Süleymâniye Camii
1548 - 1559
“Buyurdı ol şeh-i ferhunde-tâli‘/Yapan gendülere bir hûb câmi‘; O dem tarh eyleyüp Eski Sarây’ı/Süleymâniyye’ye urdum binâyı; Bilür ehl-i hünerler evvel âhir/Ne san’atlar olupdur anda zâhir [O bahtı açık Padişah buyurdu/Yapayım kendilerine bir güzel cami. Düzenleyip Eski Saray’ı hemen/Attım temelini Süleymâniye’nin. Bilir eski hüner sahipleri/Orada ne incelikler gösterildiğini]” (Sâî Mustafa Çelebi, Tezkiretü’l-Bünyan, s. 61).
Sâî Mustafa Çelebi’nin tavsifini bugünkü dile çevirecek olursak; Kânûnî ve Sinan, Süleymâniye’yi, yer seçimi nedeniyle İstanbul peyzajının, tedrisat programı hasebiyle İslâm dünyasının, biçimsel tercihleri dolayısıyla dünyanın en önemli külliyesi hâline getirmiştir. Bütün bunlar inşai faaliyetle vücut bulmuştu. Camisinden medresesine, türbesinden hamamına, avlusundan şadırvanına, minaresinden sütunlarına, kubbesinden duvarına, pencerelerinden kemerlerine, kapısından mihrabına, minberinden mahfiline, taş işçiliğinden ahşap işçiliklerine, sütun başlıklarından mukarnaslarına, çinilerinden sedef işlerine, kitabelerinden hatlarına kadar bütün unsurlarına “yüce sanatlar” mündemiçtir. Şu çok rahatlıkla söylenebilir ki 1550’lere kadar Osmanlı’nın temerküz ettiği ve İstanbul’da denemelerini yaptığı bütün sanat ve mimarlık birikimi Süleymâniye’de “zahir olmuş”, görünür kılınmış, vücut bulmuştur. “Sonsuz dış mekânla iç mekânın bütünleştiği bir ortamda, ayrı yönlerde yerleştirilmiş farklı boydaki kemerlerin, kubbelerin tezyinî, bitaraf yapısı, unsurlar arası ilişkileri belirleyen rölatif ölçü düzeninin yüceltici etkisi altında oluşan biçim değişimlerinin doğurduğu yönelişlerle her bakış noktasında yeniden kurulan dengelerin sakinliği, bu mimarinin asudeliğini oluşturmaktadır” (Cansever, s. 205).
Yapım kararından çeşitli inşaat aşamalarına kadar geçen dokuz senede (1548-1559) yapılan; cami, darülhadis, darülkurra, dört medrese (evvel, sani, salis, rabi), tıp medresesi, darüşşifa, imaret, tabhane, sıbyan mektebi, Kânûnî Türbesi, Hürrem Sultan Türbesi, Mimar Sinan Türbesi, hamam ve çeşme yapılarından oluşan külliye, bugüne kadar Müslüman dünyasında yapılmış en büyük külliye programlarından birini tanımlamaktadır.
Fatih döneminin mirası Eski Saray, yerini algısal ve fiziksel anlamda Süleymâniye’ye bırakmış, böylece İstanbul peyzajının ve silüetinin en belirgin unsuru Süleymâniye olmuştur. “Sinan, camiyi şehrin çeşitli yörelerinden bakıldığında etkili kılmak amacıyla; evvel, sani ve tıp medreselerini cami ile mahalle arasındaki düzlüğe; darüşşifa, imaret ve tabhaneyi batıya doğru alçalan yamaçta yüksek bir kaide üzerine, salis ve rabi medreselerini ise Haliç’e doğru hızla alçalan arazide, camiyi üzerinde taşıyan büyük platformun altındaki dükkan dizisinin karşısına yerleştirmiştir. Sinan’ın türbesinin karşısındaki cami duvarının kuzey köşesinden başlayıp Medrese-i Rabi ve hamamın karşısındaki avluyu teşkil eden platformun altındaki yolun nihayetinde, dükkân dizileri aynı zamanda bir istinat duvarı teşkil ederler. Darülhadis, caminin kıble duvarı tarafında yer alan hazire seviyesine yükseltilmiş üçgen meydana bakacak şekilde yerleştirilmiştir. Bir sıra dershane odasından oluşan darülhadis, külliyenin önemli birimleri olan Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan türbelerinin yer aldığı hazire duvarıyla çevrili meydanın kotuna yerleştirilerek, meydanın mimarisini belirleyecek şekilde vücuda getirilmiştir; bu da darülhadise atfedilen özel önemi gösterir (Cansever, s. 171).
Dünyanın en önemli anıtlarından biri olan Süleymâniye’den önce İstanbul’da inşa edilen en önemli yapı Ayasofya idi. Mimar Sinan’ın onunla rekabet ettiği ile ilgili çok sayıda yorum mevcuttur. Bunlar şu şekilde toplanabilir: Her şeyini Ayasofya’ya borçludur, örtü sistemini kopyalamıştır; Ayasofya ile alakası yoktur, Ayasofya’dan daha fazla etkilendiği yapılar söz konusudur; Ayasofya’yı irdelemiş ve yeni bir terkip meydana getirmiştir vb. Bu hususta Turgut Cansever’in uzun yorumlarıyla yetinmek daha doğru olacaktır:
“Sinan, Ayasofya’nın biçim malzemesini taklit etmek yerine onları derin bir tarih şuuru duyarlığı ile değerlendirmiş ve Osmanlı cami mimarisi an’anesinden hareket ederek iyileştirip geliştirdiği kendi üslubuyla Süleymâniye’de çözüm bütünlüğü içerisinde kullanmıştır. Diğer taraftan merkezî kubbenin yarım kubbelerle bir, iki, üç veya dört taraftan desteklenebileceği gibi basit bir mühendislik meselesinin Sinan ve ondan önceki birçok Osmanlı mimarı tarafından incelendiği malumdur. Süleymâniye’de, Sinan’ın iki yarım kubbeyle desteklenmiş, uzunlamasına bir kubbe ve yarım kubbeler sistemini tercih etmesi, bu sistemi yapının iki yan cephesine yerleştirdiği, merkezî kubbeyi taşıyan büyük kemerlerle bütünleştirilmiş bir düzenleme olarak gerçekleştirmesi, Süleymâniye’nin üzerinde bulunduğu yerin zorunlu kıldığı bir tercihtir. Ayasofya’da ise iki yan cephede kubbe kasnağı hizasına kadar yükselerek kubbeyi destekleyen kalın ayakların arasına sıkışarak gizlenen büyük kemerlerin ilerleme ifadesi yerine, statik ifade taşıdığı görülmektedir” (Cansever, s. 184-186).
Süleymâniye, Sinan için Ayasofya’yı hem yüceltmek hem de eksiklerini aşmak için bir başlangıçtır. İç mekânı uzunlamasına gelişen bir yapı olan Ayasofya’nın dış mimarî yapısı, içyapının bu uzunlamasına karakterini desteklemeyen unsurlardan oluşur. Ayasofya’nın doğuya doğru ilerleyen yarımadanın ucunda yer almasına karşılık bu özel konumuyla bağlantılı olmayan bir mimarî yapısı ve mühendislik zaafları vardır. Ayasofya, bu zaafların aşılması için, XV. yüzyılın başlarında, Edirne’den davet edilen Osmanlı mimarları tarafından bir destek duvarıyla takviye edilmiş, son olarak da Sinan’ın inşa ettiği büyük destekler (payandalar) sayesinde günümüze kadar ulaşmıştır.
- Sâî Mustafa Çelebi, Yapılar Kitabı, Tezkiretü’l-Bünyan ve Tezkiretü’-Ebniye, (Mimar Sinan’ın Anıları), haz. Hayati Develi, Samih Rıfat, Koçbank Yayınları, İstanbul 2002.
- Turgut Cansever, Mimar Sinan, Albaraka Türk Yayınları, İstanbul 2006.