhteva açısından ortaya koyduğu çabasında yer aldığını söyleyebiliriz. Nitekim kendisi Dürer’in sonunda bu konuyu değinerek fıkıh sahasında metin yazmanın diğer ilimlere nispetle çok daha zor olduğunu, müteahhir ulemânın alet ilimlerine dair muteber metinler yazmalarına rağmen fıkıh sahasında risâle bazında dahi bir muhtasar yazmaya yanaşmadıklarını dile getirip bu sahada yaptığı çalışmanın önemine dikkat çekmiştir.
Dürer, Osmanlı ulemâsının Mâverâünnehir Hanefîlerinden tevarüs ettiği fıkıh geleneğini hacim, şekil, muhteva ve üslûp açısından iyi bir şekilde aktarmasının etkisiyle Osmanlı eğitim ve yargı faaliyetlerinin vazgeçilmez kaynaklarından biri olmuştur. Dürer, asırlar boyu medreselerde ders kitabı olarak okutulduğu gibi sonrasında telif edilen İbrâhim el-Halebî’nin Mülteka’l-ebhur adlı eseriyle birlikte Osmanlı Devleti’nin “bir nevi yarı resmî hukuk kitabı” olarak da nitelendirilmiştir. 1854’te şer’î mahkemelere hâkim yetiştirmek için kurulan Medresetü’l-Kudât’ın dört yıllık eğitim müfredatına her hafta beş saat Dürer dersleri konularak “Dürer muallimliği” şeklinde bir ıstılahın oluşması eserin etkisinin cumhuriyet dönemine kadar devam ettiğini göstermektedir. Dürer etrafında, Rumeli’den Kuzey Afrika’ya kadar Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklarda yazılmış şerh, haşiye, tâ‘lik, nazım, ihtisar, tercüme ve reddiye tarzı eserlerden oluşan zengin bir literatürün bulunması eserin tüm Osmanlı coğrafyasında etkili olduğunu göstermektedir. Nitekim Dürer üzerine haşiye yazan müelliflerin birçoğu hayatlarının tahsil, tedris veya kadılık safhasında Dürer’i defalarca okuyup okuttuklarını ve haşiye yazmaya genelde bu zamanlarda hissettikleri ihtiyaca binaen başladıklarını, ayrıca eserin avam ve havas arasında meşhur olduğunu belirtmektedirler.
Molla Hüsrev, eserinin sahip olduğu temel özellikleri ve dolayısıyla Hanefî fıkıh geleneğine katkısını eserin mukaddime kısmında ve sonunda zikretmiştir. Molla Hüsrev’in söylediklerinden de hareketle onun temel soru ve problem olarak gördüğü anlaşılan konuları şu başlıklar altında toplamak mümkündür:
Konuların Tertibinde Yenilik
Molla Hüsrev’in fıkıhta ortaya koyduğu konu tertibi diğer Hanefî fıkıh eserlerinde yer alan tertipten farklıdır. Nitekim Dürer üzerine haşiye yazan Nuh Efendi de (ö. 1070/1660) Molla Hüsrev’in konu tertibinde diğer eserlere muhalefet edip önce sırf Allah hakkı, sonra Allah hakkı galip gelen, ardından kul hakkı galip gelen ve en son sırf kul haklarını içeren ahkam şeklinde usûl-i fıkıhtaki ahkam taksimine uygun bir konu tertibi yaptığını söylemektedir. Buna göre diğer Hanefi fıkıh eserlerinde hac bahsinden sonra nikâh veya alışveriş bahsi gelirken, Molla Hüsrev’in eserinde “udhiye”, “sayd”, “zebâih”, “cihâd”, “ihya-i mevât” ve “kerâhiye” bahisleri gelir. Molla Hüsrev her ne kadar konu tertibinde klasik fıkıh kitaplarından ayrılsa da daha sonra yazılan metinler bu konuda kendisini takip etmemişlerdir.
Konuyla Alakalı Gerekli Kayıtların Metne Eklenmesi
Molla Hüsrev’in en çok dikkat ettiği hususlardan bir diğeri ehlince malum olduğu düşünülerek metinlerde mutlak olarak geçen meselelerin hükmü etkileyen önemli kayıt ve şartlarını zikretmesidir. Kadılık yaptığı süreçte bir hayli mesele incelediğini söyleyen Molla Hüsrev metinlerde mutlak olarak geçen birçok meselenin çeşitli kayıtlarının bulunduğunun farkına vararak yazdığı metinde gerekli tüm kayıtları zikretmeyi kendisine bir prensip edinmiş, bu prensibine de bağlı kalarak hazırladığı metne birtakım kayıtlar eklemiş ve şerhte mümkün mertebe bu kayıtları aldığı kaynakları belirtmeye gayret etmiştir. Örneğin Kenz’de yer alan “Teyemmümlü kişi su gördüğünde teyemmümü bozulur” ifadesini Zeylaî’nin şerhinden aldığı bir kayıt ile “Kullanmaya gücü yeten kişi su gördüğünde teyemmümü bozulur” şeklinde değiştirerek sadece su görmenin teyemmümün bozulması için yeterli olmadığını aynı zamanda suyun teyemmümlü kişi tarafından kullanılabilecek durumda olması gerektiğini belirtmiştir.
Konunun Sunumunda ve Kavramların Tanımında Kapsayıcılık
Molla Hüsrev konunun sunumu ve kavramların tanımı esnasında ifadede yaptığı bazı değişikliklerle Vikâye ve Kenz gibi Osmanlı medreselerinde tedris edilen metinlerde vuku bulduğunu düşündüğü bazı yanlış anlaşılmaların, eksiklik ve hataların önüne geçmeye çalışmış ve şerhte sık sık metinde tercih ettiği ifade tarzlarının diğer metinlerde yer alandan farkını ve böyle bir tercihte bulunmasının sebebini açıklamıştır. Özellikle de fıkıhta kullanılan çeşitli kavramlara getirdiği bir takım yeni tanım veya kayıtları şerhte açıklayarak bununla tanımın efradını camî ve ağyarını mâni olmasına dikkat ettiğini, zira tanıma dahil olmayan bir ferdin tanıma girmesi veya dahil olan bir ferdin tanım dışında kalmasının ilgili ilim sahasında (mantık) ifade edildiği üzere tanımı sahih ve muteber olmaktan çıkaracağını ifade etmiş ve diğer metinlerin bu yönden eksik kaldığını belirtmiştir. Molla Hüsrev’in ifade tarzına son derece dikkat etmesi, İslâmî ilimlere nüfuz etmiş olan mantığa ait kavram ve kriterlere göre, daha önce usûl-i fıkıhta yaptığı gibi fıkıhta da biçimsel açıdan epistemolojik tutarlık arayışı içinde olduğunu göstermektedir.
Diğer Metinlerde Yer Almayan İlave Konular
Molla Hüsrev kadılık yaptığı dönemde sıkça karşılaştığı bazı meseleleri eserine eklemiştir. Örneğin kendi zamanında sosyal bir problem haline gelen ve hakkında bir risâle yazdığı vela konusunda tercih ettiği görüşü, mezhepteki muteber görüşe muhalif olmasına rağmen kendi hazırladığı muhtasar metne yansıtmaktan geri durmadığı gibi, beyu’l-vefa vb. güncel hayatta sıkça rastlanan bazı meselelere de metinde yer vererek eserini günün sosya-ekonomik şartları doğrultusunda geliştirmiş hatta bu sebeple eleştirilmiştir. Örneğin İbn Âbidîn (ö. 1252/1836) metinlerin, mezhebin sahih ve muteber görüşlerini nakletmek üzere telif edildiklerini metinler üzerine yapılan şerhlerin de aynı şekilde mezhebi nakletmek amacıyla yazıldığını ifade ederek Molla Hüsrev’in Gurerü’l-ahkâm’ı ile Timurtâşî’nin (ö. 1006/1598) Tenvîrü’l-ebsâr’ını, mezhep içinde genel kabul görmemiş çok fazla fetva meselesi ihtiva etmeleri gerekçesi ile eleştirmiş ve bu iki eseri muteber metinlerden saymamıştır.
Tashih ve Tercihlerde Farklılık
Molla Hüsrev bazı meselelerde fesadı zaman, fıkha daha uygun olma, usûl-i fıkıh kuralları ile örtüşme, fıkıh açısından sahih, esahh ve ezhar olma, konu hakkında örf ve teamül oluşması gibi çeşitli gerekçeler ile diğer metinlerde yer alandan daha farklı tashih ve tercihlerde bulunmakla birlikte tüm bu tercihlerinde mezhep içinde kalmış, diğer mezheplerin görüşlerini tercih etme yoluna gitmemiştir.
Usûl-i Fıkıh
Hanefî mezhebinde Cessâs (ö. 370/981) ile başlayıp Debûsî (ö. 430/1039) ile devam eden usûl-i fıkıh çalışmaları Pezdevî (ö. 482/1089) ile belli bir olgunluğa ulaşmış, mezhep içinde daha sonra yazılan hemen hemen tüm usûl-i fıkıh metinlerinde Pezdevî’nin eseri merkeze alınmıştır. VIII/XIV. yüzyılda bu eserin en önemli şerhleri ve Menâr isimli meşhur muhtasarı da kaleme alınmıştır.
Mantığı İslâmî ilimlerin ve usûl-i fıkhın aleti haline getiren Gazzâlî (ö. 505/1111) ile mantığı diğer disiplinlerle birlikte usûl-i fıkıh yazımının içine sokan Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) bu ilmin formunda önemli değişiklikler yapmıştır. Bu yeni yazım türünün bir neticesi olarak daha önceleri telif edilen metinlerde doğruluğun ölçütü kabul edilen dil kurallarına uygunluğun yanına bundan böyle mantık kriterlerine uygunluk da eklenmiş; artık metinlerin bir taraftan nahiv ve belagat yönünden sorunsuz olmasına dikkat edilirken diğer taraftan da mantık ve münazara kriterlerine uygun formda olmasına özen gösterilir olmuştur. Sadruşşerîa (ö. 747/1346) ile birlikte Hanefîler bu forma uygun usûl-i fıkıh eserleri yazmaya başlamış, Molla Hüsrev de bu geleneği devam ettirmiştir (Kozalı, s. 506).
Molla Hüsrev’in Hanefî usûl-i fıkhına katkıları konusunda yapılan çalışmalarda Pezdevî ile fıkıh usûlü eserlerinin içerik/mesail açısından yetkin bir biçime kavuştuğunun Sadruşşerîa ve Molla Hüsrev tarafından da kabul edildiği ve adı geçen müelliflerin katkıların, kendilerinin tehzîb, tenkîh, tanzîm gibi kavramlarla dile getirdikleri üzere mesailden çok formda yaptıkları biçimsel düzenlemeler olduğu ifade edilmiş ve bu katkı “formel bakımdan epistemolojik kesinlik arayışı” olarak isimlendirilmiştir (Kozalı, s. 510).
Bu biçimsel düzenlemeler daha çok kullanılan terimler, yapılan tanım ve taksimlerde kendini göstermiş, daha önceki usûl-i fıkıh kitaplarında pek rastlanmayan vaz, delalet, mutabakat, tazammun, iltizam, lazım-ı müteahhir ve lazım-ı mütekaddim gibi daha çok mantıkta kullanılan birçok kavram Sadruşşerîa ve Molla Hüsrev’in usûl-i fıkıh eserlerinde kendine yer bulmuştur. Tanımlar ve taksimler bu kavramlar dikkate alınarak geliştirilmeye veya yeniden yapılmaya başlamıştır. Örneğin lafzın manaya delaleti noktasında yapılan tanım ve taksimleri Molla Hüsrev bu yeni kavramlar ışığında Sadruşşerîa’dan da etkilenerek yeniden ele alıp daha da geliştirmiştir (Ceylan, s. 521-26).
Molla Hüsrev’in bir önceki nesilden tevarüs edip geliştirdiği ve günümüzde daha çok memzuç metot olarak adlandırılan bu yeni usûl yazımı Zenbillizâde Fudayl Çelebi (ö. 991/1583), Ebû Saîd el-Hâdimî (ö. 1176/1762), Büyük Ali Haydar Efendi (ö. 1321/1903) gibi Osmanlı ulemâsı tarafından da devam ettirilmiştir. Bununla birlikte Molla Hüsrev bazı konularda selefi anlamamak, onların yolundan nedensiz ayrılmak, eksik ve yetersiz bilgi vermek gibi gerekçelerle de eleştirilmiştir (Korkmaz, s. 238-48).
Molla Hüsrev’in usûl-i fıkha katkısı sadedinde yapılan tespitlere bakıldığında onun yukarıda maddeler halinde ifade etmeye çalıştığımız fıkıhtaki katkılarının bir benzerini, fıkıh eserlerinden çok daha önce telif ettiği usûl-i fıkıh eserlerinde başlattığını ve aynı anlayışı fıkıhta da devam ettirdiğini söyleyebiliriz.
Öne Çıkan Eserleri
- Gurerü’l-Ahkâm. Hanefî fıkhına dair muhtasar metindir. Eserin müstakil baskısı bulunmayıp şerhiyle birlikte birçok defa basılmıştır.
- Dürerü’l-Hükkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm: İstanbul 1257, 1258, 1260, 1268, 1277, 1289, 1299, 1300, 1308, 1310, 1312, 1313, 1317, 1319, 1329, 1967, 1978.
- Risâle fi’l-Velâ: Hasan Özer, “Molla Hüsrev’in er-Risâle fi’l-Velâ’sı, Molla Güranî’nin Reddiyesi ve Molla Hüsrev’in Cevabı: Tahkikli Neşir”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 24 (2010), s. 173-208.
- Mirkâtü’l-Vüsûl ilâ ʿİlmi’l-Usûl: İstanbul 1262, 1267, 1273, 1275, 1288, 1290, 1291, 1305, 1307, 1308, 1310, 1311, 1321, 1331; Kahire 1320.
- Mirʾâtü’l-Usûl fî Şerhi Mirkâti’l-Vüsûl: İstanbul 1217, 1262, 1272, 1273, 1282, 1296, 1304, 1310, 1321; Kahire 1289; Beyrut 2011.
- Haşiye ale’t-Telvîh: İstanbul 1284/1867, Kahire 1322/1904
- Şerhu Usûli’l-Pezdevî: Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 1141, vr. 191a-208b.
- Haşiye alâ Haşiyeti’l-Muhtasar li’s-Seyyîd Şerîf: Süleymaniye Ktp., Carullah Efendi, nr. 471; Hamidiye, nr. 424; Damad İbrahim Paşa nr. 229, 453.
- Risâle fî Usûli’l-Fıkh: Hasan Özer, “Hanefî Fakîhi Molla Hüsrev’in (885/1480) Fıkıh Usûlüne Ait Bir Risâlesi”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 8 (2006), s. 271-284; “Molla Hüsrev’in Fâtih’e Sunduğu Fıkıh Usûlü Risâlesinin Tahlil ve Tercümesi”, İslâm Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 30 (2017), s. 45-70.
- Haşiye ale’l-Beyzâvî: Eser yazma halinde olup birçok nüshası bulunmaktadır.
- er-Risâletül-Ma’mûle alâ Sûreti’l-En‘âm (Haşiye alâ Sûreti’l-En‘âm mine’l-Keşşâf ve ba‘zi’l-Kâdî): Süleymaniye Ktp., nr. 110/3, vr. 153-170; Şehid Ali Paşa, nr. 322, vr. 20b-29b; Hacı Beşir Ağa, nr. 666; Köprülü Ktp., Fazıl Ahmet Paşa, nr. 1609, vr. 1b-6a.
- Haşiye ale’l-Mutavvel: Süleymaniye Ktp., Şehîd Ali Paşa, nr. 2186; Yeni Cami, nr. 1024.
- Esâsü’l-İktibâs fi’l-Mantık: thk. Hasan eş-Şâfiî ve Muhammed es-Seyyîd Cemâleddin, el-Meclisü’l-A’lâ li’s-Sekâfe, Kâhire 2004.
- Nakdü’l-Efkâr fî Reddi’l-Enzâr: Mustafa Şen, “el-Faslü’l-Evvel min Kitâbi Nakdi’l-Efkâr fî Reddi’l-Enzâr li-Molla Hüsrev: Dirâse ve Tahkîk”, Mütefekkir Aksaray Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi Dergisi, c. 4, sy. 7 (2017), s. 197-229; Anas Almadani, “el-Faslü’s-Sâlis min Kitâbi Nakdi’l-Efkâr fi Reddi’l-Enzâr li-Molla Hüsrev: Dirâse ve Tahkîk”, Mütefekkir Aksaray Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi Dergisi, c. 4, sy. 7 (2017), s. 231-260; Adel Abed, “Tahkîkü’l-Fasli’r-Râbi’ fîmâ Yeteallaku bi-İlmi’l-Usûl min Kitâbi Nakdi’l-Efkâr fi Reddi’l-Enzâr li’l-İmâm Molla Hüsrev”, Mütefekkir Aksaray Üniversitesi İslâmi İlimler Fakültesi Dergisi, c. 6, sy. 11 (2019), s. 211-238; Hasan Uçar, “Tahkîkü’l-Fasli’l-Hâmis fi-mâ Yeteallaku bi-İlmi’l-Belâga min Kitabi “Nakdü’l-Efkâr fi Reddi’l-Enzâr” li-Şeyhi’l-İslâm Molla Hüsrev”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sy. 38 (2017), s. 123-165.
İsim | Molla Hüsrev |
Tam İsim | Mehmed b. Ferâmurz b. Ali Muhyiddin Hüsrevî |
Kısa Tanıtım | Fâtih dönemi Osmanlı âlimi, İstanbul müftüsü, Hanefî fakîhi |
Yaşadığı Tarih | Miladi: 1397 (?) - 1480 Hicri: 800 (?) - 885 |
Doğum Yeri | Tokat |
Ölüm Yeri | İstanbul |
Hocaları | Molla Yegân Yûsuf Bâlî Burhaneddin Haydar Herevi |
Öğrencileri | Zenbilli Ali Cemali Efendi Sinan Paşa Hasan Çelebi |
Etkilendikleri | Muslihuddin Kestelî Hatip Kazvînî |
Bulunduğu Medreseler | Şah Melek Medresesi, Çelebi (Halebiyye) Medresesi, Ayasofya Medresesi, Hüsrev Medresesi |
Ekolleri | Kelam Yeni-Eşarîlik |
- Ferhat Koca, Molla Hüsrev, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2008.
- ed. Tevfik Yücedoğru, Orhan Ş. Koloğlu, U. Murat Kılavuz ve Kadir Gömbeyaz, Uluslararası Molla Hüsrev Sempozyumu (18-20 Kasım 2011 Bursa) Bildiriler, Bursa Büyük Şehir Belediyesi Yayınları, Bursa 2013
- Ahmet Hulusi Köker (ed.), Molla Hüsrev Mehmet Efendi (1400-1480), Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayınları, Kayseri 1992.
- Mehmed Hüseyin Cum’a Ali Çelen, “Şeyhülislâm Molla Hüsrev (Mehmed bin Feramurz v. 885/1480) Hayâtuhû ve Şahsiyyetü’l-İlmiyye ve Ârâuhi’l-Fıkhiyye - Mukarene bi’l-Mezâhibi’l İslâmiyyeti’l Erbaa”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Külliyyetü’d-Daveti’l-İslâmiyye li’d-Dirasati’l-İslâmiyye, Beyrut 2015/1436.
- Mürteza Bedir, Necmettin Kızılkaya ve Hüseyin Sağlam (ed.), Osmanlı’da İlm-i Fıkıh: Âlimler, Eserler, Meseleler, İsar Yayınları, İstanbul 2017.
- Fuat Aydın, Metin Aydın ve Muhammed Yetim (ed.), Osmanlı Düşüncesi: Kaynakları ve Tartışma Konuları, Mahya Yayıncılık, İstanbul 2019.
- Nükhet Varlık, Akdeniz Dünyasında ve Osmanlılarda Veba 1347-1600, Kitap Yayınevi, İstanbul 2017.
- Kâtib Çelebi, Süllemü’l-Vusûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, Ma’hedü’l-Buhus ve’d-Dirasati’l-Arabiyye; İslam Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (IRCICA), İstanbul 2010.
- Kefevî, Ketâibu A’lâmi'l-Ahyâr min Fukahâi Mezhebi'n-Nu'mâni'l-Muhtâr. Mektebetü’l-İrşad, İstanbul 2017.
- Abdürrahim Kozalı, “Osmanlı Hukuk Düşüncesinde Biçimsel Düzlemde Epistemolojik Kesinlik Arayışı: Molla Hüsrev Örneği”, Osmanlı Düşüncesi: Kaynakları ve Tartışma Konuları, ed. Fuat Aydın, Metin Aydın ve Muhammed Yetim, Mahya Yayıncılık, İstanbul 2019, s. 506-510.
- Hadi Ensar Ceylan, “Lafzın Manaya Delaleti Tartışmalarına Molla Hüsrev’in Katkısı”, Osmanlı Düşüncesi: Kaynakları ve Tartışma Konuları, ed. Fuat Aydın, Metin Aydın ve Muhammed Yetim, Mahya Yayıncılık, İstanbul 2019, s. 521-26.
- Ömer Korkmaz, “Usul Yazımında İki Farklı Yaklaşım Molla Hüsrev ve Fudayl Çelebi Örneği”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 19, sy. 1 (2019), s. 238-48.