Düşünce tarihi, düşünürlerin zaman, mekân, dil ve kültür öğelerinden bağımsız matematiksel bir uzayda ürettikleri metinlerin yalın bir tahkiyesinden ibaret değildir. Düşüncenin kendisi içerisinde anlam kazandığı büyük küre; varolanlara dair idrakimizi sistematize eden bilimsel disiplinler, düşünceyi taşıyan tarih, oluşturan kişisel ve kavramsal ağlar, aktaran ve sürekli yeniden yorumlara açık hale getiren metinsel süreklilikler, somutlaştıran kurumlar, ona sahiplik eden coğrafi ve kültürel havzalar ve nihayet ondan etkilenen ve onu etkileyen her türden maddî yapı ile birlikte oluşur. Bu açıdan bakıldığında düşünce tarihine dair doğru bir okumanın nâfiz bir “ilişkiler gözlüğü”ne sahip olması gerektiği söylenebilir.
İslam düşünce geleneğinin doğal sürekliliğini yitirmeye yüz tuttuğu bir zaman diliminde, bahse konu unsurlar arasındaki kurucu ilişkilere dair idrakimiz de giderek zayıflamaya başlamıştır. Bu durum maddî iskeletlerini tevarüs ettiğimiz söz konusu unsurların gerçek anlamlarına dair doğru bir anlayıştan bizi uzaklaştırmakla kalmamış, aynı zamanda bir düşünce geleneğini inşa eden anlamlı bir çerçevenin neye benzeyebileceğiyle ilgili bir idrak yoksunluğuna neden olmuştur. Bize bütüncül bir bakış armağan edecek bu türden kurucu ilişkilere dair dikkatsizlik sadece Yeni-Eş‘arîlik ve Ekberîlik gibi oluşumunu bilimsel disiplinler arasındaki güçlü problematik ilişkiler ve dönüşümlere bağlı yüksek nazarî terkiplere dair indirgemeci tutumlar yaratmamış, aynı zamanda Tokat ya da Sivas’taki Gök Medreselerin, Amasya’daki Şifahanenin, Semerkant’taki Registan’ın, Herat’taki Gevherşâd Hatun Külliyesi’nin ya da Kahire’deki Muizz Caddesi’nin işlevlerine ve anlamlarına dair de indirgemeci tutumlara neden olmuştur. Belki de daha endişe verici bir durum, düşünce tarihini taşıyan coğrafyanın gerçek bir temsilini veren şehirlerin giderek yalın adlardan ibaret hale gelmiş olmasıdır. Bugün bizim için Belh’in, Herat’ın, Hive’nin, Taşkent’in, Şahcihânâbâd ya da Ekberâbâd’ın, Tebriz’in, Konya’nın, Ahlat’ın, Sivas ya da Kayseri’nin düşünce tarihinde üstlendikleri kurucu roller ve sağladıkları mecraların sadece aktüelliğini yitirdiğini değil, aynı zamanda tarih içerisindeki anlamlarını da kaybedecek bir duruma geldiğini söyleyebiliriz. Aynı şeyin unutmaya yüz tuttuğumuz Hârezm, Mâverâunnehir, Türkistân, Bilâd-ı Rûm, el-Cezîre, Horasan, Azerbaycan, Fârs, Sind, Sahel veya Bilâd-ı Şâm gibi coğrafî-kültürel havzalar için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Düşünce geleneğimize ve onu taşıyan unsurlara ilişkin bu indirgemeci tutumun, bir süre sonra onları tevarüs eden öznelerin kendi tarihsel ve düşünsel konumlarına ilişkin de indirgemeci bir benlik tasavvuruna neden olduğu söylenebilir.
İslam düşünce tarihiyle ilgili hemen herkesin çeşitli vesilelerle tecrübe edebileceği bu türden mekânsal anlam kayıplarının ötesinde, düşünce tarihi yazımının şaşırtıcı bir biçimde kanıksadığı zamansal içe çöküşler mevcuttur. Yaklaşık on dört yüzyıllık İslam düşünce tarihinin nasıl olup da, yalnızca Gazâlî öncesi ve sonrası ya da İbn Rüşd öncesi ve sonrası gibi iki ayrı dönemle tanımlanabilecek bir biçimde ele alınabileceği sorusu henüz yeterli ciddiyetle sorulmuş değildir. İslam düşünce tarihinin ya Antik-Helenistik felsefeye ya da on yedinci yüzyıl sonrasında gerçekleşen bilimsel devrimlerin oluşturduğu yeni duruma nispetle ele alınarak bir tür ilerleme-gerileme dikotomisine hapsedilmek suretiyle değerlendirildiği bu çerçeve, düşünce tarihi yazımını on ikinci yüzyıl sonrasına karşı körleştirmiştir. Sadece Batı dillerinde değil, aynı zamanda Arapça, Türkçe, Farsça ve Urduca gibi dillerde de tekrar edilen bu kaba dönemlendirme için on ikinci yüzyıl ile yirminci yüzyıl arasında yer alan evre hep aynı karakteristik öğeyi paylaşır: Gerileme, çöküş ya da bozulma. Bu bakış açısından, on üçüncü yüzyılla on beşinci ya da on altıncı yüzyılla on yedinci yüzyıl arasında herhangi bir fark bulunmaz. Dolayısıyla Fahreddîn Râzî (ö. 666/1210), Ali Kuşçu (ö. 879/1474), Taşköprîzâde (968/1561), Kâtip Çelebi (ö. 1067/1657) ve hatta Yanyalı Esad Efendi (ö. 1141/1731) ya da Gelenbevî (ö. 1205/1791) aynı sepete konularak, benzer dönemsel karakteristikleri paylaşan figürler olarak değerlendirilir. Bu durum düşünce tarihi açısından hesabı verilmemiş bir genelleme yaratarak İslam düşünce geleneğini kendi iç dinamikleri açısından değerlendirme imkânını ortadan kaldırır ve seçtiği haricî değerlendirme kriterleri dolayısıyla büyük zamansal içe çöküşlere neden olur. Dönemler, onları bir önceki dönemden ayırt eden karakteristik dönüşümlerle belirlenir ve bu dönüşümün tamamlandığı düşünülen evrelerde yerini bir başka döneme bırakır. Dolayısıyla tek bir dönemden bahsetmek orada yeni bir dönemin bulunmasını mümkün kılacak hiçbir dönüşüm bulunmadığını söylemek anlamına gelir. Bu durum sadece teorik ve problematik dönüşümleri takip eden düşünce tarihçisinin bahse konu yüzyıllara yalnızca göz ucuyla bakmasına neden olmaz, daha tahripkâr bir biçimde düşünen zihinlerin bugünü doğuran büyük dönüşümlere körelmesine ve anakronik teşebbüslerle köken bulmaya teşebbüs ettiği her seferinde köksüzleşmesine sebebiyet verir.
İslam Düşünce Atlası zamansal ve mekânsal içe çöküşlerden kaçınmamızı mümkün kılacak bir biçimde, İslam düşünce tarihine dair bütüncül bir okuma önerisi olarak öne çıkar. Bu amaçla bir yandan elinizdeki kitapta gördüğünüz bölümsel sıra düzeninde yansıtılan kapsamlı değişkenler üzerinden, diğer yandan Atlas’ın göstermeyi amaçladığı ilişkilerin dinamik yapısının keşfine imkân veren web tabanlı programlar üzerinden (www.islamdusunceatlasi.org) İslam düşünce tarihini bütüncül bir bakışla yeniden ele alır. Kitap bu amacı gerçekleştirmek üzere sekiz temel bileşen üzerine inşa edilmiştir: Dönemler, alan yazıları, bilgin maddeleri, kitap haritaları ve onları takiben kurum, mimari eser ve şehir maddeleri. Buradaki bileşenlerin, kendisi üzerinde hayatiyet kazandığı tarihî ve kültürel coğrafyayı gösterecek bir biçimde mekân bilincini somutlaştırmayı amaçlayan farklı türden haritalar ise Atlas’ı oluşturan nihai unsura tekabül eder.
*
Atlas’ın omurgasını teşkil eden dönem ve alan yazıları, zamansal sürekliliği ve bu süreklilik içerisinde taşınan dönüşümleri dikkate alarak tespit edilmiş dört dönem yazısı ve İslam düşüncesindeki nazarî disiplinlerin bu dönemlerde kazandığı temel özellikleri anlatmayı amaçlayan yazıları ifade eder. Aynı zamanda Atlas’ın dört bölümüne karşılık gelen dört dönem, İslam düşünce tarihini şu evreler içerisinde ele alır: 1) Klasik Dönem (I/VII. – V/XI. asırlar), 2) Yenilenme Dönemi (VI/XII. – X/XVI. yüzyıllar), 3) Muhasebe Dönemi (XI/XVII. ve XII/XVIII. yüzyıllar) ve 4) Arayışlar Dönemi (XIII/XIX ve XIV/XX. yüzyıllar). Bu dönemler belirlenirken İslam düşünce geleneğindeki nazarî disiplinlerin konu, problem, bölümsel sıradüzeni ve yöntem açısından süreklilik ve dönüşümleri temele alınmıştır. Burada nazarî disiplinlerle kastedilen şeyin sınırlarını, Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin (ö. 816/1413) Levâmi‘u’l-esrâr Haşiyesi’nde işaret ettiği ve daha sonra Taşköprîzâde’nin Miftâhu’s-sa‘âde’siyle klasikleşen yorum belirler. Buna göre İslam düşünce geleneği içerisinde hakikati arayan zümreler Meşşaî felsefe, İşrakî felsefe, kelam ve tasavvuf olarak belirlenir. Dinî ilimlere ilkelerini veren “temel bilim” olarak kelam için mevcutlara ilişkin soruşturmada bir yönteme dönüşen dil bilimleri ve bir ölçüye kadar usul de dönemlendirmenin ve Atlas’ın sınırları içerisine dahil edilmiştir. Dönemler için seçtiğimiz terimler, değer bağımsız bir şekilde ve herhangi bir ilerleme-gerileme durumunu tespit arzusundan uzak, İslam düşünce geleneğini kendi iç dinamikleri açısından ele alma çabasını yansıtır. Bu itibarla “Yenilenme” ifadesinin, nazarî disiplinlerin konu, problem, bölümsel sıradüzeni ve yöntem açısından geçirdikleri yenilenme sürecini tasvir ettiğini ve bu sürecin değeriyle ilgili herhangi bir ima taşımadığını belirtmekte fayda vardır. Aynı dikkat diğer dönemleri anlatan terimlerin seçiminde de sürdürülmüştür.
Okuyucunun bir dönemin hangi temel özelliklere sahip olduğunu kolaylıkla görebilmesi ve o o dönemi anlatan bölümde yer alan başlıkları bütüncül bir biçimde takip edebilmesi için her bölümün başında, söz konusu dönemi anlatan snopsislere yer verilmiştir. Bu snopsislerde, dönem boyunca gerçekleşmiş önemli tarihi-kültürel hadiseler, üretilmiş temsil kabiliyeti yüksek sanatsal ürünler ve o dönemde yaşamış öne çıkan bilginler zamansal bir süreklilik mantığı içerisinde aktarılmıştır.
Her bölümde dönem yazılarını takiben, özel olarak bilimsel disiplinlerin bazen de daha genel bir biçimde belirli bir alanın o dönemde öne çıkan temsilcilerini, tartışılan temel meseleleri, telif edilen ana metinleri ve alanla ilgili önemli dönüşümleri tasvir eden alan yazıları yer almaktadır. Dönem fikrinin eşlik ettiği bu metinler, İslam düşünce tarihini aynı zamanda bilimsel disiplinlerin konu, problem, yöntem ve bölümsel tertip açısından dönüşümlerini dikkate alacak bir biçimde telif etmenin bir yolunu önermektedir. Bu bölümler İslam düşünce tarihi için anlamlı bir dönemlendirmenin aynı zamanda bilimsel disiplinler içerisindeki ekolleşmeleri de hesaba katması gerektiği yönünde güçlü bir ima içerir. Sözgelimi Yenilenme Dönemi’nin doğru bir tasviri için, felsefî geleneğin İbn Sînâcılık ya da İşrâkîlik altında veya kelamın Yeni-Eş‘arîlik’le elde ettiği yeni görünümlerin dikkate alınması gerekir. Benzer şekilde dönüşümlere dayalı dönemlendirme mantığı içerisinde yeni ekolleşmelerin tespit edilebildiği evreler, aynı zamanda yeni bir dönem ya da alt dönemin mevcudiyetini haber verir. Bu bakımdan bilimsel disiplinlerin farklı ekolleşmeler aracılığıyla geçirebileceği problematik dönüşümler, yöntemsel revizyonlar, kapsam bakımından genişleme veya daralmaları tespit edebilmenin düşünce tarihi açısından hayati bir önemi haiz olduğunu vurgulamak gerekir.
Alan yazıları ertesinde, Yenilenme Dönemi’nden başlayarak, belirli yerlerde ilgili alanın temel metinleri ve bunlar üzerine yazılar şerhlere yer verilmiştir. Kitaplar haritası olarak değerlendirilebilecek bu kısım, İslam düşünce tarihini metin gelenekleri üzerinden tanıtmayı amaçlayan bir yöne sahiptir. Bu amaç etrafında söz konusu geleneğin metin, şerh, haşiye ve talikler etrafında oluşan karakteri göz önünde bulundurularak; kelam, felsefe, mantık, tasavvuf ve matematik bilimler gibi alanlar, bu alanlara ait ana metinler ve bu metinler üzerinden oluşmuş kitap gelenekleri üzerinden tanıtılmıştır. Bu kısımda yer alan metinlerin ilgili alanın temel literatürünü veya belirli bir metin üzerine yazılmış şerhleri tüketmek gibi bir amacından ziyade, belirli açılardan metinsel sürekliliklere dikkat çekmek gibi bir gayesi vardır. Hemen her problematik dönüşümün arkaplanında yatan terminolojik süreklilikler ve kavramsal dönüşümleri ya da kavramsal süreklilikler ve terminolojik dönüşümleri keşfedebilmenin neredeyse yegâne yolu, metinlerin çoğu zaman diyalektik bir ilişki içerisinde yeniden üretildikleri şerh ve haşiye literatürünü takip etmekten geçer. Bazen bilimsel disiplin içi revizyonları doğuran bu dönüşümler, ancak bir İbn Sînâ şarihine dönüşen kelamcının ya da Râzî şarihine dönüşen bir İbn Sînâcının şerh ya da haşiyeleri üzerinden takip edilebilir hale gelir. Dolayısıyla bu bölümler bir yandan metinsel sürekliliklere dikkat çekmeyi amaçlarken, diğer yandan bazen farklı dönemlere uzanan bir süreç boyunca üzerine şerhler yazılmış metinlerin nasıl olup da kavramsal dönüşümlerin temel mecrası haline gelebildiğini ima eder.
Atlas’ın en önemli kısımlarından birini teşkil eden bilgin maddeleri, alan yazıları ve kitap haritalarını takiben gelir. Tasvirî bir hüviyet arz eden ve ansiklopedik bir karakter içerisinde telif edilmiş bu maddeler, bilimsel disiplinler ya da alanların belirli bir dönemdeki gelişimini düşünürler ve yazdıkları metinler üzerinden takip edebilmek üzere kurgulanmıştır. Söz gelimi Klasik Dönem’de yer alan kelam disipliniyle ilgili alan yazısı ertesinde bu dönemin öne çıkan kelamcıları, Yenilenme Dönemi’nde yer alan kelam disipliniyle ilgili alan yazısı ertesinde ise o dönemin öne çıkan kelamcılarına yer verilmiştir. Böylece okuyucu herhangi bir bilimsel disiplinin farklı dönemlerdeki gelişimini sadece alan yazılarında tasvir edilen genel çerçevesi üzerinden değil, aynı zamanda o disiplin içerisinde eser veren bilginler üzerinden de takip etme imkânı bulacaktır. Her biri kendi içinde kronolojik bir biçimde sıralanan bilgin maddelerinin seçiminde, bilimsel disiplinlere kurucu katkılar yapmış ya da bu kurucu katkıları geliştirerek ileriye taşımış düşünürler dikkate alındı. Kuşkusuz söz konusu maddeler bu denli geniş bir zaman dilimini, eserde yer alan dört yüzü aşkın bilgin maddesi üzerinden kuşatabilme iddiasında değildir. Diğer taraftan özen göstermeye çalıştığımız hususlardan biri de bilginlerin tespitinde Dâru’l-İslâm’ın farklı coğrafi ve kültürel havzalarının ihmal edilmemesiydi. Yine de maddelerin ve genel olarak Atlas’ta yer alan yazıların uzandığı havzaların, yazarların ilgileri ve mevcut literatürle sınırlanmış olabileceğini ilave etmek gerekir. Önem verdiğimiz bu hususla ilgili görülebilecek eksiklikleri, dikkatli okuyucularımızın da katkılarıyla telafi etmekten memnuniyet duyarız.
Okuyucu, dönemler içinde yer bulan alan yazılarıyla da ilişkili olarak, bilgin maddeleri arasında edipler, musikişinaslar, şairler ve hattatları da görecektir. Bu durum, düşünce tarihi ile sanat tarihinin birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği yönündeki kabulümüze dayanır. Kuşkusuz sanat tarihiyle ilgili bir dönemlendirme, müracaat edeceği farklı kriterler itibariyle düşünce tarihiyle her zaman örtüşmez. Bununla birlikte düşünce tarihinin farklı dönemlerinin sahip olduğu her türden hususi yönelim, çoğu zaman sanat eserlerinde de takip edilebilir. Sözgelimi Osmanlı Ülkesi için Muhasebe Dönemi’nin kadime nispetle mevcudu muhasebe eden on yedinci yüzyıl yönelimini Sultanahmet Câmii’nde görebileceğimiz gibi, mevcudu cedîde nispetle muhasebe eden on sekizinci yüzyıl yönelimini ise Nuru Osmaniye Câmii’nde görebiliriz. Dahası sanatın düşünce tarihindeki çeşitli yönelimleri yansıtmanın ötesinde, bizzat düşünceyi kendine mahsus formlar dahilinde taşıyan bir yönü vardır. Dolayısıyla İslam Düşünce Atlası için bu tutum, düşünce tarihini sanat tarihiyle birlikte okuma yönünde bir teşebbüs olmanın ötesinde sanat tarihini düşünce tarihi olarak okuma yönünde bir davettir.
Kitapta yer alan unsurları, İslam Düşünce Atlası’nın web sitesiyle ilişkilendiren bir öğe bazı bilgin maddelerinin sonunda yer alan karekodlardır. Okuyucu bu karekodları uygun araçlarla okutmak suretiyle, ilgili bilgine dair Atlas’ın web sitesinde yer alan kısa video sunumlarını izleyebilir.
Bilgin maddelerini takiben alan yazılarıyla doğrudan ya da dolaylı bir biçimde ilişkilendirilmiş kurum, mimari eser ve şehir maddeleri gelir. Söz gelimi Klasik Dönem’de yer alan Kelam disiplinine dair alan yazısıyla irtibatlı olarak okuyucu, kelam geleneğinin oluşumunda önemli bir rolü olan imamet tartışmalarını somutlaştıran hilafet kurumuyla karşılaşacaktır. Benzer şekilde edeb ve dilbilimleriyle ilgili bölümde, edeb geleneğini taşıyan önemli kurumlardan biri olan divan teşkilatını görecektir. Aynı şekilde Yenilenme Dönemi kelam geleneğini alan yazısı ve bilginler üzerinden takip ettikten sonra, bu geleneği taşıyan medrese kurumunu onunla ilişkilendirecektir. Kurumlar İslam medeniyetinin taşıyıcı yapısal bileşenlerine karşılık gelirler. Bir kurumun ortaya çıkışı, sadece siyasi-toplumsal yapılardaki büyük gelişmelerle değil düşünce tarihindeki önemli tartışmalar ve gelişmelerle de ilgilidir. Bu bakımdan medrese, tekke, şifahâne, rasathane veya vakıf gibi kurumlar, sadece bilginlerin ürettiği düşüncelerin yansımalarına sahip olmazlar, aynı zamanda bilginlerce üretilen düşünceyi çok çeşitli biçimlerde taşıyan ve yönlendiren yapısal olarak kendilerini gösterirler.
Mimari eserler düşünce tarihinden bağımsız düşünülmeleri mümkün olmayana yapılardır. Sözgelimi Tebriz’deki Şenb-i Gâzân, Semerkant’taki Registan, Buhara’daki Pây-i Kâlân, Herat’taki Gevherşâd Hatun, İstanbul’daki Fâtih ve Süleymaniye külliyeleri yapıları ve işlevleri itibariyle Azerbaycan, Mâverâunnehir, Horasan ve Bilâd-ı Rûm havzalarındaki felsefî-bilimsel hareketliliği hem yansıtır hem de taşırlar. Yapı ve işlev itibariyle taşıyıcı rollerinden ayrı olarak mimari serler, düşünce tarihindeki gelişmeler ve oluşan yeni perspektiflerle birlikte bizzat düşünceyle karşılıklı etkileşime giren unsurlardır. Bu nedenle mimari yapıların çeşitli açılardan tasvir ve tahlili düşünce tarihi yazımını tamamlayan önemli bir öğe olarak değerlendirilmelidir.
Şehirler sadece bilginler, kurumlar ve mimari yapılara sahiplik eden merkezler değildir. Onlar hem bu unsurlarla oluşan hem de onları doğurarak besleyen canlı yapılardır. Bu açıdan bakıldığında şehirlerin ve temel coğrafi-kültürel havzaların, üretilen düşünceye rengini verecek derecede entelektüel hayata müdahil olduğu görülür. Mâverâunnehir ve onu oluşturan Buhara, Semerkant, Şâş gibi şehirler ya da Bilâd-ı Şâm ve onu oluşturan Dımaşk, Kudüs ve Halep gibi şehirler İslam düşünce tarihinin temel aktörleri arasında yer alır. Dolayısıyla düşünce tarihini, ona rengini veren şehirler ve havzalardan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu yönüyle şehir maddeleri İslam Düşünce Atlası’nın temel unsurları arasında yer alır. Şehir maddelerinin yerleşiminde, şehirlerle ekoller ya da bilimsel disiplinler arasındaki ilişkilere hususi bir dikkat atfedilmiştir. Bu bakımdan Klasik Dönem’de edeb ve dil bilimleriyle ilgili alan yazısı ve bilgin maddeleri ertesinde, bu dönemde dil bilimlerinin gelişimi açısından farklı ekollere sahiplik eden Kufe ve Basra şehirleri gelir. Bu şehirler dil bilimleri tarihinde o kadar önemli bir yere sahiptir ki, en önemli iki dilbilim okulu, Kûfiyyûn ve Basriyyûn şeklinde, söz konusu şehirlere nispetle adlandırılmıştır. Benzer şekilde felsefî ilimler Klasik Dönem’de Bağdat’tan, Yenilenme Dönemi’nde Semerkant, Merâga ya da Halep’ten bağımsız düşünülemez. Bu bakımdan şehirlere, şu ya da bu dönemde en çok ilgili oldukları düşünülen disiplinler ve alanlarla ilişkilendirebilecek bir biçimde yer verilmiştir. Bununla birlikte İslam tarihinin hemen her açıdan merkezî rolünü daima koruyan kurucu şehirleri ya da belirli bir dönemde ilim ve kültür hayatının tüm yönlerini besleyip geliştiren merkez şehirleri bulunur. Medine, Bağdat, Dımaşk, Kudüs, Kahire, İstanbul, Şiraz ya da Semerkant gibi şehirler İslam medeniyetini her açıdan taşıyan şehirlerdir. Basra, Nişabur ya da Herat gibi şehirleri ise hususen şu ya da bu alanla ilişkilendirmeksizin, dönemin hemen tüm kültürel unsurlarını besleyip geliştiren merkezler olarak değerlendirmek gerekir.
İslam Düşünce Atlası’nın ayırt edici hususiyetlerinden biri haritalardır. Haritaların buradaki en önemli amacı düşünceyi taşıyan zaman-mekânsal koşulları serimlemektir. İDA düşünce tarihi yazımını coğrafyaya davet ederek, belki de ilk defa, İslam düşünce tarihini neşv u nema bulduğu coğrafya üzerinden anlamaya çalışıyor. Dönemlere, havzalara, dönemsel ayrımları gözeterek temel nazarî disiplinlere, bu disiplinler içinde ürün vermiş bilginlerin mekânsal konumlarına ve seyahat yollarına, yer yer düşünce tarihinin aktörü konumuna yükselen şehirlerin ilmî açıdan merkezleşme süreçlerine ve düşünce tarihini etkileme gücü bulunan siyasi-tarihi kırılmalara ilişkin bu haritalar, içerdikleri farklı değişkenler üzerinden, umumiyetle tek boyutlu bir biçimde ilerleyen İslam düşünce tarihi okumalarına zaman ve mekân boyutlarını ilave ederek derinlik kazandıracaktır. Bu haritalar bize sadece düşüncenin yolları ve mekânlarını görme imkânı vermekle kalmayacak, aynı zamanda tarihsel ve coğrafi hafızamıza dair tutarlı ve bütüncül bir bakış elde etmemizi sağlayacaktır. Bu yönüyle haritalar sadece geçmişe değil, bugüne dair de güçlü işaretler barındırır. Haritalar aracılığıyla gördüğümüz şeylerden biri Dâru’l-İslâm’ın ulema için siyasi sınırların ötesinde yekpare bir coğrafya olduğudur. Bunun en önemli göstergesi ulemanın şehirler ve havzalar arasındaki seyahatleridir. Günümüz ölçeğinde sınırları gittikçe daralan entelektüel coğrafyamızla karşılaştırıldığında, ulemanın coğrafyasının derinlik ve genişliği Dâru’l-İslâm’ı yeniden düşünmek için ilham verici bir başlangıç noktası sunuyor.
Yukarıda kısaca tasvir edilen başlıklar aracılığıyla İslam Düşünce Atlası’nın başarmayı amaçladığı en önemli şey; her türden maddî ve manevî unsuruyla anlamlı bir küre olarak hayatiyetini sürdürmüş İslam düşünce geleneğinin, çeşitli sebeplerle dağılmış ve küreye nispeti yeniden inşa edilmeksizin gerçek anlamlarını keşfetmekten aciz kaldığımız parçalarını yeniden bir araya getirmektir. Düşünce tarihinde nereye oturduklarını sormayı bile ihmal ettiğimiz düşünürlerin, ekollerin, metin geleneklerinin, kayıp yüzyılların, katmanlar halinde içe çekilmiş şehirlerin, inşa edici yolların, yabancılaştığımız mimari yapıların, hükmünü hâlâ sürdürdüğü halde yapay sınırlarla baskıladığımız coğrafi-kültürel havzaların, unutulmaya yüz tutmuş kurumların ve her türden anlam ve açıklama arayışımıza ancak fragmental bir biçimde eşlik eden kültürel hafızamızı inşa eden temel unsurların yeniden bir araya getirilmesi; sadece düşünce geleneğimizin gerçekten neye benzediğini göstermekle kalmayacak, “yeniden kurarken” bizi de kuracaktır.