Bir medeniyetin doğuşu ve kendisinden öncekilerden ayrışması/farklılaşması medeniyetin kimliğini belirleyen şu üç unsur çerçevesinde gerçekleşir: Tanrı tasavvuru, tabiat tasavvuru ve insan/toplum tasavvuru. Bu üç alandaki tasavvur insan-tanrı, tanrı-tabiat ve insan-tabiat arasındaki ilişkileri şekillendirmekte ve böylece bir medeniyet ontolojik karakterini kazanmaktadır. Bu üç tasavvurdan ilk ikisi bir medeniyetin oluşumunun dikey (tanrı ve tabiat tasavvuru) eksenini oluştururken ve üçüncüsü yatay (insan ve toplum tasavvuru) ekseni meydana getirmektedir.
Aliya İzzetbegoviç’in tasnifinden[1] yola çıkıp bu üç tasavvur çerçevesinde medeniyetlerin karakterinin üç farklı biçimde şekillendiğini belirtebiliriz. Bunlardan birincisi mistik ve ruhçu tanrı ve tabiat tasavvurunun ortaya çıktığı ve ana gelişim alanını Doğu Asya ve Hint alt kıtasında bulan Doğu medeniyetidir. Bu medeniyet tabiatüstü veya ötesi bir tanrı tasavvuruna sahip değildir; tanrıyı ve dolayısıyla insanı tabiatın bir parçası olarak görür. Tabiatın belirleyici olması dolayısıyla burada tanrı doğadaki olaylar veya varlıklarla özdeşleştirilmiştir. Tabiat merkezli bu maneviyatçı medeniyetin temel yönelimi uyumdur. Maddeden ziyade mana, değişimden ziyade düzen, bireyden ziyade toplum esastır ve belirleyicidir. Burada maddi olan arızidir, aslolan manevi olandır. İçe dönük bir medeniyet ortaya çıkan Doğu medeniyetinde döngüsel bir zaman tasavvuru (yeniden doğuş) ile birlikte tarih bir kadere dönüşür.
İkinci medeniyet tasavvuru ise birincisinin karşıtıdır. Temelde maddeci olan bu medeniyet tabiatüstü bir tanrı tasavvuruna sahiptir. Ancak maddeci yönelimlerinden ötürü bu tanrı insan biçimlidir (anthropomorphic) ve insani özellikler taşımaktadır. Manayı ihmal eden ve önemsizleştiren, maddeyi merkeze alan ve mutlaklaştıran bu tasavvur aynı zamanda insan merkezcidir (anthropocentric). Esas olarak Antik Yunan’dan itibaren Batı’da hayat bulan bu maddeci medeniyet çatışmacı bir form arz etmektedir. İnsanın tanrı ve tabiat karşısında aktif ve özerk bir özne olduğu fikriyle, kendi konumunu kendisinin kazanmasına vurgu yapılmaktadır. İlerlemeci bir zaman tasavvuru ile insanın kendi kaderini kendisinin yaratabileceği ve kendi aklıyla tabiata biçim verip ona hâkim olabileceği düşünülmektedir. Böylece güç merkezli, dışa dönük teknik bir medeniyet ortaya çıkmıştır. Burada, ilerlemeci ve kurtuluşçu bir zaman tasavvuru ile birlikte tarih bir ütopyaya dönüşür.
Uyumcu ve çatışmacı bu iki medeniyetin arasında ise aynen coğrafi konumu ve tarihsel macerasında olduğu gibi “orta” bir yerde duran İslam medeniyeti yer almaktadır.[2] Doğu’nun ve Batı’nın insan biçimli tanrı tasavvuruna karşılık, Müslümanların Tanrı’sı dünya üstü ve ötesi müteal ve mutlaktır. Tenzih sayesinde insan ile tanrının biçimsel olarak mutlak manada ayrılması ve bu ikisinin ayrı ontolojik kategoriler olarak görülmesi; fakat diğer yandan teşbih sayesinde Tanrı’nın âleme müdahil olması, İslam’ın, insan ve tanrı arasındaki ilişkiyi uyum ya da çatışma gibi tek boyutlu bir şekilde değil de tevhîd içerisinde birlik kazanan iki boyutlu bir şekilde tasavvur ettiğini gösterir. İnsanın tabiatla olan ilişkisine gelince, Müslümanlar için bu ilişki, ona uyma ya da onu denetim altına alma olarak değil, her ikisini de bünyesinde barındıracak bir biçimde anlama ve dönüştürme şeklinde görülmüştür. Fani olan ile baki olanın birbirinden ayrıldığı bu dünyada insan kaderine karşı gelen veya ona mutlak anlamda itaat eden bir varlık değildir. Aksine insan kaderini aktif bir biçimde hayata geçiren irade ve ihtiyar sahibi bir varlıktır. Böylece tabiat ile ilişkisinde kendisini çevreleyen dünyaya teslim olmamış; aynı zamanda onu kontrol altına alamayacağının da bilincinde olmuştur. Bu yönüyle İslam’ın tabiat ile ilişkisi parçanın bilinebileceği, bütünün ise anlaşılabileceği fikrine dayanmaktadır. İslam medeniyeti İbrahimî tevhidin insani irade, tercih ve eylemleri ihmal etmeyen tanrı merkezli ontolojisi üzerine inşa edilmiş bir vasat oluşturmuştur. Böylece tarihte adına kader de denilebilecek vakaların ve şeylerin tabiatından ötürü sistematik tekrarlar mevcutken; insani irade burada her daim yeni iş ve eylemlere bir imkan oluşturmaktadır. Bu yönüyle helezonik zaman tasavvuru ile birlikte tarihte tekrara dayalı bir gelişme fikri ortaya çıkar. Bu yönüyle tarih kahraman merkezli salt kurtuluşçu bir ütopya olmadığı gibi, insanın anlam yitimine uğradığı mutlak bir kader olarak da görülmez.
Doğu’nun kahramanı Ramayana tabiatın tanrısal düzenine uyum sağlamak ve kaderinin adamı olmak için çabalamakta iken; Batı’nın kahramanı Prometheus tanrılarla çatışmakta ve onların elindeki ayrıcalığı insanlara aktararak kadere yön vermektedir. İslam ise tanrının mesajı ile insanlara rehberlik eden peygamberlik fikri üzerine bina edilmiştir. Peygamber ne Ramayana ne de Prometheus gibi tanrılaşmakta, insan kalarak insani olanın iyileştirilmesine rehberlik etmektedir. Doğu’daki maneviyatçı medeniyet tabiata eklemlenme arayışındayken; Batıdaki maddeci medeniyet tabiatı ele geçirme peşindedir. Bu iki uç da farklı ontolojik tasavvurlar üzerine inşa edilmiş, birbirini reddeden ama aynı zamanda tamamlayan mahiyetlere sahiptirler. Maddeyle manaya tevhid içinde birlik kazandıran İslam medeniyeti tabiatın insani fayda için istimalini temele almıştır.
İki aşırı tutum ve davranış arasındaki orta hal anlamına sahip olan itidal, İslam’ın düzen fikrinin temelini teşkil etmektedir. İtidal ile aynı kökten gelen adalet kavramının her düzeyde temel bir hareket noktası olması bu sebeple çok önemlidir. İslam medeniyeti mutedil karakteri ile birbirine zıt uçlarda bulunan ve birbirine tercüme edilmesi güç maneviyatçı-maddiyatçı, uyumcu-çatışmacı medeniyetlerin birikiminin birbirine aktarılmasını sağlayan bir vasat oluşturmuştur. Böylece medeniyetlerin oluşumuna ve ana karakterlerine göre İslam’ı dünya tarihine yerleştirdiğimizde onun tek boyutlu uçları çok boyutlu bir şekle büründüren birleştirici ve taşıyıcı bir medeniyet olduğunu görürüz.
Medeniyetin hikayesi dış koşulların tehdit ve tahditleri karşısında insan tarafından geliştirilen çözümlerle yakından ilişkilidir. Bir medeniyetin oluşumunda ve gelişiminde biri dikey diğeri de yatay olmak üzere iki eksen bulunmaktadır. Dünya tarihindeki beşeri gelişimin dikey eksenini toplumların yeni bilgi ve düşünce kaynaklarına erişimini temellendiren tanrı ve tabiat tasavvuru oluşturmaktadır. Nübüvvet bu anlamda toplumlar için dönüştürücü ve geliştirici bir etki oluşturmaktadır. Beşeri gelişimin yatay ekseninde ise diğer topluluklarla etkileşim, bilginin üretimi ve teknik-maddi gelişmeler bulunmaktadır. İbn Haldun’un tabiri ile insanoğlu yeryüzünde ihtiyaçlarını daha iyi bir şekilde giderebilme ve daha rahat yaşayabilme arayışındadır.[3] Bu arayış, bir araya gelmeyi, bir işbölümü içerisinde birlikte çalışmayı ve sosyal bir düzen inşa etmeyi getirmektedir. Bu süreçte medeniyetlerin gelişimi birçok başka unsurla birlikte, hususen yeni bilgilere ve tekniklere erişim ile gerçekleşmektedir. Bu aynı zamanda küçük, basit ve yalıtılmış topluluklardan büyük, mürekkep ve dışa açık toplumlara doğru gelişimin de seyrini oluşturmaktadır.
Dünya tarihinde medeniyetlerin gelişimi birbirinden kopuk bir şekilde gerçekleşmez. Medeniyetler birbirinden yalıtılmış gelişim güzergahlarına da sahip değildir. Medeniyetin belirli bir kapalı havzada diğer insan toplulukları ile herhangi önemli bir etkileşime girmeksizin geliştiğine dair düşünce modern batılı medeniyetin kendi gelişimini açıklarken ortaya koyduğu saflık fikrinin bir yansımasıdır. Aslında medeniyetler dünya tarihinde bir tespihin taneleri gibi peş peşe, ardı sıra gelmezler; ancak birbirinden kopuk da değildirler. Aksine bir ebru teknesi yüzeyindeki renklerin çeşitli harekete geçirici etkenler neticesinde karışıp yeni biçimler oluşturması gibi medeniyetler de hem zamansal hem de mekânsal olarak birbirleri ile etkileşim içindedirler; zamanla birbirlerine karışırlar ve yeni medeniyet tecrübeleri ortaya çıkar. Dünya tarihinde diğer toplumlardan yalıtık olduğuna inanılan bozkır, çöl, orman ve ada medeniyetleri dahi mutlaka başkaları ile az ya da çok bir temas ve etkileşim içerisinde olmuştur ve bu temas onların kendilerini kurmalarında önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda bu etkileşimin biçimi ve derecesi medeniyetlerin dünya tarihindeki yerini ve önemini etkileyici bir mahiyet arz etmektedir. Daha fazla medeniyet birikimiyle yüzleşen ve faydalanan medeniyetler daha kalıcı ve yaratıcı etkiler meydana getirebilmiştir. Dolayısıyla bir medeniyetin merkezinin coğrafi konumu ve medeniyetin diğerleri ile münasebet biçimi, bu etkileşimin tipi ve düzeyini belirlemede önemlidir. Bununla birlikte İslam medeniyeti söz konusu olduğunda bu durum ayrı bir önem kazanmaktadır; zira İslam medeniyetinin doğduğu ve kendisini kurduğu Mezopotamya, insanlığın beşeri ve manevi macerasının da şekillendiği yerdir.
Medeniyetin gelişimi bakımından dünya tarihinin üç dönemi bulunmaktadır. İnsanlık tarihindeki birinci dönem Adem ile başlayan ve Hz. İbrahim’e kadar gelen klan, kabile, topluluk gibi daha kapalı ve doğal birliktelikler içerisinde yaşamın sürdüğü devredir. Bu dönemi insan toplumlarının mahiyeti açısından topluluk çağı olarak adlandırabiliriz. Bu dönemde topluluklar coğrafyanın oluşturduğu sınırlar içerisinde varlıklarını sürdürmektedir ve birbirleriyle etkileşimleri sınırlı düzeydedir. Yeryüzünün bugünkü fiziki ve beşeri biçimini alması uzun bir dönemde gerçekleşmiştir. İnsanlar başlangıçta Afrika’da ekvatoral kuşakta yaşamaktaydılar ve yeryüzünün fiziki imkanları onların buradan çıkıp yayılmasına imkan vermiyordu. 75.000 yıl önce Toba yanardağının patlaması ile birlikte Atmosferin küllerle kaplanması sonucu büyük bir soğuma dönemi başladı. Bir dizi coğrafi değişimin yaşandığı bu dönemde insanlar ekvatoral kuşağa sıkışmış bir biçimde var oldular. 50.000 yıl önce başlayan sıcak ve nemli dönem 5.000 yıl sürdü. Yeni iklim koşulları Bereketli Hilal koridorunu açtı ve önce Hindistan’dan sonra da Afrika’dan Bereketli Hilal’e göçler başladı. Bu dönemde Anadolu ve Balkanlar üzerinden göçler kuzeye de devam etti ve insanlık yeryüzüne yayılmaya başladı. 22.000 yıl önce yeryüzü yeni bir soğuma evresine girdi. Yeryüzündeki insan grupları arasındaki teması yeniden koparan bu buzullaşma farklı kıtalarda her bir grubun farklı şekillerde kültürlenmesinin de temelini oluşturdu. Paleolitik çağ olarak adlandırılan bu dönem boyunca insanlar, avladıkları hayvanlar başta olmak üzere yabani sebze ve meyvelerle besleniyorlardı. Henüz tarım olmadığından gıda üretimi ve yerleşik yaşam düzeni yoktu. Bu buzul dönemi 12.000-10.000 yıl önce tamamen sona erdi. Buzların erimesi ile deniz seviyesi bugünkü biçimini aldı. Yeryüzü bugünkü fiziki coğrafyasını kazandı. 6.000 yıl boyunca iklim optimizasyonu denilen sıcaklık dengelenmesi yaşandı ve günümüzden 8.000 yıl önce bugünkü iklimler ortaya çıktı. Bu coğrafi iklimsel gelişmelere paralel olarak günümüzdeki beşeri coğrafya da şekillenmeye başladı.[4]
İnsanlığın en uzun dönemi olan bu dönemde toplulukların temel geçim aktivitesi başlangıçta hayvan yetiştiriciliği, akabinde bostan tarımcılığı ve nihayetinde gezginci tarım veya yerleşik tarımın başlangıç halidir. Tabiatın tahditlerini henüz tam anlamıyla aşamamış insan toplulukları için bu dönemde varlığını sürdürmek büyük bir sorundur. Üretimin sürekliliği sorunu ve yaşam koşullarının zorluğu aynı zamanda nüfus sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bu dönemin sonlarına doğru dünya nüfusu en fazla beş milyona ulaşmıştır. Bu toplulukların yerleşimleri dönemin sonunda göçebe veya yarı göçebe kırsal yerleşmelerden zamanla köy yerleşmelerine doğru evrilmiştir.
İnsanlık tarihindeki ikinci dönem ise teknik gelişmelerle tabiatın beşeri yaşam için oluşturduğu bazı tahditlerin aşılması ile birlikte Mezopotamya’da ortaya çıkan siyasal birlik (devlet) dönemidir. Birinci aşamadan ikinci aşamaya geçişte iki ara kademe bulunmaktadır: yerleşik yaşama geçiş ve şehirlerin ortaya çıkışı. Yaklaşık 12.000 yıl önce büyük buzul çağının sona ermesi ve yeryüzünün yerleşmeye ve harekete daha uygun bir hal almasıyla birlikte bugünkü beşeri coğrafya ortaya çıkmaya başladı. Coğrafi-iklimsel kısıtların azalması ile birlikte insan topluluklarının hareketlilik imkanları arttı. Bu aynı zamanda özellikle Akdeniz şeridinden başlayıp Anadolu üzerinden Azerbaycan’a ve nihayet oradan Çin’e kadar uzanan orta kuşakta insanların daha kalabalık bir biçimde yaşamalarına müsait bir iklimin ortaya çıkışını da göstermekteydi. Böylece MÖ 10.000-5.000 yılları arasında uygun sulak vadi tabanlarında önce bostancılık, akabinde gezginci tarım en sonunda da yerleşik tahıl tarımı başladı. Bunu müteakiben MÖ 5.000-1.800 arasında yaşanan ikinci geçişte ise bu yerleşimler büyümüş ve karmaşık sosyal hayatın egemen olduğu şehirler meydana çıkmıştır.
Bu dinamik ile birlikte MÖ 3000’lerde tuncun ve MÖ 1.800 civarında demirin Mezopotamya’da kullanılmaya başlanması ile tarım ve şehirler artık yepyeni bir karakter kazandı. Böylece beşeri ihtiyaçların daha kalıcı bir şekilde çözülebilmesi temelinde sosyal yapının iş bölümüne dayalı olarak organizasyonu söz konusu oldu ve nüfus sorunu ciddi bir biçimde aşılmaya başlandı. Bu değişimler boyunca toplayıcılıktan bostancılığa ve akabinde gezginci tarımdan yerleşik tarıma geçilirken homojen topluluklardan (klan, kabile, boy) bünyesinde farklılıkları ve çeşitlilikleri barındıran bir siyasal birliğe dönüşüm yaşanmıştır. Zira bu tür farklılıkları bünyesinde barındıran kalabalık nüfusun bir arada yaşaması ancak geniş çaplı bir siyasi organizasyon ile mümkün idi. Fârâbî’nin tabiri ile bu şehirler zamanla bir “Medinetül-Cemaiyye” karakteri kazanmış ve bir şehirler topluluğuna dönüşmüştür.[5] Başlangıçta MÖ 4.000 civarında askeri ve köleci bir devlet olarak ortaya çıkan Mezopotamya imparatorlukları MÖ 1800 civarında sivil bürokratik tarım imparatorluklarına dönüştü. Bunun en önemli göstergesi askeri denetimi ve gücü hakimiyetinin temeline alan Sümer İmparatorluğundan sivil bürokratik gücü ve ticari genişlemeyi idaresinin eksenine alan Babil İmparatorluğuna geçiştir.
Tekrarlamak gerekirse bu ikinci aşamanın temsil ettiği en önemli değişim, beşeri yaşamın yeni bir formu olarak homojen toplulukların heterojen siyasi yapılar içerisinde bir arada yaşamaya başlamasıdır. İçerisinde yeryüzünde konuşulan bütün dilleri barındırdığı rivayet edilen Babil Kulesi’nin ve her halktan insanların sokaklarında gezdiği Babil şehrinin sembolize ettiği şey, farklı toplulukların bir arada yaşayabilmesinin siyasal formudur. Sadece dünyanın farklı yerlerinden toplulukların göç yoluyla geniş Mezopotamya’ya gelmesi değil; aynı zamanda burada birlikteliğinin zeminin oluşumu da insanlık tarihinde yeni bir dönemin başlamasını getirmiştir.[6] Ancak önce hesabı ve iletişimi sağlayan sembollerin; ardından da bu sembollerin gelişimi ile yazının icadı medeniyete sıçrama yaşatan birlikte öğrenmeye ve öğrenileni aktarmaya ciddi bir katkı yapmıştır. Yazı ile birlikte nesiller ve topluluklar arasında bilgi ve tecrübe aktarım imkânı ortaya çıkmış ve artık medeniyet birbirini tetikleyen gelişmeler silsilesi içerisinde bir kartopu gibi büyüyerek gelişmeye başlamıştır.[7]
Coğrafyanın, iklimin, insani hareketliliğin ve yeni bilgi ve tekniklerin gelişimiyle şekillenen bu maddi gelişmeler Mezopotamya’da MÖ 2.000’lerde düğümlenmektedir. Hayatın maddi akışının getirdiği bu yeni sosyal biçime rehberlik eden ilkeler, bu yeni aşamanın kendisinden sonra gelecek gelişmelerini ciddi bir biçimde biçimlendirecek figür olan İbrahim Peygamber tarafından detaylı bir biçimde oluşturulmuştur. Tevhidin babası olan Hz. İbrahim, bereketin, bolluğun, inanç eksenli bir sosyal organizasyonun ve daha da önemlisi farklılıkların bir arada yaşamasının temel ilkelerini misafirperverlik fikri etrafında ortaya koymuştur. Onun, tevhidi yeniden güçlü bir şekilde ortaya koyabilmesinin temelini kendisinden önceki peygamberler gibi sadece belirli topluluklara değil Mezopotamya’da ortaya çıkan yeni beşeri yaşam mucibince tüm insanlığa hitap etmesi oluşturmaktadır.[8] Hz. İbrahim kabileciliğin bittiğini ilan eden figürdür. Böylece ondan sonra gelen bütün peygamberler onun mirası üzerinde hareket etmiştir. Bu sebeple Kur'an’da Hz. İbrahim insanlığın önderi olarak anılmakta (Bakara: 2/124), bugün tüm Müslümanlar kendilerini İbrahim’in milletinden görmektedirler.
Hz. İbrahim, aynı zamanda yukarıda anlatılan değişimler neticesinde Mezopotamya’da ortaya çıkmış olan bereketi ve bolluğu sadece belirli bir grubun çıkarı ve faydasına olacak şekilde değil de adil bir biçimde paylaştırmaya dayalı bir şekilde idare etmenin de temellerini belirlemiştir. Onun herkese açık sofrası ile sembolize edilen misafirperverlik anlayışı, yabancıya ve yoksula açık olmayı temel bir toplumsal bir ilkeye dönüştürmekteydi. Bu ilke, göç yolları üzerinde bulunan Mezopotamya’yı istilacı göçebelerin toplum kurucu bir unsura dönüştüğü bir buluşma ve kaynaşma noktasına çevirecek ötekine açık bir sistemin temelini oluşturmaktaydı. Böylece Mezopotamya, tarihteki beşeri gelişimin üç temel dinamiği olan halkların, fikirlerin ve malların hareketi için bir zemine dönüştü. İbrahim’in bu mirası bir ortak ata olarak iyiliğin, bereketin ve rahmetin figürü olarak zihinlerde korundu.
İbrahim’in mesajının somut bir sisteme dönüştürülmesi misyonunu başlangıçta oğlu İshak ve torunu Yakub üzerinden İsrailoğulları üstlenmişti. Zira onların coğrafyanın en zayıf topluluklarından olmaları, tevhidin adalet prensibinin gerçekleşmesine uygun bir zemin oluşturmaktaydı. İbranileri emsalsiz kılan şey, Eski Ahit’te çok sık vurgu yapılan imparatorluğa ve askeri baskıya karşı süregelen bir köylü başkaldırısıdır. Bu yönüyle onlar Mısır’ın ve Asur’un askeri gücüne karşı yoksul çoban parya halkların temsilcisidirler. Ancak bu özellikleri zamanla onları aynı zamanda dışa kapatan ve kendilerini seçilmiş olarak görmeye iten bazı düşüncelerin de ortaya çıkmasına neden oldu. İsrailoğulları bu duygular etrafında ortaya çıkan kabileciliklerinden ötürü, mustazaf olmaları dolayısıyla seçildikleri kelamın ve adaletin evrenselleştirilmesi vazifesinin gereklerini yerine getirmekte başarılı olamadılar. Davut ve Süleyman Peygamberler ile ilahi mesajın evrenselleştirilmesinde merhale kat edilse de kabileci dini tutuculuk onların diğer topluluklara hitabını zorlaştırmaktaydı.[9] İbrahimî tevhidin insanları birleştirme, adalet ve paylaşma ilkesi etrafında toplulukları çeşitliliğe sahip medeni bir topluma dönüştürme fikrinin İbrani topluluğu içindeki son temsilcisi Hz. İsa’nın mesajı da önce Yahudi din adamlarının kabileci dar yorumlarının oluşturduğu direnişle bir beden bulamayarak sekteye uğramış; akabinde ise Roma’nın imparatorluk dinine dönüşmesi ile birlikte bürokratize olarak daralmıştır. Böylece özü itibariyle evrensel olan ve insanları farklılıkları ile birlikte bir araya toplama amacını güden İsa’nın getirdiği din, Roma’nın elinde tekelci ve dışlayıcı siyasi bir mahiyet kazanmıştır. Hristiyanlığın yaşadığı bu trajik dönüşüm ilahi mesajın sosyal bir beden kazanmadığında ne tür bir sapmaya maruz kalacağını da açık bir biçimde göstermektedir.
Hz. İbrahim’in insanlığa çizdiği ufuk İsmail’in nesebinden gelenlerce hayata geçirildi. Hacer’in siyahi bir köle kadın olması, onun ve çocuğunun sürgün edilmesine neden olmuştu. Ancak Kabe’nin yeniden inşası ve zemzem, İsmail’in kabileleri etrafında toplamasına vesile oldu ve Tevrat’ta ifade edildiği üzere onun soyundan gelenleri büyük bir millet yaptı (Tevrat, Tekvin/Bab21/17-18). İbrahim’in İsmail’den gelme torunu Hz. Muhammed (sav) ondan yaklaşık 2300 sene sonra ilahi hitabı yeniden evrensel hale getirmiştir. İslam, Mezopotamya’da vahiyle birçok kez muhatap olmuş sosyal, siyasal ve iktisadi zemin üzerine kendisini inşa ederek insanlığın içinde yaşamakta olduğumuz üçüncü dönemi olan evrensel toplum aşamasını başlattı.
İnsanlığın gelişiminin üç çağı beşerin medeniyet tecrübesini temsil eden inşa faaliyetinin en yalın hali olarak bir ev yapma fikrini temsil eden Kabe’nin yapımının tarihindeki üç dönüm noktasıyla da kendisini açığa vurur. İlk insan olan Hz. Adem tarafından inşa edilen Kabe, Hz. İbrahim tarafından yeniden yapılmış ve kabilelerin ortak evine dönüştürülmüştür. Konu Kuran’da şu şekilde anlatılmaktadır: Allah uğur, bereket ve hidayet kaynağı olacak bir yeri (Hacc: 22/26-29) insanlara ibadetlerini rahatça yapabilecekleri (Hacc: 22/27) bir binayı inşa etmesi için İbrahim'e ve İsmail'e (Bakara: 2/127) gösterir. Bu bina artık evrensel bir buluşma olan Haccın mekanı ve tevhidin bir sembolüdür. Hz. İbrahim’den yüzyıllar sonra ise Hz. Muhammed binanın tamirinin en önemli anına, Hacerü’l Esved’in yerine konulmasına delalet etmiştir. Böylece insanlığın üç dönemi evin inşası etrafında sembolize edilmektedir.
Bu aşama evrenseldi, zira İslam oluşturduğu vasat ile dünyadaki sabiteleri yıkıp tevhid ekseninde halkların, fikirlerin ve malların serbestçe dolaştığı bir dünya inşa etmişti. Böylece ortaya çıkan yeni sosyal, siyasal ve iktisadi yapılar artık belirli bölgelerin kapalı yerelliğini açan ve aşan bir karaktere sahipti. Daha önce de Mezopotamya’nın kadim imparatorlukları ve onların muadili Asyalı ve Afrikalı siyasal yapılar insanlığın sosyal hareketliliğine zemin hazırlamıştı; ancak bu tecrübe gittikçe kendisini yenileyemeyen tekelci siyasal otoritelerin elinde yozlaşmaya yüz tutmuştu. İslam, bu imparatorlukların üzerine bina edildiği kadim İbrahimî ilkeleri yeniden gün yüzüne çıkarıp, kuru birer adet olmaktan kurtararak harekete geçirici bir unsura dönüştürmüştür. İslam doğduğu çağda bu eski imparatorluk geleneği üzerine bina edilmiş olan büroktarik bir oligarşi haline gelen ve hantallaşan Sasani İmparatorluğu ile İsa’nın mesajını politize ederek araçsallaştıran Bizans İmpratorluğu’nu karşısında buldu. Kuru birer bürokratik aygıta dönüşmüş olan bu imparatorluklar artık sadece tahakküm ile ayakta kalmaktaydılar ve üzerinde kuruldukları coğrafyanın taşıyıcı ve birleştirici niteliğine uygun hareketliliğe, katılıma ve paylaşmaya açık bir sisteme sahip değildiler [10]. Dolayısıyla İslam’ın coğrafyanın insani, fikri ve iktisadi dinamiklerini serbest hale getirici, harekete geçirici söylem ve çağrısı karşısında dünya tarihinde eşine az rastlanır bir biçimde sadece siyasal sistem olarak değil aynı zamanda varlık olarak da ortadan kalktılar.
Dünya tarihinde hiçbir gelişme İslam gibi hemen her boyuttan muharrik olmamıştır. İslam getirdiği değişim dinamiği ile insanlığın yeni çağını başlatmıştır. Artık farklı topluluklar sadece siyasal olarak bir arada yaşamakla kalmamakta; aynı zamanda sınırsız bir dünyanın inşası için birlikte hareket etme imkanı bulmaktaydılar. Önceki aşamada imparatorlukların sağladığı siyasal birliğin imkanlarıyla hareketlenen dünyaya, İslam, getirdiği yeni prensip ve uygulamalarla büyük bir ivme kazandırmış ve her manada beşeri sınırları ortadan kaldırmıştır. İslam’ın halklara, fikirlere ve mallara getirdiği hareketlilik oluşturduğu yeni modelin de evrensel bir mahiyet kazanmasına vesile olmuştur.
İslam ilk olarak statikleşmiş imparatorluklar tarafından kısıtlanan halkların hareketine imkân sağlamıştır. Evvela Arap kabilelerinin Arabistan’dan çıkışı ile başlayan bu hareketlenme, yüzlerce yıl sürecek büyük bir beşeri yeniden şekillenmeyi meydana çıkarmıştır. Dünyadaki tüm halkların birbirine komşu hale geldiği, Afrika’nın, İran’ın, Turan’ın, Asya Bozkırının, Çin’in, Hindistan’ın ve Avrupa’nın halklarının birbiri ile temasa geçtiği bu zeminin temeli, ötekinin kabulü ilkesidir. En somut olarak Arapların, Türklerin, Moğolların, Berberilerin, Sudanlıların, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların ve daha nicelerinin coğrafya değiştirmeleri ile müşahhaslaşan bu hareketlilik neticesinde halklar kendi karakterlerini kaybetmeksizin başkası ile karşılaşma, etkileşme ve karışma imkanına sahip olabilmişlerdir. Halkların hareketliliği aynı zamanda Müslüman dünyada zaman zaman karmaşalara neden olsa da, genellikle siyasal istikrarın, üretimin sürekliliğinin ve sosyal faydanın bir unsuru olarak işlev görmüştür. İslam şehirleri tarih boyunca bu hareketliliğin ve çeşitliliğin dinamik izlerini bünyesinde taşımıştır.
İslam’ın sağladığı vasatın getirdiği bir başka hareketlilik ise fikirlerin serbest dolaşımında kendisini göstermiştir. İbn Haldun’un ele aldığı biçimiyle medeniyetin (umrân-ı hadarî) teşekkülü ile ilimlerin inkişafı arasında doğrudan bir bağlantı bulunmaktadır. Bir medeniyetin gelişiminin başkalarından edinilen bilimlerdeki süreklilikle ilişkisine işaret eden Hodgson İslam’ın medeniyet tecrübesinin de buna dayandığını belirtmektedir. Yüzyıldan daha kısa bir sürede Endülüs’ten Çin’e kadar eski dünyanın ana aksını birbirine bağlayan siyasi gelişmeler, aynı zamanda bu coğrafyalardaki bilgileri, teknikleri ve düşünceleri de akışkan hale getirmiştir. Böylece çok büyük bir gelişmenin önünü açan bu vasat, Yunan felsefesi ile Hint düşüncesini birlikte ele almayı, Afrika sanatı ile Akdeniz mimari geleneklerini birleştirmeyi, Türklerin toplum tasavvuru ile İran yönetim düşüncesini mezcetmeyi mümkün hale getirmiştir. Bu etkileşim ve temas İslam düşüncesinin temel bazı özelliklerini de belirlemiştir. Hodgson’un tabiriyle;
İslamileşmiş toplum, Nil'den Amuderya'ya kadar uzanan topraklarda daha önce yaşamış toplumların sadece doğrudan varisi olmakla kalmayıp, önemli bir ölçüde, onları müsbet bir biçimde devam da ettirdi. İslamileşmiş toplum, nihayette, coğrafya itibarıyla ve beşeri ve maddi kaynaklar açısından, kadim Babillilerin, Mısırlıların, İbranilerin, Farisilerin ve onların değişik komşularının medeni geleneklerinin, özellikle de, zamanında çok daha kadim miraslar üzerine ikame edilmiş olup, İslam'ın gelişinden hemen önceki asırlar boyunca Sami ve İran dillerinde ifadeye kavuşturulmuş olan geleneklerin mirasçısıydı.[11]
İslam düşüncesi evrensel beşeri tecrübenin kurucu ilkeler çerçevesinde birleştirildiği ve yeni biçimler verildiği mahiyetiyle, yeni bir düşünme sistematiği meydana getirmiştir. İslam tarihi, coğrafyalar arası aktarılan ve doğduğu coğrafyadan uzakta hayat alanı bulan çok sayıda fikrin de tarihidir. Örneğin, Türkistan gibi uzak bir coğrafyadan çıkan Hoca Ahmed Yesevi’nin bugünkü ölçüler içinde bile çok uzak sayılabilecek Anadolu ve Balkan coğrafyasında etkiler oluşturması; Afganistan’dan yola çıkan Mevlana’nın Anadolu’nun sembolüne dönüşmesi; Endülüs’te doğan İbn Arabi’nin Bilâd-ı Şâm ve Rûm’da oluşturduğu muazzam etki İslam medeniyetinin bu açık ve akışkan yapısını gösteren en güzel örneklerden bir kaçıdır.
İslam sadece halklara ve fikirlere değil aynı zamanda mallara da büyük bir hareketlilik getirmiştir. Temelde insan ihtiyaçlarının uygun ve en iyi bir biçimde giderilebilmesi prensibi çerçevesinde ticareti kolaylaştıran İslami ilkeler mucibince bazı sosyal bilimciler tarafından bir şark küreselleşmesi[12] olarak dahi adlandırılabilen büyük bir iktisadi entegrasyon dönemi başlamıştır.[13] İslam ile birlikte ticaretin canlanmasıyla kadim şehirler yeniden dirilmiş, pek çok yeni şehir kurulmuştur. Şehirlerin oluşturduğu ticari ağlar İslam imparatorluklarının en önemli özelliklerinden birisidir. Temelde bir kale şehri olmayan İslam şehirleri, özelde pazar yeri ile temsil edilen bir çeşitliliğin ve dinamizmin sembolleştiği yerlerdir. Her dilden ve kökenden insanın bir araya geldiği bu şehirler aynı zamanda kültürel ve fikri alışverişlerin de gerçekleştirildiği yerlerdir. Böylece aynı zamanda dünya üzerinde ticari aktivitenin çeşitlenmesi ile üretim imkanlarının tetiklendiği ve geniş bir refah zemininin ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu yönüyle malların serbest hareketi ile insan toplulukları arasında bir refah üretimi ve paylaşımı sistemi de kurulmuştur. Halkların ve fikirlerin serbest dolaşımı ile birlikte düşünüldüğünde ticaretin oluşturduğu zemin, bölgeler arasındaki farklılıklardan oluşan eşitsizliklerin en aza indirildiği bir beşeri manzaranın ortaya çıkmasına imkan hazırlamıştır.
İslam ortaya koyduğu temel ilkeler ile beşeri tecrübenin birbiri ile etkileşimini hızlandırmış ve oluşturduğu bu dinamizm ile yeni bir dünyanın kuruluşunu çok hızlı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Bu yönüyle İslam’ın medeniyet anlayış ve tecrübesinin ötekini dâhil etme ve kapsayıcılık üzerine inşa edildiğini söyleyebiliriz. Bunun temelinde İslam siyaset felsefesinin kapsayıcılık düşüncesi bulunmaktadır. Siyasal hâkimiyetin meşruiyetini adalete bağlayarak, İslam siyaset düşüncesi, siyasal organizasyonu farklılıkları koruma ve garanti altına almakla yükümlü kılmıştır. Temelde açık ve evrensel bir imparatorluk fikrine dayanan bu siyasal felsefe Batı’nın kapalı site veya ulus devletinin aksine, farklı halkların birikimlerinin birbiri ile buluşmasının zeminini oluşturmuştur. Siyasal merkezin kapalı bir yapı olarak kurgulanmaması coğrafyadaki halkların birbirlerini tahakküm altına almaksızın farklı yönlerde mekânsal hareketini mümkün kılmış ve değişik halkların farklı coğrafyalara yerleşebilmesinin önünü açmıştır. Bunun bugünkü en önemli göstergesi, Türklerin yaşadıkları coğrafya ve geçirmiş oldukları etnolojik dönüşümdür. Orta Asya’dan çıkarak yüzyıl gibi kısa bir sürede İslam medeniyetinin siyasal merkezini teşkil eden Türkler, kendi kimliğini yitirmeden, toplumsal yapısını dönüştürmeden Müslümanlaşmış ve daha önce sahip olmadığı bir toplumsal yapı edinerek kalıcı ve kapsayıcı bir siyasal düzen oluşturabilmiştir.
İslam medeniyeti dünya toplumları ve coğrafyalar arası bu taşıyıcı vasat olma işlevini on dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar oynamaya devam etti. Ancak sosyal, siyasal ve düşünsel yapıların kendisini yenileyememesi ve gittikçe kapalı bürokratik yapılara dönüşmesi ile dünyadaki güç dengeleri değişmeye başladı. İslam dünyasındaki bu tıkanıklık neticesinde modern Avrupalı güçler dünya üzerinde hakimiyetlerini kurmaya başladılar. Bu sadece bir siyasal hakimiyet değişimi değil; aynı zamanda dünya üzerindeki halkların birbirleriyle olan münasebetlerinin de değişimi anlamına gelmekteydi. Modern ulus devlet deneyimi, dünya halkları ile ilişkisini güç merkezli ve tahakküme dayalı bir hegemonya üzerinden kurmaktadır. Böylece modern dönemin hâkim siyasal biçimi kendi tahakkümcü yapısını tüm dünyaya dayatmaya; tekbiçimli ve tekelci bir siyaset biçimi ile farklılıklara açık olamayan bürokratik bir sistem üretmeye başladı. Bunu temellendiren en önemli dayanak ise akılcılık ve ilerlemecilik düşüncelerinden gelmekteydi. Akla ve bilime dayalı en mükemmel nizam olduğunu düşünen modernite, kendi kimliğini ötekinin reddi üzerinde kurmaktaydı. Böylece kendisini tanımlamak için ötekini araçsal bir konuma yerleştirmekte ve tahakkümü kendi varlığının meşrulaştırıcı bir parçasına dönüştürmekteydi. Modern ulus devlet deneyimi doğuda ve batıda, kuzeyde ve güneyde her bir uygulamasında yeniden ve yeniden farklılıkları denetim altına alma ve tekbiçimlileştirme pratiğini göstermektedir.
Modern medeniyetin egemenliğini ilan ettiği on dokuzuncu yüzyıldan itibaren, medeniyetler zahiren iletişimleri artmış gibi görünse de esasen gittikçe birbirinden uzaklaşmış ve kopmuşlardır. Modern siyasal düzen hiçbir zaman İslam medeniyetinin oluşturduğu etkileşim vasatını kuramamıştır. Zira her şeyden önce İslam medeniyetinin dinamizmini sağlayan halkların, fikirlerin ve malların küresel serbest dolaşımı fikrine kapalıdır. Bu kapalılık sebebiyle, ilerlemecilik temelinde medeniyetleri kendisinin en üstte olduğu belirli bir hiyerarşi içinde kavramaya dayanan modernite deneyimi, farklı medeniyetleri sürekli dönüştürme veya yok etmekle tehdit etmektedir. Bunu Avrupalıların Amerika’yı ele geçirmelerinden sonra yaşananlarda açıkça görebiliriz. Bugün Amerikaların kadim medeniyetlerinden çok az izin kaldığı bu işgal ve sömürgeleştirme deneyimi tam anlamıyla bir yok etmedir. Birçok halkın ve medeniyetin tarihten silindiği modern yayılmada, siyasal merkez geri kalanları dışlayarak kendi tahakkümünü garanti altına almak istemiş; kendi kültürünü ve sosyal modelini küresel düzeyde tek geçerli biçim haline getirmek için yoğun bir çaba sarf etmiştir. Bunun bir neticesi olarak günümüzde küresel düzeyde yaşanan sosyo-ekonomik eşitsizlik, halkların ve toplumların birbirinden kopuşunu mutlaklaştırmış ve aşılmaz sınırlara dönüştürmüştür. Bu katılaşmış ve etkileşime kapalı sistem, medeniyetin gelişim dinamiklerini tıkamakta ve insanlığın sorunlarını çözülemez hale getirmektedir.
Halbuki İslam medeniyetinin farklı coğrafyaları ve halkları uzlaştırıcı ve etkileşime geçiren yapısı Doğu- Batı, Kuzey-Güney aksında akışkan bir ilişkinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Sadece coğrafyası ile değil aynı zamanda farklı kültür ve medeniyetlerden faydalanmaya açık siyasal ve fikri yapısıyla da İslam medeniyeti, dünyadaki farklı medeniyetlerin birbiriyle ilişkiye geçmesine zemin hazırlamıştır. Böylece gücün, refahın ve kaynakların adil bir biçimde dağılımının zemini ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bugünkü beşeri kopuş ancak İslam medeniyetinin oluşturduğu vasat ile aşılabilir.
[1] Aliya İzzetbegoviç. Doğu Batı Arasında İslam. İstanbul: Klasik Yayınları, 2015.
[2] Bu ibareden İslam’ın bu iki ucun bir terkibi olduğu fikri çıkmamalıdır. Esasen bu iki ucun ortaya çıkışı vasat olanın değişik yönleriyle bozulmasının bir neticesidir.
[3] İbn Haldun. Mukaddime. çev. Z. K. Ugan. İstanbul: MEB, 1991: 100–106.
[4] İklim ile insanlığın karakteri arasındaki bağlantı olduğuna dair kadim bir düşünce bulunmaktadır. Son zamanlarda yeryüzünün iklimsel ve fiziki şekillenmesi ile beşeri yaşam arasındaki ilişkiyi ele alan bazıları spekülatif bazıları da veriye dayalı çok sayıda araştırma yapılmaktadır.
[5] Farabi. el -Medinetü’l Fazıla. çev. N. Danışman. Ankara: Maarif, 1956.
[6] Ali Şeriati dünya tarihinde bütün medeniyetlerin kökeninde göçün bulunduğunu ifade ederken bu hakikate vurgu yapmaktadır. Bkz. Ali Şeriati. Dünya Görüşü ve İdeoloji. çev. K. Çamurcu. Ankara: Fecr, 2016.
[7] Yazının medeniyet oluşturma ve sürdürmedeki bu işlevi hususunda İslam düşüncesinde yerleşik bir inanç bulunmaktadır. Cahız “Yeryüzünde hiçbir millet yoktur ki yazısı olmadığı halde güç sahibi olsun” diyerek buna vurgu yapar. Bu bağlamda Cahız’ı aktaran Üçer’in belirttiği gibi yazı ile medeniyet arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. İslam düşüncesinde yazı en üst varlık alanı olarak görülür. Bkz. İbrahim Halil Üçer. “Bir Varlık Alanı Olarak Yazı ve Yazıda Varlık Kazanan İslam Medeniyeti”. Ayvakti 82-83-84, Medeniyet Özel Sayısı. (2007): 87-96.
[8] Kur'ân-ı Kerîm'de âdeta Hz. İbrahim'in ismiyle özdeşleştirilen hanîf kelimesi ile onun bu topluluklar üstü konumuna gönderme yapılır (bkz. Bakara 2/135).
[9] Gerek Eski Ahit gerekse Kur’an-ı Kerim İbrani din adamlarının bu kabileci dar muhafazakar tavırlarının meselleri ile doludur. Detaylı bir analiz için bk. Max Weber, Ancient Judaism. Çev. H. H. Gerth, New York: Free Press, 1967.
[10] Marshall G. S. Hodgson. İslamın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih. çev. A. Eker vd., İstanbul: İz Yayıncılık, 1993: 76–82.
[11] Hodgson. İslamın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih. s. 36.
[12] Jan Nederveen Pieterse. “Oriental Globalization”. Theory, Culture & Society. c. 23, s. 2-3 (2006): 411-13.
[13] İslam’ın ticaretin yayılımı üzerindeki etkisinin geniş bir anlatımı için bkz. Adam Mez. Onuncu Yüzyılda İslâm Medeniyeti. İstanbul: İnsan Yayınları, 2000.