Dârâ Şükûh

(ö. 1069/1659)
Babürlü şehzâdesi sûfî şair
- A +

Hayatı

Babürlü hükümdarı Şah Cihan ile hatırasına Tac Mahal yapılan Mümtaz Mahal’in ilk oğlu Dârâ Şükûh, 1024/1615’de Ecmir yakınlarında dünyaya geldi. İslâmî ilimlere dair belirli bir düzeyde eğitim aldı; Arapça, Farsça ve Sanskritçe öğrendi. Ailesi her ne kadar kendisini taht vârisi olarak görüp bu doğrultuda eğitim almasını sağlamışsa da Dârâ Şükûh’un ilgileri başlangıcından beri daha çok felsefe, mistisizm, sanat ve edebiyata dönük oldu. Sırasıyla İlâhâbâd (1645), Lahor (1647) ve Gucerât (1649) valiliklerinde bulundu; fakat valilik görevini nâibleri aracılığıyla yürüttü. Üstlenmiş olduğu idarî görevlerin sorumluluğunu çoğu zaman yerine getiremedi. Kumandanlığını üstlendiği tek büyük askerî harekât olan Kandehar Seferi’ndeki (1652) başarısızlığı büyük oranda askerî ve siyasî itibarının zayıflamasına yol açtı. Babası Şah Cihan’ın olağanüstü teşvik ve desteği, henüz hayatta iken kendisini veliaht olarak benimsemesi diğer şehzadelerin güçlü muhalefetiyle karşı karşıya gelmesine neden oldu. Bu muhalefet babasının hastalanmasıyla (1657) giderek kızıştı. Nihâyetinde Kardeşi Evrengzib karşısında aldığı mağlubiyetler sonunu hazırladı, esir alınıp ilhad suçlamasıyla Delhi’ye getirildi ve 10 Eylül 1659’da idam edildi.

Dârâ Şükûh’un tasavvufî düşünceye dönük ilgisinin küçük yaşlarda başladığını söylemek mümkündür. Çünkü ailenin sûfî çevrelerle, özellikle de Çiştiyye geleneğiyle güçlü bağlarının varlığı tarihsel olarak bilinmektedir. Ancak entelektüel ve mistik arayışları Dârâ Şükûh’u kız kardeşi Bîbî Cemâl Hâtun ile birlikte farklı bir geleneğin temsilcisiyle, Kâdirî şeyhi Miyânmîr ile tanışmaya sürükledi. Bu tanışıklık daha sonra ablası Cihanârâ Begüm ile birlikte Miyânmîr’in halefi Molla Şah Bedahşî’nin mürîdi oluşuyla sonuçlandı (1640). Bununla beraber İlâhâbâd valiliği döneminde, bölgede Ekberî geleneğin önemli temsilcilerinden ve yorumcularından Muhibbullah Allahâbâdî ile mektuplaştı. Hatta Muhibbullah’ın bölgede ikâmet edişi dolayısıyla Dârâ Şükûh İlâhâbâd’da -her ne kadar bulunmasa da- valilik görevini kabule yanaştı. Ayrıca entelektüel arayışlarının bir parçası olarak mesaisinin bir kısmını İslâm dışında Hint bölgesindeki mevcut dinlerin kutsal metinlerini ve geleneklerini araştırmaya sarf etti. Siyasal başarısızlıklarına ek olarak böyle bir tavır içerisinde bulunuşu tabiatıyla ulema tarafından hoş karşılanmadı ve böyle bir tavrı benimseyişi -her ne kadar kendisi İslam’ı reddetmese de- sonu ölüm cezasına giden mülhidlik ithamının önünü kolaylıkla açmış oldu.

Öğretisi

Dârâ Şükûh’un entelektüel faaliyetleri ve yazma uğraşısının tasnifi, ilgilendiği meselelerin gidişatını ve öğretilerinin aktığı mecrayı göstermesi bakımından önem arzetmektedir. Dârâ Şükûh başlangıçta sûfî biyografilerine ilişkin iki derleme metin kaleme almıştır. 1640’ta yazımını bitirdiği Sefînetü’l-evliyâ isimli eserinde Abdurrahman Câmî’nin Nefehâtü’l-üns’ünden üslup ve muhteva yönüyle istifade etmiş, ilâveten Hint bölgesi sûfîlerinin biyografilerine ve menkıbelerine yer vermiştir. Ayrıca hanım sûfîlerin biyografilerine yer verdiği kısımda Hz. Muhammed’in eşlerine değinmesi literatür açısından zikredilmesi gereken önemli bir husustur. İki yıl sonra telif ettiği Sekînetü’l-evliyâ’da ise şeyhi Miyânmîr ve tarîkatı Kâdiriyye hakkında yerel unsurlarında devreye girdiği dikkate değer bilgiler aktarmıştır. Sefîne ve Sekîne’deki üslupta İbnü’l-Arabî’nin velayet anlayışının etkilerini görmek mümkündür. Risâle-yi Haknümâ ve Tarîkatü’l-hakîkat Dârâ Şükûh’un tasavvufun teorik yönüne dair kaleme aldığı küçük risaleleridir. Nazmın ve nesrin içiçe olduğu Tarîkatü’l-hakîkat’te çoğunluğu Mevlânâ’ya ait beyitlere yer vererek nazarî tasavvufun bazı konularını kısaca izah etmiştir. 1646 yılında yazımı biten Risâle-yi Haknümâ ise İbnü’l-Arabî düşüncesinin etkilerini büyük oranda görüldüğü bir metindir. Eser daha çok vahdet-i vücûd merkezli meselelerin kendisine yer bulduğu bir çalışmadır. Varlığı dörtlü bir merâtible değerlendiren Dârâ Şükûh, nâsût ile lâhût âlemi arasındaki devre ilişkin literatürdeki mevcut bilgileri derleyerek metnini oluşturmuştur. Muhtevasında büyük oranda İbnü’l-Arabî’nin Fusûs ve Fütûhât’ı, Fahreddin-i Irâkî’nin Lemeât’ı ve Abdurrahman Câmî’nin Levâih’i kısa özetlerle yer bulmuştur. 1652’de yazdığı Hasenâtü’l-ârifîn ile Dârâ Şükûh’un teorik ilgi alanın kaydığı yer, tasavvufî dilin problemli ve tartışmalı alanlarından şathiyye meselesi olmuştur. Literatürde tarz olarak örnek aldığı metin Ruzbihan Baklî’nin Şerh-i Şathiyyât’ıdır ve 107 farklı sûfînin şathiyeleri burada bir araya getirilmiştir. Eserin en önemli özelliği Şerh-i Şathiyyât’ta yer verilmeyen şatah türünden sûfî sözlerinin bulunmasıdır.

Şathiye konusuna yaklaşımında Ruzbihan ile benzerlikler bulunan Dârâ Şükûh, şathiyeyi yorumlanması gereken müteşâbihat türünden sûfî sözleri olarak kabul etmektedir. Şathiye yorumlarında İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd öğretisinin etkileri görülmekte ve bu yorumlarda dile getirdiği görüşler çoğunlukla vahdet-i vücûdu eleştirenlere bir cevap niteliği taşımaktadır. Hasenâtü’l-ârifîn, Dârâ Şükûh’un bütünüyle tasavvuf konusuna tahsis ettiği son metnidir. Bundan sonra yani kendisinin İslâm’ın mistik ve batınî yönlerine olan ilgisi ve çalışmalarının geldiği bu noktadan sonra o diğer dini gelenekleri araştırmaya başlamış, yazım serüveni de bu doğrultuda bir evrilişe seyretmiştir. Artık Dârâ Şükûh dikkat çekici bir şekilde Hindu felsefesi ve mitolojisiyle tanışmanın yollarını aramaya koyulmuştur. Ekânim-i selâse, ruh-beden ilişkisi, oluş ve bozuluş devirlerine ilişkin tasavvuf metinlerinde öğrendiği konuların farklı gelenekler tarafından ele alınış tarzı ve bu bağlamda hakikat arayışında geleneklerce vurgulanan ortak muhtevalar üzerinde çalışmaya özen göstermiştir. Nihayetinde Hint düşüncesi ile İslâm arasında büyük farklılıkların gözlenmediği hatta Kur’an-ı Kerîm’de geçen “Kitab-ı meknûn” ile kastedilenin Upanişadlar olduğu şeklinde bir kanaate ulaşmış, bu doğrultudaki fikirlerini de gerek telif gerekse tercüme eserlerle desteklemeye çalışmıştır. Hindu ve İslâm geleneklerinin buluştuğu muhtevaları -sûfî literatürde bilinen iki denizin buluşma yeri imgesinden hareketle- Mecmaü’l-bahreyn’de (1655) bir araya getirmiş; tasavvufî bir zihin dünyasının eşlik ettiği okuma şekliyle Sırr-ı Ekber (1657) adını verdiği çalışmasında ise Upanişadları Sanskiritçe’den Farsça’ya tercüme etmiştir. Özetle Dârâ Şükûh’un son dönemlerindeki entelektüel mesaisini, bölgesindeki yaygın gelenek ve dini inanışlar arasında kültürel bir köprü kurma gayretinin ürünü olduğunu söylemek mümkündür. Yoksa adı geçen çalışmalarıyla Dârâ Şükûh Hindu ve İslâm geleneği arasında kaba bir senkretizm ya da eklektizmi salık vermeyi amaçlıyor değildi. 

Öne Çıkan Eserleri

  • Sefînetü’l-Evliyâ: Matbaatu Dami İkbale, İstanbul 1908.
  • Hasenâtü’l-Ârifîn: haz. Seyyid Mahdum Rehin, Müessese-i Tahkîkat, Tahran 1973.
  • Mecmau’l-Bahreyn. 
  • Sırr-ı Ekber: Çap-ı Taban, Tahran 1340/1961.
  • N. R. Farooqi, “Dârâ Şükûh", DİA, c. 8 (1993), s. 483-484.  
  • Satish Chandra, “Dârâ Shukoh”, EI2, c.2 (1991), s. 134-135. 
  • Annemarie Schimmel, “Dârâ Şükûh”, EIr, c.7 (1996).
  • Annemarie Schimmel, İslam’ın Mistik Boyutları, Kabalcı, İstanbul 2001.
  • Annemarie Schimmel, Islam in the Indian Subcontinent, E. J. Brill, Leiden 1980.
  • Annemarie Schimmel, Islamic Literatures of India, Otto Harrasswitz, Wiesbaden 1973.
  • Hüseyin Yurdaydın, İslâm Tarihi Dersleri, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1971.

Atıf Bilgisi

Dârâ Şükûh. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/dara-sukuh/107