Mustafa Sabri Efendi

(ö. 1374/1954)
Şeyhülislam, müderris, Meclis-i Mebusan mebusu
- A +

Hayatı

Mustafa Sabri Efendi, 21 Haziran 1869 tarihinde Tokat’ın Turhal ilçesine bağlı Kat köyünde dünyaya geldi. İlk tahsilini Tokat’ta yaptığı gibi hıfzını da burada tamamladı. Yine bu şehirde Zülbiyezâde Ahmed Efendi’den ders aldı. Kayseri’de Divriğili Mehmed Emin Efendi’den, sarf, nahiv, mantık, meânî, fıkıh, usûl-i fıkıh, tefsir, hadis ve kıraat gibi ilimleri tahsil etti. İstanbul’da ise Mehmed Âtıf Bey ile Gümülcineli Ahmed Âsım Efendi’ye talebe oldu. Köse Niyazi Efendi’den kıraat ilmi aldı. 1890 yılında açılan ruûs sınavını kazanarak İstanbul’da Fatih Camii’nde müderrislik yapmaya başladı. Uzun bir müddet Huzûr Dersleri Muhataplığında (1898-99-1913-14) bulundu. Dört yıl süreyle Sultanın kitapçılığı (1900-1904) görevini yürüttü. Bunların dışında Beşiktaş’ta Asariye Camii imamlığı, Ahmed Hilmi Efendi’nin yanında Müşavir-i Sânîlik ve Tedkîk-i Müellefât-ı Şer’iyye’de azalık yaptı. 

1908 yılında Cemiyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’nin başkanlığına seçildi. Bu cemiyetin yayın organı olan Beyânülhak dergisinin başyazarlığını üstlendi. Aynı yıl içerisinde Tokat’tan mebus seçilerek Osmanlı Mebûsân Meclisi’ne girdi. Başlangıçta İttihad ve Terakki Fırkası içerisinde yer alsa da kısa sürede oradan ayrıldı. Önce 1910’da siyaset sahnesine atılan Ahâlî Fırkasının, bir yıl sonra da Hürriyet ve İtilâf Fırkasının kurucuları arasında yer aldı. İttihad ve Terakki Fırkasına yönelttiği şiddetli eleştirilerle dikkat çekti. Babıali Baskını ile İttihad ve Terakki’nin iktidarı tamamen eline alması üzerine kısa süreli Mısır, Bosna-Hersek ve Paris yolculuklarını takiben Romanya’da ikamet etmeye başladı. I. Dünya Savaşı’nda Alman ve Türk ordularının Bükreş’e girmesi üzerine (1916) tutuklanarak Bilecik’e sürgüne gönderildi. Burada yaklaşık bir buçuk sene kaldı. Savaşın yenilgiyle sonuçlanıp İttihatçıların lider kadrosunun ülkeyi terk etmesiyle yeniden İstanbul’a döndü ve sesini duyurmaya başladı.

Bu dönemde siyasî faaliyetleriyle birlikte ilmi aktivitelerini de sürdürdü. 18 Kasım 1918 tarihinde Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye atandı ve bu kurumun üyelerinden biri oldu. Aynı yıl içerisinde Süleymâniye Medresesi Hadîs-i Şerif müderrisliğine tayin olundu. Öte yandan Ocak 1919’da Tokat mebusu olurken bir ay sonra da Cemiyet-i Müderrisîn’in başkanlığına seçildi. Dâmad Ferîd Paşa’nın ilk kabinesine 4 Mart 1919 tarihinde Şeyhülislâm olarak girdi. Bu kabinenin düşmesine bağlı olarak meşihat makamından ayrılınca Âyân azalığına (senatör) seçildi. Dört kez şeyhülislamlık makamına gelen Mustafa Sabri, bunlardan birinde sadrazam vekilliği de yaptı. Ayrıca Şûrâ-i Devlet Reisliğinde (Danıştay Başkanlığı) bulundu. Kabinenin şeyhülislamı olarak Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı çıktı ve ona karşı daha sert tedbirler alınması yönünde görüş bildirdi.

Millî Mücadele’nin başarıya ulaşması üzerine ikinci kez gurbet hayatına çıktı. Önce ailesiyle İskenderiye’ye gidip ardından Kahire’ye geçti (1922). Bu şehirde hoş karşılanmayınca Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in davetine uyarak Mekke’ye gitti, ancak şartlar gereği çok kalmadan Mısır’a döndü. Bu arada yurda girmesi yasaklanan 150’likler listesine dâhil edildi. Mısır’da huzursuzluğu devam edince Lübnan, Romanya ve en son Gümülcine’ye gitti. Burada Yarın gazetesini çıkarmaya başladı. Beş sene sonra Batras’a sürgün edilince bir Müslüman ülkeye dönüş arzusu içerisine girdi ve bazı dostlarının yardımıyla Kahire’ye geçti (1932).

Bu kez Mısır’da daha rahat bir hayata kavuşan Mustafa Sabri, ülkenin uleması, mütefekkirleri ve devlet ricâli tarafından itibar gördü. Diğer yandan döneminin fikir ve siyaset sahnesinde yer alan önemli bir kısım zevatıyla ilmî mücadeleye girişti. Batı kaynaklı fikirlere sorgusuz sualsiz teslim olduğunu düşündüğü yazar ve mütefekkirlere eleştiriler yöneltti. Önemli eserler kaleme aldı. 85 yaşında iken 12 Mart 1954 Cuma günü, bir Miraç gecesi sabahında Kahire’de vefat etti. Cenazesi aralarında ulema ve siyaset adamlarının da yer aldığı büyük bir cemaat tarafından kılınarak, Kahire’deki Abbasiyye Mezarlığı’na defnedildi.

Öğretisi

Son dönem Osmanlı ilim ehlinin en önemli simalarından biri olan Mustafa Sabri Efendi, mütefekkir kimliği ön planda olan, İslami ilimler içerisinde özellikle kelama ilgi duyan bir şahsiyettir. Bu anlamda kelamın temel meseleleri hakkında fikir beyan ettiği gibi, tesettür, çok eşlilik ve kadın-erkek eşitliği gibi konularda İslam’ın ortaya koyduğu hükümlere saldırı mahiyetinde dile getirilen bazı görüşlere de cevaplar vermiştir. Eserlerinin neredeyse tamamını reddiye mahiyetinde kaleme alan Mustafa Sabri, siyasî hayatının getirdiği tartışmacı dilini ilmi alandaki eserlerine de yansıtmıştır.

Batı’nın İslam toplumları üzerinde siyasi, ilmi ve kültürel alanda büyük bir hegemonya kurduğu döneme şahitlik eden Mustafa Sabri, bu hâkimiyetin kırılması namına fikirlerini büyük bir özgüven içerisinde ortaya koymuştur. İslam’ın temel ilkelerini savunurken ne bir çaresizlik psikolojisi içerisine girmiş, ne de en ufak bir tereddüt göstermiştir. Bu noktada hem mensubu olduğu dinin hak olduğuna dönük inancından hem de akıl üzerine bina edilen geçmiş ilmi birikimin gücünden destek almıştır. İslam dışı cereyanların ortaya attığı şüphelere cevap verme ve onlara eleştiriler getirme görevini yüklenen kelam ilminin bir mensubu olarak genç Müslüman dimağları zehirlediğini düşündüğü birçok fikri incelemiş, onları akli-nakli delillerle cevaplandırmıştır. Tabiatçılardan Maddecilere, Charles Darwin’den (ö. 1882) Ludwig Büchner’e (ö. 1899) pek çok akım ve şahsiyetin İslâmî telakkiye aykırı görüşlerinin açmazlarına dikkat çekmiş ve onlara muhtelif eleştiriler yöneltmiştir. O sadece ateist öğretilerle ilgilenmemiş, hudûs ve gaye deliline yönelttiği eleştirilerle İslâmî anlayışa zarar verdiğini düşündüğü Immanuel Kant (ö. 1804) gibi kimi teist filozofların görüşlerine de cevaplar vermiştir.

Muhafazakâr bir zihin yapısına sahip olmakla birlikte, mütefekkir kimliğinden ötürü aynı zamanda özgün bir veçhesi de bulunan Mustafa Sabri, bu yönüyle bir yandan geleneksel anlayışa farklı açılardan zenginlik kattığı gibi diğer yandan İslâmî gelenek içerisinde kendisine büyük bir yer edinmiş çeşitli akım ve şahsiyetleri eleştirme cesareti de göstermiştir. Ehl-i sünnetin tenzihçi anlayışına aykırı olduğu düşüncesi ile genel olarak vahdet-i vücud anlayışına; beşeri iradeyi ilahi iradenin önüne geçirdiği teziyle Mâtürîdî yaklaşıma ağır eleştiriler getirmiştir. Yine yakine ulaşmak için akıl ve duyuya değil keşfe başvurulması gerektiği görüşünü savunduğu için Gazzâlî’ye (ö. 1111); ilahi fiillerin hikmetle ta‛lilini zorunlu saydığı için İbn Rüşd’e (ö. 1198), âlemin kıdemini savundukları için genel anlamda İslam filozoflarına eleştiriler yöneltmiştir. Yine cehennem azabının ebediliğini reddettiği teziyle İbnü’l-Arabî (ö. 1240), İbn Kayyim (ö. 1350) ve Musa Cârullah (ö. 1949) da onun eleştirilerinden payını almıştır.

Mustafa Sabri bu tenkitlerini aslında bir ekole aidiyet duygusuyla değil, doğru olduğunu düşündüğü anlayışın savunusu mahiyetinde dile getirmiştir. Nitekim onun ilmi manada eleştirdiği şahıslara bakıldığında içerisinde Mâtürîdîyye, Mu‛tezile ve Eş‛ariyye gibi farklı ekollere sahip kişilerin olduğunu görmek mümkündür. Bu anlamda onu, bir mezhebin yılmaz savunucusu olarak görmekten ziyade, özgün bir ilim adamı olarak değerlendirmek daha doğrudur. Bununla birlikte genel anlamda onun Eş‛arî düşünceye yakın durduğunu belirtmek de yanlış olmayacaktır.

Varlık Anlayışı

Mustafa Sabri, aklın, ilmin ve âlemin Allah ve O’nun nebileri karşısındaki konumunu incelemek amacıyla kaleme aldığı Mevkıfu’l-akl ve’l-ilm ve’l-âlem min rabbi’l-âlemîn ve ibâdihi’l-mürselîn adlı eserinde özellikle isbât-ı vâcib meselesine büyük bir önem vermiştir. Bu konuda daha önce geçtiği üzere bir ilahın varlığını reddeden Maddiyyûn ve Tabiiyyûn gibi akımlara cevaplar verdiği gibi, Büchner gibi bu işin öncülüğünü yapan kimi şahsiyetlere de eleştiriler yöneltmiştir. Burada maddenin en tipik özelliği atalet iken onu kendiliğinden hareket eden bir yapı olarak göstermenin yanlış olduğunu kaydeden Mustafa Sabri, Maddecilerin bu hareketin iradesiz şekilde gerçekleştiğini söyleyerek işin içinden çıkamayacaklarını belirtmiştir. Zira ona göre akıl bir muharrik olmadan hareketin gerçekleşebileceğini kabul etmez. Öte yandan onların muharriksiz hareket olan mekanik hareketi, insan iradesiyle oluşmuş bir ürün olan makineye benzetmeleri de tuhaf olup bu durum içerisine düştükleri acziyeti göstermektedir. Onlar, âlemde kendi kendine hareket eden bir şey bulamadıklarından bu tabire başvurmuşlarsa da aslında bunun bir karşılığı yoktur.

Mustafa Sabri, tabiat kanunlarının bir ilaha ihtiyaç duymadığı görüşünü izafe ettiği Tabiatçıların bu yaklaşımını da eleştirmiştir. Burada onların ilahsızlık ile kargaşa fikri arasında çok daha güçlü bir bağ olmasına rağmen aksi yönde kanaat bildirdiklerini söylemiştir. Onların her nedense bu kanunların ilah ile bağını koparıp bir fail işlevi olmayan tabiat ile konuyu izah ettiklerini belirtmiştir. O, diğer pek çok hataları dışında onların üç temel yanlışlarının olduğunu düşünmektedir. Birincisi, onlar tabiî ilimlerin alanını aştığı halde kâinat kanunlarının vâzıı hakkında konuşmaya kalkışmışlardır. İkincisi, kanun koyucuyu nefyederek faili olmayan fiil, müessiri olmayan bir eser oluşturmuşlar ve böylece hem kendileriyle hem de illiyet ilkesiyle çelişmişlerdir. Üçüncüsü, failsizlikten dolayı, fail olma salahiyeti taşımayan bir tabiat kavramına yönelmişlerdir. Halbuki aklı ve varlığı olmayan bir tabiatın ilme, hikmete ve tedbire dayanan bu düzeni inşa etmesi mümkün değildir.

Mustafa Sabri isbat-ı vacip konusunda kelamcıların dile getirdiği klasik delilleri devre dışı bırakan veya zayıflatan bazı teist şahsiyetlerin temel argümanlarını da eleştiriye tabi tutmuştur. Bu manada özellikle Kant’ın hudûs ve gaye deliline yönelik itirazlarını incelemiş ve onlara cevaplar vermiştir. Bunu yaparken hem spesifik olarak Kant’ın ilgili iddialarının yanlışlığını ortaya koymaya çalışmış hem de onun ahlak deliline eleştiriler yönelterek bu kanıtın hudûs ve gaye delili kadar sağlam bir zemine oturmadığını göstermek istemiştir.

Mustafa Sabri’ye göre, ahlak delili bir yakîne dayanmadığı için onunla karşıdaki hasmı zor durumda bırakmak mümkün değildir. Ayrıca bu kanıtta ahlakın bir yandan Allah’ın varlığına ihtiyaç duyarken diğer yandan O’nun varlığına kanıt olması bir kısırdöngüye neden olmaktadır. Yine bu delilde sanki insanlar ahlaklarını koruyacak olsalar O’nun varlığına ihtiyaç kalmayacak gibi bir hava oluşmaktadır. Sonuçta akıl dışında Allah’ın varlığını tam anlamıyla ispat edecek bir delil yoktur. Öte yandan Mustafa Sabri, Allah’a olan imanına hayranlık duyduğunu belirttiği Rene Descartes’in (ö. 1650) bir ilahın varlığını ispat için ortaya koyduğu ontolojik delilin de bir kısırdöngü içerdiğini savunmuştur. Ona göre Allah’ın tüm kemalatı/mükemmelliği taşıdığına hüküm vermek O’nun mevcut olmasına bağlıyken, burada ilahi varlığı ispat, O’nun tüm kemalatı içermesine bağlanmaktadır. Burada Allah’ın varlığının ispatı Allah’ın mevcut olmasına bağlandığı için “devir ve müsâdere ale’l-matlûb” oluşmaktadır.

Mustafa Sabri, hudûs delilinin özellikle “teselsülün butlanı” ilkesine dayandığını dile getirip bu konuda çeşitli burhanlara yer verirken bu prensibi kabul etmediğini veya ona yeterli hassasiyeti göstermediğini düşündüğü zatları da eleştirmiştir. Bu konuda özellikle Muhammed Abduh’u (ö. 1905) hedefine almış, onun İslam filozofları ile kelamcıların ittifak ettikleri bu ilkenin zorunluluk bildirmediği fikrine kapıldığını söylemiştir. Mustafa Sabri, bu prensibi ispat için ortaya konulan kanıtların yeteri kadar güçlü olmadığı görüşünü nispet ettiği Abdühay el-Leknevî’yi de (ö. 1886) tenkit etmiştir. Yine âlemin hudusiyetini tam anlamıyla ifade etmedikleri gerekçesiyle Molla Sadra (ö. 1641) ve Elmalılı Hamdi Efendi de (ö. 1942) onun eleştirilerinden payını almıştır. Teselsülün batıllığı ilkesini kabulle birlikte mümkünün varlık kazanmak ve varlığını devam ettirmek için imkanı değil hudus ciheti daha önemliyken buna riayet etmeyip âlemin kıdemini tercih ettikleri ve bu konuda ilahi iradeyi devre dışı bıraktıkları teziyle İslam filozoflarını da eleştirmiştir.

Mustafa Sabri, Allah-âlem ilişkisi hakkında farklı bir görüşe yönelen vahdet-i vücûd düşüncesi üzerinde de durmuş, bu meselede hem sûfiyye hem de onların asıl kaynağı olduğunu düşündüğü klasik felsefî anlayışı eleştirmiştir. Bu konuda Ehl-i sünnetin tenzihçi çizgisini çiğnedikleri teziyle, vahdet-i vücûd anlayışını benimseyen sûfiyye, özellikle Muhyiddîn İbnü’l-Arabî ve Molla Sadra hakkında oldukça ağır ifadeler içeren bir eleştiri dili geliştirmiştir.

Bilgi Teorisi

Mustafa Sabri Efendi, çağının en önemli kelam kitaplarından biri olarak kabul edilen Mevkıfu’l-akl adlı eserinde bir bilgi anlayışı ortaya koymaya da çok önem vermiştir. Bu konuda yine eleştirel bir dil üzerinden fikirlerini dile getiren müellif, çeşitli akım ve şahısları bir tenkide tabi tutmuştur. O, yaşadığı çağda öne çıkan duyuya bağlı ilim anlayışı yerine akıl ve mantığa dayalı bir ilmi anlayışı savunmuştur. Modern ilim anlayışının itibarsızlaştırmaya çalıştığını düşündüğü aklı yüceltmek ve modern ilmin dayandığı his ve tecrübenin eksikliklerini göstermek amacıyla, aklın üstünlüğüyle neticelenecek bir akıl-tecrübe mukayesesine girişmiştir.

Mustafa Sabri konuyu işlerken yer verdiği bir ilim tarifinden sonra öncelikle onun, zıddını, aklen muhal kılacak derecede bir bilgi ortaya koyduğuna dikkat çekmiş, ilim tabirinin belirli alana tahsisinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. İlim kavramından sadece his ve tecrübeyle sabit olan ilmi kastetmenin ve onu hisse dayalı ilme hasretmenin akılları dinlerine zıt Batılıların ortaya attığı bir bidat olduğunu ileri sürmüştür. Aslında gerçek ilmin; tecrübî ilimden daha umumi, daha faziletli ve daha kuvvetli olan akıl ve mantığa dayalı ilim olduğunu vurgulamıştır. Üstelik bu ilmin, dini teyit etme ve onunla bir bütünlük oluşturma gibi bir üstünlüğe de sahip olduğunun altını çizmiştir.

Mustafa Sabri bilgi konusunda diğer bir kısım anlayış ve şahısları da eleştirmiştir. Bu manada hiçbir bilginin kesinlik bildirmediği fikrini nispet ettiği Şüphecilerin/Reybiyyûn düşüncesinin doğru olmadığını söylemiştir. Ona göre insan bilgisinin basit önermeleri aşamayacağı, aksi muhtemel olmayacak tarzda zaruret bildiren bir önermeye ulaşamayacağı şeklinde bir anlam içeren bu düşünce, kabul edilemez. Zira bu görüş, mesela bütünün parçasından büyük olduğu gibi bir önermeye kimsenin ikna olmayacağını söylemekle eşdeğer bir anlam ifade eder. Bunun ise yanlışlığı açıktır. Kesin bilgiye ulaşmanın imkânını bir ön kabul olarak ortaya koyan müellif, bu katiliği reddeden görüşlerin yanlışlığını ısrarla vurgulamıştır. Bu manada felsefesinden çıkardığı bazı yorumlar üzerinden örneğin Friedrich Hegel’i (ö. 1831) eleştirmiştir. Hegel’in caiz olmayanı caiz kabul ettiği, çelişmezlik ilkesini ortadan kaldırdığı, muhal-vacip kavramını reddedip her şeyin mümkün olduğunu dile getirdiği ve ilmin mutlak hakikat peşinde olmayıp iki ihtimalden her birine kanaat getirebileceğini savunduğunu düşünen Mustafa Sabri, bu görüşün doğru olamayacağını belirtmiştir.

Mustafa Sabri, bu meselede duyum ya da düşünümden meydana gelen idenin (mebâdi-i ûlâ) kaynağının deney olduğunu ve daha önce duyumlarda bulunmayan hiçbir şeyin zihinde bulunmadığını savunan John Locke’u da (ö. 1704) eleştirmiştir. Ona göre bu ilkeler hakkında külliyyet ve vücûb gibi ifadeler kullanılmakta iken, sadece cüzî ve mümkün durumlar hakkında kanaat belirten tecrübenin bu ilkelere kaynaklık etmesi mümkün değildir. Algılanan bir şey, muayyen bir zaman ve mekân dilimiyle kayıtlı olup, bu tüm zamanlar ve mekânlar için o şeyin hep böyle olacağının garantisini vermez. Bu da zaten nazarî aklın ortaya koyduğu hakikatler ile tecrübenin ortaya koyduğu hakikatler arasındaki farkı oluşturur. Mustafa Sabri, bu ilkelerin tecrübe birikimine dayandığını ve cüzî tecrübelerin birleşerek bunu küllî bir duruma getirdiğini iddia eden J. Stuart Mill’in de (ö. 1873) doğruya ulaşamadığını düşünmüştür. Ancak vücûb iddiasında bulunmadığından dolayı J. Mill’e karşı katı bir muhalefet sergilemeye gerek olmadığını ifade etmiştir. Bununla birlikte duyular söz konusu olduğunda insanlar ile aynı pozisyonu paylaşan hayvanların insanlardan daha kuvvetli bir hisse sahip olduğuna dikkat çekmiş ve ona “Bu ana ilkeler, tecrübelerin birikimiyle oluşuyorsa niçin hayvanlarda bu ana ilkelerin bulunmadığı” sorusunu yöneltmek gerektiğini belirtmiştir.

Bilgi elde edilmesini duyu verileriyle sınırlayan ve metafiziği kabul etmeyen pozitivizmin güçlü bir şekilde etkisini hissettirdiği bir dönemde yaşayan Mustafa Sabri, bu anlayışla güçlü şekilde mücadele edebilmek için -ikisi de kelâm sistemine uygun bir bilgi yolu olmasına rağmen- aklı duyu karşısında yücelten bir tavır sergilemiştir. O, bir ilâh fikrini temellendirebilmek ve savunabilmek için metafiziği ispat konusunda en güçlü kaynak olan akla yüksek bir paye vermek ve böylece din ve ilâh fikrini yıkmaya çalışan anlayışlar karşısında onları müdafaa edebilmek için böyle bir yol izlemiştir. İşte Mustafa Sabri’nin bilgi teorisinde en özel ve en çarpıcı olan husus da aklı duyunun karşısında oldukça yüksek bir mertebeye çıkarmaya yönelik olarak dile getirdiği bu fikirler olmuştur.

Mustafa Sabri öncelikle aklı Allah’ın kullarına yönelik en büyük ihsanı olmaktan başka kullara gönderilmiş ilk elçi ve en büyük mucize olarak nitelendirmiştir. Aklı böyle mücerret olarak yücelttiği gibi onu duyu ile mukayese ederek de taçlandırmıştır. Bu mealde aklın zarurî bilgi sağlarken his ve tecrübenin (duyu) bunu temin edemeyeceğine dikkat çekmiştir. Aklî ilimlerin sağladığı bilginin mucizeyle bile değişmeyeceğini, oysa duyuların ürettiği tabiat bilgilerinin ise hiç değilse mucizeyle, onun bittiği düşünülürse kıyametle değişeceğini ifade etmiştir. Tecrübenin müphem bir şekilde üst üste yığdığı hadiselerin tanziminde aklın ana unsur olduğunu belirtmiştir. His ve tecrübe ile idrak edilen alanlarda dahi aklın rolünün ondan daha üst seviyede olduğu gibi, doğal olarak hissin sözünün geçmediği yerde tüm önceliğin akla ait olduğunu kaydetmiştir. Aklın kullanıldıkça gelişirken duyuların aynı durumda zayıfladığına işaret etmiştir. Aklın bazı eksiklikleri olmakla birlikte aslında bunların, akıldan ziyade akıl sahibinin kusurundan kaynaklandığına dikkat çekmiştir. Dinin değer kazanması için tecrübeye dayanması gerektiği düşüncesini çarpıcı örneklerle reddederek ona akıl yoluyla inanıldığına vurgu yapmıştır. Allah’ın varlığını tam anlamıyla sadece aklın ispat edeceğini, aklın sadece bu konuda değil, her alanda duyudan çok daha güçlü kanıt ürettiğini, ilimle çatışma içerisine girmediği gibi asla Kur’ân’a da aykırı düşmediğini kaydetmiştir. Duygular karşısında da aklın çok üst bir konumu olduğunu söyleyen Mustafa Sabri böylece dini zaten kendisiyle çatışma içerisine girmeyeceğini düşündüğü vahiyle birlikte akıl üzerine bina ederek, güçlü bir yapı oluşturmaya çalışmıştır.

Ahlak ve Siyaset Düşüncesi

Mustafa Sabri, eserlerinde ahlak hakkında müstakil bir fikir manzumesi sunmamakla birlikte ahlaksızlığın kökeni, iman-amel ilişkisi, İslam’ın tesettüre riayeti emredip, erkek-kadın ihtilatını men etmesi ve milliyetçilik gibi konuları incelerken ahlakla ilgili birtakım görüşlerini dile getirmiştir.

Mustafa Sabri, ahlaki eksikliğin nedenleri hakkında fikir beyan ederken müslümanların sonraki nesillerinde ortaya çıkan bu zaafın akla değer verilip kalbin ihmal edilmesiyle açıklanmasına karşı çıkmıştır. Ona göre bu zafiyet ahiret hayatına yeterince itikat edilmemesinden doğmaktadır. Zira bunca kötü amel, ancak, fasit aklın emrine giren akidenin bozulmasıyla izah edilebilir. Eğer bu kişiler, akıllarını düzeltmeye önem verirlerse bu, onları doğru akideye ulaştıracak, o da kişinin ahlaki yükselişine vesile olacaktır.

Mustafa Sabri, imanın mahiyetine dair Ehl-i sünnetin görüşünü savunurken de ahlak ile dinin özdeşleştirilmesi konusuna bakışını yansıtan ifadeler kullanmıştır. Bu noktada kalp ile tasdik ve ikrardan sonra günahın, imana zarar vermemesi anlayışını eleştiren yaklaşımı incelerken dinin ahlaka indirgenmeye çalışıldığına dikkat çekmiştir. İ‛tizâlî ve Hâricî anlayışı bir tarafa bıraktıktan sonra reformist görüşe sahip kimi şahısların amel ile iman arasında kurdukları bağlantı ile ameli yüceltip inancı aşağı seviyeye çekmeye çalıştıklarını belirtmiştir. Ona göre bu düşüncenin temelinde, ibadeti bir tarafa atıp, bütün iyilik ve faziletleri toplayan ahlâkî bir yapı oluşturma gayreti bulunmaktadır. Ancak bu yaklaşım, dine sadece dünyevî açıdan inanmak gibi yanlış bir anlayışı beraberinde getirecektir. Bu görüşte ahlâk ve oradan hareketle dünyevî gelişme esas alınmakta ve âdeta dine sadece ahlâkî müeyyide sağlayabilmek ve onun kuvvetinden faydalanabilmek için varlık atfetme gibi bir anlayış geliştirilmektedir. Bu ifadelerinden Mustafa Sabri’nin ilgili anlayışı savunan modernist kişilerin samimi olmadığı düşüncesine sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Mustafa Sabri, İslam’ın kadınlara yönelik bazı emirler vasıtasıyla tesis ettiği anlayışa vurgu mahiyetinde de ahlakla ilgili bazı açıklamalar yapmıştır. Ona göre her ne kadar tesettür kadınlar için kısmî bir zahmet oluştursa da Allah bu yolla insanlara yüksek bir ahlâk ve fazilet temin etmektedir. Burada fuhşun hangi tür toplumlarda (açık-kapalı) daha yaygın olduğunun ortaya konulması da kendi iddiasını ispat hususunda yeterli olacaktır. Öte yandan Mustafa Sabri ihtilat yasağı açısından da ahlakla ilgili bazı tespitler yapmıştır. Ona göre ihtilat, dans ve benzeri şeylerin –faraza- ardından büyük ahlâksızlığın gelmediği ve bunların sadece başlangıç olduğu kabul edilse bile, bu yapılanların bizzat kendisinin de birer ahlâksızlık olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zira ne İslâm ne de sağlam bir karakter, bir erkeğin şehvetini, tamamen ya da kısmen yabancı bir kadın üzerinden gidermesine de başka erkeklerin kendi ailesinin kadınları üzerinden şehvetini tatmin etmesine de iyi gözle bakmaz. Yine ihtilatın kazandıracağı varsayılan maddî boyutu ile onun kaybettireceği ahlâkî meziyetin birlikte düşünülmesi ve ona göre mukayese yapılması gerekmektedir. Burada evlilik ötesine taşan ilişkilerin ülkenin ahlâkı ve nesline vuracağı darbeler unutulmamalıdır.

Mustafa Sabri, milliyetçilik akımını tetkik ederken de ahlak ile bazı tespitlerini ortaya koymuştur. Buna göre milliyet ile temel ahlaki özellikler arasında kesin bir bağ kurmak doğru değildir. Bazı milletler için ortaya konulabilecek bir kısım ahlâkî özellikler genelde milliyetin değil, ahlâkî hususta gösterilen çabaların ortaya çıkardığı faziletlerdir. Kaldı ki, değil aynı milliyete sahip olmak aynı ebeveynden dünyaya gelmek dahi ahlaki üstünlüğün nedeni olamaz. Nitekim iki kardeşin ahlâkça birbirinden farklı olmaları, kan verasetinin fazilete bir etkisi olmadığını göstermektedir.

Mustafa Sabri’nin, siyaset ile yakın bir ilişkisi olduğu için onun bu konudaki fikirlerine de kısaca temas etmek uygun olacaktır. Ancak öncesinde onun siyasî kimliği hakkında kısa bir değerlendirme yapmak gereklidir. Mustafa Sabri, ilim hayatı kadar siyasî hayatıyla da dikkat çekmiş bir kişiliktir. Onun aktif bir siyasî hayatın içerisinde yer alması, eserleri üzerinden tezahür edecek ilmi hüviyetinin hiç değilse, daha geç bir dönemde parlamasına neden olmuştur. Yine onun bu denli siyaset ile hemhal olması, doğal olarak kendisine yönelik bir kesimin tepkisini beraberinde getirmiş, sert bir üsluba sahip olması ile de bu tepkinin dozajı artmıştır. Özellikle Kuvâ-yı Milliye hareketine karşı çok ciddi bir muhalefet içerisine girmesi, Cumhuriyet dönemine geçiş ile bu karşı duruşunu belki daha da şiddetlendirmesi, kendisinin ilmi hüviyetinin göz ardı edilip siyasî bir figür haline dönüştürülmesine ve dışlanmasına neden olmuştur. İlgili duruşunu ölene kadar bozmaması ile de artık o, zihinlerde “azılı bir muhalif” olarak yer etmiş ve kendisinin ilmi birikimi, mütefekkir kimliği ve muhtelif eserleri gölgede kalmıştır.

Bu değerlendirmeyi takiben Mustafa Sabri’nin niçin siyaset hayatına atıldığına dönük ipuçlarını da içeren görüşlerine geçilebilir. O, eserlerinde hem İslam’ın bu kurumu nasıl gördüğüne hem de bir ilim adamının bu konuda nasıl bir tavır alması gerektiğine dair fikir yürütmüştür. Buna göre İslâm, Müslümanlığın en büyük şiarlarından olan “emir bi’l-ma‘rûf ve nehiy ani’l-münker”in en kuvvetli bir şekilde hükümet ve siyaset nezdinde kendisine bir alan bulduğunu çok iyi bildiği için o, asla siyaseti bırakmaz. “Allah’ın hakkını Allah’a, kralın hakkını krala veren” Hıristiyanlık, hükümet ve siyasete karışmamayı kabul edebilirse de İslâm hükümet ve siyasetten elini asla çekmez. Bu anlamda İslâm, diğer dinlerle kıyası kabul etmeyecek bir özelliğe sahiptir.

Mustafa Sabri, İslam’ın siyasete bakışını bu şekilde algılayınca doğal olarak ulemanın bu kurum ile ilişkisini de aynı bakış açısıyla değerlendirmiştir. Ona göre ulemanın siyasetten men edilmesi, emir bi’l-marûf nehiy ani’l-münker vazifesinin ilk muhatabı olan bu grubu ilgili görevlerinden uzak tutmak anlamına gelir. Peygamber vârisi, vicdanın sesi, toplumun manevî lideri olan ulemanın siyasetten men’i, onların bu niteliklerini ortadan kaldırır. Burada ulemanın kendi söylediklerini yerine getirmemeleri onların emir bi’l-marûf ve nehiy ani’l-münker görevlerini yerine getirmemeleri hususunda bir mazeret değildir. Hocalar halkı uyarmak ve onların ıslahına çalışmak yoluyla görevlerini yerine getirmiş olurlar.

Mustafa Sabri’nin siyasetle ilgili olarak üzerinde en çok durduğu konu ise hilafet meselesi olmuştur. O, hakkında bir kitap yazacak kadar hilafet müessesesine önem vermiş, bu konuda eleştirilerinin merkezine etkinlik düzeylerinden olsa gerek Seyyid Bey (ö. 1925) ile Mısırlı müellif Ali Abdürrâzık’ı (ö. 1966) yerleştirmiştir. Öncelikle Mustafa Sabri din devlet ayrımına şiddetle karşı çıkmış ve bu konuda özellikle İslam’ın diğer dinlerden farklı olduğu hususuna dikkat çekmiştir. Dinin siyasetten ayrılmasının, milletin dini olmasının yeterli olup hükümetin bundan müstağni kalabileceği anlamına geldiğini belirtmiş, bunun kabul edilemez olduğunu vurgulamıştır. Yine hilafetin hükümet gücünü elinde tutması gerektiğine dikkat çekmiş, bu güçten uzak kalan hilafetin bir anlamı olmayacağını savunmuştur. Onun da tıpkı mutlakıyet veya meşrutiyet gibi bir yönetim biçimi olduğunu ifade etmiş, nasıl bu sistemler hükümet gücünden ayrı düşünülemezse hilafet için de aynı şeyin tasavvur edilemeyeceğini söylemiştir. Siyaseti ve otoriteyi kaybeden dinin, onları elinde bulunduran gücün hâkimiyeti altına gireceğini belirtmiş, dinin bu aşamada en iyi ihtimalle himaye edilmek gibi izzetine yakışmayacak bir hal ile karşı karşıya kalacağına işaret etmiştir. 

Mustafa Sabri, hilafetin lüzumuna öylesine kani olmuştur ki onun hakkında tereddüde düşen kişinin ya aklında ya da müslümanlığında bir sıkıntı olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre İslâm hükümeti kurmak anlamında hilafetin lüzumunda bir tereddüt olamaz. Tam anlamıyla Hz. Muhammed’in yolundan gidebilecek kimse yoktur şeklindeki bir düşünceden hareketle hilafete gerek olmadığını iddia etmek doğru değildir. Müminlere hükümet de hilafet de lazımdır. Öte yandan Mustafa Sabri hilafet noktasında mutlaka bir veraset sisteminin gerekli olmadığını, bir melik veya sultanın dışında bir cumhurbaşkanının dahi bu görevi yürütebileceğini söylemiştir. Ayrıca o, muhtemelen siyasî tecrübesinden hareketle hilafeti tek merkezden bütün Müslümanları idare eden bir sistemden çok, onların şeriat ile yönetilmesini sağlayan bir kurum olarak görmüştür. Böylece bütün derdinin İslâmî ahkâmın yürütülebileceği bir coğrafya olduğunu ortaya koymuştur.

Öne Çıkan Eserleri

  • İslâm’da Münakaşaya Hedef Olan Meseleler: sad. Osman Nuri Gürsoy, Sebil Yayınevi, İstanbul 1974.
  • Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi: Evkaf-ı İslamiye Matbaası, Dârülhilafetilaliyye 1335; transk. Sibel Dericioğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul 1998.
  • Dînî Müceddidler: Evkaf-ı İslamiyye Matbaası, İstanbul 1338-1340; Sebil Yayınevi, İstanbul 1969.
  • İslâm’da İmâmet-i Kübrâ: haz. Sadık Albayrak, Araştırma Yayınları, İstanbul 1992.
  • Savm-ı Ramazan (Ramazan Orucu Fidye ile Geçiştirilebilir mi): sad. Osman Nuri Gürsoy, Sebil Yayınevi, İstanbul 1974.
  • Risâle fi’l-Îmân ve’s-Salât ve’s-Savm.
  • Reddî alâ mâ fi’l-Kavli’l-Ceyyid mine’r-Redî.
  • Kemalist Türkiye’nin Din Yanlışları: Derin Tarih Dergisi Eki, sy. 30 (2014).
  • Türkün Başına Gelen Şapka Meselesi: Derin Tarih Dergisi Eki, sy. 59 (2017).
  • en-Nekîr alâ Münkiri’n-Ni'meti mine’d-Dîn ve’l-Hilafeti ve’l-Ümme:  Beyrut, 1924;  thk ve tlk. Hasen es-Semâhî Süveydân, Dâru’l-Kâdirî, Dımaşk 1414/1991; trc. Oktay Yılmaz, İnsan Yayınları, İstanbul 1996.
  • Mes'eletü Tercemeti'’l-Kur'ân: el-Matbaatü’s-Selefiyye, Kahire 1351/1932; trc. Süleyman Çelik, Bedir Yayınevi, İstanbul 1993.
  • Mevkıfü'l-Beşer tahte Sultâni'l-Kader: el-Matbaatü’s-Selefiyye, Kahire 1352; trc. İsa Doğan, Kültür Basın Yayın Birliği, İstanbul 1989.
  • Kavlî fi'l-Mer'e ve Mukârenetuhû bi-Akvâli Mukallideti'l-Ğarb: el-Matbaatü’s-Selefiyye, Kahire 1354/1935; trc. Mustafa Yılmaz, Esra Yayınları, Konya 1994.
  • el-Kavlü'l-fasl beyne'llezîne Yü’minûne bi'l-Ğayb ve'llezîne lâ Yü'minûn: Matbaatü İsa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1361/1942; trc. Abdulkerim Seber, Tibyan Yayıncılık, İzmir 2018.
  • Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-âlem min Rabbi’l-Âlemîn ve İbâdihi’l-Mürselîn: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut 1401/1981; çev. İbrahim Sabri Efendi, sad. Osman Erdem, Gül Neşriyat, İstanbul 2005-2013.
  • Mustafa Sabri Efendi, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır Ulemasıyla İlmi Münakaşaları I-II, trc. İbrahim Sabri Efendi, Türkçesi Osman Erdem, Gül Neşriyat, İstanbul 2005-2013.
  • Yusuf Şevki Yavuz, “Mustafa Sabri Efendi”, DİA, c. 31 (2006), s. 350-353. 
  • Tevfik İslam Yahya, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, trc. Zakir Aras, Çizgi Yayınları, İstanbul 2017.
  • İbrahim Bayram, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Dinî Düşüncesi, Klasik Yayınları, İstanbul 2019.

Atıf Bilgisi

Mustafa Sabri Efendi. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/mustafa-sabri-efendi/196