Seyyid Sabık

(ö. 2000/0)
Fıkhü’s-Sünne isimli kitabıyla tanınan Ezher âlimi
- A +

Hayatı

Mısır’ın Menûfiye bölgesinde yer alan Bâcûr yerleşim birimine bağlı İstinha köyünde dünyaya geldi. Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzettikten sonra Ezher’e intisap etti. Ortaöğretim, lise ve üniversite eğitimini Ezher’e bağlı okullarda aldı. 1947 yılında yine Ezher Üniversitesi’nden İslâm hukuku âlimiyye (doktora) derecesi elde etti. Daha sonra aynı üniversiteden en yüksek ilim payesi sayılan el-İcâze aldı. Ezher’e ve Mısır Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı lise seviyesindeki okullarda öğretmen olarak çalıştı. Ezher’de ve Amr b. Âs camiinde vaizlik yaptı. Seyyid Sâbık ilk gençlik yıllarında Ezherli selefi âlim Mahmûd Hattâb es-Sübkî’nin faaliyetlerine iştirak etmiştir. Daha sonra Hasan el-Bennâ ile tanıştı ve zamanla İhvân-ı Müslimîn hareketinin en faal üyelerinden biri oldu. Yazı hayatına haftalık el-İhvânü’-müslimûn dergisinde hadis fıkhına dayalı kaynaklara dayanarak hazırladığı taharete ilişkin yazılarla başladı. Daha sonra el-Mebâhisü’l-kazâiyye ve ed-Da‘va gibi dergilerde yazılar neşretti. Yine Mısır’da irtibat halinde olduğu Cemâatü ensâri’s-Sünneti’l-Muhammediyye isimli selefi hareketin et-Tevhîd isimli dergisinde yazıları yayınladı. Seyyid Sâbık 1948 yılında bir tıp öğrencisi tarafından suikasta uğrayan Mısır başbakanı Nukrâşî Paşa’nın ölüm fetvasını verdiği iddiasıyla yargılandı. Bu nedenle dönemin bazı gazetelerinde “kan müftüsü” olarak anıldı. İddianın doğru olmadığı anlaşılınca beraat etti. İhvân-ı Müslimîn lideri Hasan el-Bennâ’nın 1949 yılında suikasta uğramasından sonra başlayan kapsamlı tutuklama hareketleri içinde İhvân-ı Müslimîn’in birtakım ileri gelenleriyle birlikte göz altında alındı ve hapis yattı (1949-1952). Ellili yılların sonlarından itibaren evkaf bakanlığına bağlı çeşitli birimlerde müdür olarak çalıştı. Bir süre sonra atanan yeni bakanla anlaşmazlıklar yaşadı ve Ezher’e döndü. İhvân-ı Müslimîn’e yönelik baskılar artınca Suudi Arabistan’a gitti. Melik Abdülaziz ve Ümmü’l-Kura üniversitelerinde öğretim üyesi olarak çalıştı. Yüksek lisans ve doktora seviyesinde çok sayıda teze danışmanlık yaptı. 1989 yılında Hüsnü Mübarek tarafından imtiyaz madalyası ile ödüllendirildi. 1993 yılında Fıkhü’s-sünne isimli eseri Kral Faysal İslâm Hukuku Araştırmaları ödülüne layık görüldü. Ümmü’l-Kura Üniversitesi’nden 1997 yılında yaş haddinden emekli olan Seyyid Sâbık Mısır’a göndü ve 2000 yılında 85 yaşında iken vefat etti. Doğduğu köy olan İstinha’da defnedildi.

Öğretisi

Seyyid Sâbık’ın Fıkhü’s-sünne isimli çok bilinen kitabı onun İslâm hukuk mirasına ve çağdaş İslâmî sorunlara nasıl yaklaştığı hususunda fikir vericidir. Kitabın taharetle ilgili ilk bölümü 1946 yılında neşredildiği zaman Hasan el-Bennâ tarafından çok beğenilmiş, baş tarafına bir giriş yazısı eklenmiş ve İhvân-ı Müslimîn eğitim programında kullanılmaya başlanmıştı. Seyyid Sâbık girişte kitabın İslâm fıkhının meselelerini doğrudan Kitab’ın sarih ifadelerine, sahih sünnete ve ümmetin icma‘ına dayanarak ele aldığını ifade etmektedir. Sâbık’ın ifadelerine göre çalışma “Bu yönüyle Allah’ın Hz. Peygamberle gönderdiği İslâm fıkhının sahih bir suretini vermekte, insanlara Allah’ı ve elçisini anlama kapısını açmakta, onları kitap ve sünnette birleştirmektedir. Eser ilmi münakaşaları ve bidat olan mezhep taassubunu ortadan kaldırmakta; içtihat kapısının kapandığına dair hurafelere son vermektedir.” Yazar eserini sade bir üslupla ve anlaşılır bir dille kaleme almış; mezhepleri eleştirmeden mezhep taassubunu ortadan kaldırmak, doğrudan Kitap, sünnet ve icma‘ delillerine dayanmak, terim tartışmalarından ve çok detaylı izahlardan uzak kalmak, geniş çözüm önerisi ve esneklik getirmek ve insanları ruhsatları kullanma hususunda teşvik etmek gibi prensiplere göre hareket etmiştir. Sâbık, hakkında açık ve sarih bir nas bulunmayan meselelerde mevcut içtihatlardan kolay olanı ve zorluğu ortadan kaldıranı tercih etmeyi İslâm’ın ruhuna uygun bulmaktadır. Ona göre dinin itikat ve ibadetle ilgili hükümleri değişime açık değildir. Bunlarda esas olan nakle uymaktır. Bu iki alanın dışındaki hükümler her asırda insanların maslahatına muvafık olması ve ulülemrin hak ve adaleti yerine getirebilmesi için ana hatlarıyla zikredilmiştir. Yazar eserinde sadece çok gerektiğinde görüş ayrılıklarına yer verdiğini, insanları İslâm’ın temel iki kaynağı etrafında birleştirdiğini ve mezhep taassubunu bertaraf ettiğini belirtmektedir. Fıkıh mezheplerinin imamlarını, insanlara dinlerini öğretmek ve onları doğru yola iletmek için ellerinden geleni yapmaya çalıştıklarından dolayı övmekte, onların kendi yollarının sahih hadis olduğunu belirtmelerine ve maksatlarının Allah’ın elçisi gibi masum kabul edilip taklit edilmek olmamasına rağmen sonraki âlimlerin onları körü körüne ve mutaassıp bir şekilde takip ettiklerini ve Şâri‘ yerine koyduklarını iddia etmektedir. Ona göre sonraki nesillerin içtihat etme hususunda gayretleri azalmış, azimleri zayıflamış, hikaye etme ve taklit ruhu ön plana çıkmıştır. Bu nedenle insanlar belli bir mezheple iktifa etmiş, tüm gayretini mezhebine bağnazca tabi olmaya ve mezhebin görüşünü korumaya sarf etmiştir. İnsanlar mezhep imamlarının görüşlerini Şâri‘in görüşü gibi kabul etmişler, imamlarının içtihatlarına aykırı fetva vermeyi kendileri için caiz görmemişlerdir. Bunun sonucunda ümmet İslâm’ın temel iki kaynağının tesis ettiği hidayet yolunu kaybetmiş, şeriatı fukahanın görüşlerine inhisar ettirmiştir. Mezhep temelli yapılan eğitim alimleri içtihattan uzaklaştırmış ve taklidi yaygınlaştırmıştır. Yazar dem vurduğu taklit ruhunun yaygınlaşmasını yönetici ve zenginlerin inşa ettirdiği medreselerle ilişkilendirmektedir. Medreselerde mezhep temelli tedris faaliyeti yürütülmüş, belli bir mezhebe bağlı olmak dünyevi makamlar elde etmek ya da onları korumak için gerekli görülmüştür. Belli bir mezhebe bağlı olmayan âlimler toplumdan dışlanmış, önemli makamlara gelememiştir. Mezhep imamlarına o denli güvenilmiştir ki nihayet Hanefî fakih el-Kerhî (ö. 340/952) kendi ashaplarının görüşüne aykırı düşen her ayetin veya hadisin müevvel ya da mensuh olduğunu söylemiştir. İçtihat kapısının kapandığı görüşü üretilmiş; şeriat fakihlerin sözü, fakihlerin sözü şeriat olarak algılanmıştır. Yazara göre bu gelişmelerin sonucunda ümmet paramparça olmuş, Batı’nın siyasi ve kültürel hegemonyası altına girmiştir. Bu durumdan ümmeti sadece ıslah yanlısı alimler kurtarabilir. İçtihat düşüncesinin harekete geçirilmesi, taklitten uzaklaşılması, mezhep bağnazlığının terk edilmesi, ilmi bağımsızlık ve fikri serbestliğin hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Yazarın eserinde benimsediği fıkhi görüşlerden bazıları şunlardır: Namazda besmele bazen açık bazen gizli okunur, ikisi de doğrudur. Ellerin kaldırılması hususunda mevcut pek çok rivayet bulunmasına rağmen ellerin kaldırılmayacağı görüşünde olan Hanefiler ve bunların dayandığı hadisi rivayet eden İbn Mesut hatalıdır. Hanefilerin yemin kefaretinde İbn Mesud’un şaz kıraatini delil kabul ederek orucun peş peşe tutulacağına hükmetmeleri ve vitir namazını müekked sünnet yerine vacip olarak kabul etmeleri doğru değildir. Cenazenin önünden ya da arkasından yürüneceği hususunda ihtilaf vardır. İkisi de yapılabilir. Çok yaşlı olanlar, iyileşmesi ümit edilmeyen hastalar ve çalıştığı ağır iş olmadan rızık temin edemeyecek durumda olanlar için oruç tutmama hususunda ruhsat vardır. Bunlar bütün sene boyunca oruç tutma imkânı bulamazlarsa iftar ederler. Nikah sırasında olduğu gibi boşamada da şahit gereklidir.

Seyyid Sâbık’ın deliller hiyerarşisinin başında Kitab’ın sarih ifadeleri ve sahih sünnet gelmektedir. Ona göre zayıf hadis kıyastan evladır. Belli bir mesele hakkında var olan hadis-i şeriflere aykırı içtihatlar geçersizdir. Yazar eserinde âhad haberlerle amel etmekte ve zayıf rivayetleri delil olarak kullanmaktadır. Ona göre delilsiz görüş kabul edilmez. Her durumda delilin gerektirdiğine uymak gerekir. İcma‘a muhalefet eden görüşe itibar edilmez. Onun icma‘ anlayışı yine naslarla sıkı sıkıya ilişkilidir. Kıyasa başvurulabilir, fakat kıyas ancak naklin olmadığı yerde söz konusu olur. Sâbık’ın deliller hiyerarşisinde kıyastan sonra sahabe sözü gelmektedir. Sahabe sözü aksini gösteren rivayetler bulunmadığı müddetçe hüccet olur. Rasulüllah’ın fiiline aykırı olan sahabe sözleri delil olamaz. Aynı şekilde örf ve âdet de sadece nassın bulunmadığı meselelere dikkate alınabilir. Şeriata uymayan örf ve adetler geçersizdir.

Seyyid Sâbık, kendisi gibi selefi bir anlayışa sahip olan hadis bilgini Nâsırüddin el-Elbani tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Elbani’nin eleştirileri Fıkhü’s-sünne’de kullanılan hadislerde yapılan sahih-zayıf ayrımının hatalı olduğu, bazı rivayetlerde Sahihayn’a nispet edilmeleri/edilmemeleri yönünden problemler bulunduğu, aksine rivayet bulunmayan hadislere muhalefet edildiği, hadis denilen rivayetlerin hadis kaynaklarında bulunmadığı, sahih hadis varken kıyasa başvurulduğu, bazı konularda birbiriyle tutarsız fikirler beyan edildiği, geniş çözüm önerileri sunduğu meseleler bağlamında zikredilen birbirine zıt görüşlerin daha fazla karışıklığa sebebiyet verebileceği gibi hususlar etrafında toplanmaktadır. Mustafa Beşir et-Trablusî Seyyid Sâbık’ın ne içtihat yapabilecek Kitap, sünnet ve fıkıh bilgisine sahip olduğunu ne de belli bir yönteminin bulunduğunu ifade etmektedir. Seyyid Sâbık’ın İslâm hukuk birikimine yaklaşım tarzına yönelik başka eleştiriler de olmuştur. Eleştiriler müellifin İslâm toplumlarının geleneksel bilgi ve düşünce birikimini ihmal ettiği, Hz. Peygamber’in sünnetine evrensel bir nitelik kazandıran kadim fıkhî mesaiyi göz ardı ederek tekrar en başa ham ve işlenmemiş naslara döndüğü, asırlardır test edile gelen sistematik fıkhi düşünce yerine pek çok tutarsızlıklar içeren yeni bir anlayış ikame ettiği, Müslümanların Batı’nın önce siyasi, zamanla kültürel ve sosyal hegemonyası altına  girişine tarih ve medeniyet tasavvurundan yoksun yüzeysel teşhisler koyduğu, ümmeti uyandırmak ve yeniden birleştirmek için tavsiye ettiği yolların daha fazla parçalanmalara ve eskisinden çok daha kötü durumlara sebep olma potansiyeli taşıdığı gibi hususlarla ilgilidir.

Seyyid Sâbık diğer eserlerinde de yukarıda belirtilen yaklaşımını sürdürmüş ve doğru kabul ettiği görüşleri Kur’ân ve Sünnet’le doğrudan ilişkili bir biçimde fazla detaya girmeden basit bir üslupla işlemiştir. Mesela müellif el-Akaidü’l-İslâmiyye isimli eserinde iman ve amel, Allah’ı bilmek, Allah’ın zatı ve sıfatları, kader, melekler, cinler, semavi kitaplar, peygamberler, ruh, kıyamet alametleri, kıyamet günü, hesap, cennet ve cehennem konularına yer vermiştir. Ona göre itikadi konularda Kitap ve Sünnet’e bağlanmak yerine itikadî mezheplere tabi olmak Müslümanların inancını sadelikten uzaklaştırmış, felsefe, kelam ve mantık tartışmalarına sevk etmiştir. Neticede ümmet parçalanmış, imanın amele tesiri ortadan kalmış ve ümmet vazifelerini yerine getiremez hale gelmiştir.

Seyyid Sâbık’ın İslâm hukuk mirasına yaklaşımı, modern problemlere önerdiği çözümlerin mahiyeti ve çalışmalarında yaygın şekilde kullandığı İbn Hazm’ın el-Muhalla, Muvaffakuddin İbn Kudâme’nin el-Muğnî, İbn Teymiyye’nin Mecmû‘u’l-fetâvâ, İbn Kayyim el-Cevziyye’nin Zâdü’l-me‘âd, Emir es-San‘ânî’nin Sübülü’s-selâm ve Şevkânî’nin Neylü’l-evtâr isimli eseri onun İslâm hukuk düşüncesindeki selefi tavrın çağdaş bir mümessili olduğunu göstermektedir.

Öne Çıkan Eserleri

  • Fıkhü’s-Sünne: Dârü’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut 1985; çev. Tayyar Tekin, Ahmet Sarıoğlu, Pınar Yayınları, İstanbul 1992.
  • el-Akaidü’l-İslâmiyye: Dârü’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut 1985; İslâm Akaidi (İnancı Sağlamlaştıran Unsurlar), çev. Hanifi Akın, Hanife Akın, Karınca Yayınları, İstanbul 2005.
  • Anâsırü’l-Kuvve fi’l-İslâm: Dârü’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut 1978.
  • Davetü’l-İslâm: Dârü’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut 1985; İslâm Daveti, çev. Ahmet Gürtaş, Deniş Kuşları Matbaası, Konya 1971.
  • İslâmüna: Dârü’l-Fikr, Beyrut 1982.

 

  • Ahmet Özel, “Seyyid Sâbık”, DİA, c. EK-2 (2016), s. 505-508.
  • Fatih Yücel, “Seyyid Sâbık (1915-2000): Hayatı, Eserleri ve Fıkıh Araştırmalarında İzlediği Metodu”, İslâm Hukunu Araştırmaları Dergisi, sy. 6 (2005), s. 617-632.

 

 

 


Atıf Bilgisi

Seyyid Sabık. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/seyyid-sabik/5863