- A +

Doğusunda Lut Gölü, batısında Akdeniz bulunan Kudüs, bu eksende uzanan sıradağlar üzerinde kurulmuş kadim bir şehirdir. Doğu tarafında yer alan çöller gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkını artırsa da şehirde Akdeniz ikliminin tesiri açıkça görülmektedir. Bu yönüyle genel olarak ılıman bir iklime sahiptir. Filistin bölgesinde yer alan şehrin kuzeyinde Nablus, güneyinde ise el-Halil şehri yer almaktadır. Kudüs’ün adı eski Mısır tabletlerinde “Uru-Şalim” ve “Beyt-Şulmanu” olarak geçmektedir. Bugün İbranice “Yeru-şalim” kullanımının da buradan geldiği söylenir. Müslümanlar tarafından şehir için ilk olarak “Beytülmakdis” ismi kullanılmışken Osmanlılar döneminde “Kuds-i Şerif” ismi tercih edilmiştir.

Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm tarafından kutsal kabul edilen Kudüs şehrinin geçmişi bu dinlerin öncesine kadar uzanmaktadır. Kenti inşa eden ve burada hâkimiyet kurduğu bilinen ilk millet Kenanîlerin bir kolu olan Yebûsîlerdir. M.Ö. 1500’lü yıllara kadar bölgedeki hâkimiyetini koruyan Yebûsîler, bu tarihlerde Kuzey Suriye’de kurulan Mitanni Krallığının sürekli saldırılarına maruz kalmışlardır. Mısırlıların Yebûsîleri büyük bir tehdit olarak görmesiyle birlikte iki millet arasında başlayan mücadele, Megiddo savaşıyla son bulmuş ve nihayetinde Kudüs’ün de yer aldığı bölgenin yönetimi Mısırlılara geçmiştir. Mısırlıların Kudüs’teki hâkimiyetine son verecek gelişmeler ise M.Ö. 1274 yılında Hititlerle gerçekleşen Kadeş Savaşıyla başlamıştır. Özellikle bu dönemde Mısır’da bulunan İsrailoğullarına uygulanan baskı ve zulümlerin giderek artması, İsrailoğullarının Sina Çölü’nü aşarak Arz-ı Mevʽûd olarak isimlendirdikleri topraklara gelmesine neden olmuştur.

İsrailoğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra Filistin topraklarına girmiş ve Hz. Davud’un krallığı döneminde Kudüs, krallık merkezi haline getirilmiştir. Yebûsîlerin Sion Hisarını yeniden imar eden Hz. Davud, burayı kendisine saray yaparak Kudüs’e getirdiği ahit sandığını da burada muhafaza etmiştir. Hz. Davud’un M.Ö. 1015’te vefatıyla tahta geçen oğlu Hz. Süleyman, krallığın sınırlarını genişletmiş ve Kudüs’te yürüttüğü inşa faaliyetleriyle burayı dinî bir merkeze dönüştürmüştür. Kudüs’te büyük bir mabet ile şehri kuşatan surları ve Beytüllahim’in güneyinde bulunan su havuzlarını inşa etmiştir. Hz. Süleyman’ın M.Ö. 975’te vefatından sonra krallık düzeni bozulmuştur. Bu dönemden sonra Kudüs’ün hâkimiyeti M.Ö. 713’te Asurlulara, M.Ö. 597’de ise Babillere geçmiştir. Babiller Süleyman Mabedini yıkmışlar ve yaptıkları baskılar sonucu Yahudilerin şehri terk etmesine neden olmuşlardır. Yahudiler ancak M.Ö. 538’de Pers İmparatoru Kyros’un Kudüs’e hâkim olmasıyla şehre geri dönme fırsatı yakalamışlardır. Kudüs’e geri döndükten yirmi sene sonra ise yıkılan Süleyman Mabedi’nin tekrar inşa etmişlerdir.

Pers İmparatorluğu’nun Kudüs’teki hâkimiyetine M.Ö. 332 yılında Makedonya Kralı Büyük İskender son vermiştir. Ancak Büyük İskender’in M.Ö. 323 yılında ölümünün ardından komutanlarından Seleukos Suriye’de, Ptolemaios ise Mısır’da iki Helenistik krallık kurmuşlardır. Kudüs bir süre Ptolemaios Krallığının hâkimiyetinde kalmış, akabinde Seleukosların kontrolüne geçmiştir. Bu dönemde Süleyman Mabedi yağmalanıp üzerine birtakım Grek tanrı heykelleri yapılmış ve Yahudiler bu heykellere tapmaya zorlanmıştır. Nihayetinde Makabilerin çıkardığı büyük isyanla Seleukosların Kudüs’teki hâkimiyetine M.Ö. 164’te son verilmiştir. M.Ö. 63 yılında ise Roma İmparatoru Pompei’nin Makabilerin taç kavgasına müdahalesiyle Kudüs’te Romalılar devri başlamıştır. Roma hâkimiyetindeki Kudüs türlü yıkım ve katil olaylarına maruz kalarak Yahudilerin zaman zaman isyan etmelerine yol açmıştır. Bunlar arasında Roma prens veliahtı Titus’un M. 70 yılında Kudüs’teki kutsal mekânları yağmalaması üzerine başlayan Yahudi isyanı ve özellikle 132-135 yılları arasında yaşanan büyük isyan sonunda Yahudiler bir kez daha Kudüs’ten sürgün edilmişlerdir. Yaşanan bu olayların ardından Romalılar, Kudüs’ü kendi medeniyetlerine göre yeniden imar etmeye başlamıştır. Özellikle Hz. İsa’nın Filistin topraklarında dünyaya gelmesi Kudüs’ü daha da kutsal kılmış ve 312 yılında İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesiyle Kudüs’te çeşitli mabetler inşa edilmiştir. Bunların en büyüğü ise 326’da kralın annesi Helena tarafından inşa ettirilen Kıyamet Kilisesi’dir. Yine 335 yılında İmparator Konstantin’in emriyle Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inandıkları yerde Merkad-ı İsa Kilisesi inşa edilmiştir. Hıristiyanlığın etkilerinin gitgide artmaya başladığı Kudüs, 614’te Sâsânî saldırısına uğramış ve bu saldırıda doksan bin Hıristiyan katledilerek Kıyamet Kilisesi ve daha birçok kilise yakıp yıkılmıştır. On beş sene kadar Sâsânî hâkimiyetinden sonra şehir 629’da Bizans İmparatoru Heraklius tarafından kurtarılmış ve Sâsânîlerin aldıkları kutsal haç Kudüs’e geri getirilmiştir. Ancak Bizans’ın Kudüs’teki bu hâkimiyeti on yıl kadar sürmüş ve Müslümanların bölgeyi fethetmesiyle birlikte Kudüs’te yaklaşık on iki asırlık Müslüman hâkimiyeti başlamıştır.

Kudüs’ün Müslümanların hâkimiyetine geçişi Hz. Ömer’in hilafeti dönemine rastlamaktadır. Filistin ve çevresinin fethine komutan tayin edilen Amr b. el-Âs, bu bölgede bulunan pek çok şehri fethettikten sonra Hz. Ömer’in talimatıyla öncü birlik olarak Kudüs’ü kuşatmıştır.  Suriye orduları komutanı Ebû Ubeyde de emrindeki birliklerle bölgeye gelerek kuşatmaya katılmıştır. Kudüs şehrinin ileri gelenleri ve halk, İslâm ordusuna mukavemet gösteremeyeceklerini anlayınca herhangi bir çarpışma olmaksızın şehri Müslümanlara teslim etmişlerdir. Hz. Ömer durumdan haberdar edilince hemen Medine’den Şam’a doğru hareket etmiş ve Câbiye’de komutanlarıyla bir araya gelerek Kudüs’e geçmiştir. Kudüs’te bir müddet kalan Hz. Ömer, yanına gelen Kudüs Patriği Sophronios ile görüşerek 638 yılında Kudüslü gayrimüslim halkın cizye ve haraç ödemeleri karşılığında şehirde yaşamalarına izin veren emannameyi kendilerine vererek şehri teslim almıştır. Kudüs, bu tarihten itibaren İslâm medeniyetine göre imar edilmeye başlanmıştır. Hz. Ömer’in inşa ettiği cami ile Hz. Osman’ın Silvan bahçelerinin gelirlerini Kudüs’te yaşayan fakir Müslümanlara vakfetmesi bunun ilk örneklerini oluşturmaktadır. Müslümanların yönetimindeki Kudüs’e sahabi de oldukça ilgi göstermiş ve kırka yakın sahabi bu kutsal şehri ziyaret etmiştir. Bunlar arasında yer alan Muaz b. Cebel, Ubâde b. Sâmit ve Ebü’d-Derdâ’nın hanımı Ümmü’d-Derdâ, Müslümanların Kudüs’teki ilk ilmî faaliyetlerini gerçekleştirmişlerdir.

Kudüs’te dört halife devrinde başlayan imar ve ilim faaliyetleri bundan sonra şehre hâkim olan bütün İslâm devletleri tarafından devam ettirilmiştir. Özellikle etrafı surlarla çevrili Harem-i Şerif bölgesi, bu faaliyetlerin merkezini oluşturmuştur. Bu minvalde Emevîler döneminde Halife Abdülmelik b. Mervân’ın 691 yılında, Hz. Muhammed’in Miraç hadisesinde üzerine basarak göğe yükseldiği Hacer-i Muallak üzerine inşa ettiği Kubbetü’s-Sahrâ ile yine onun zamanında inşasına başlanan ve 702 yılında Halife Velid b. Abdülmelik zamanında tamamlanan Mescid-i Aksâ (Kıble Mescidi) Kudüs’ün günümüze kadar ulaşan en eski İslâmî yapılarıdır. Abbâsîlerin iktidara geldiği dönemde başşehrin Bağdat olması Suriye ve Filistin bölgelerini nispeten geri planda bıraksa da Kudüs, kutsal şehir olma özelliğini her daim korumuştur. Abbâsî halifelerinin birçoğu Kudüs’e ziyarette bulunmuşlardır. Bunlar arasında iki defa Kudüs’ü ziyaret eden Halife Ebû Cafer el-Mansur 737 yılındaki ikinci ziyaretinde aynı sene meydana gelen depremde zarar gören Mescid-i Aksâ’yı yeniden inşa etmiştir. Halife Me’mun ise Harem-i Şerif’in doğu ve kuzey kapılarını yaptırmıştır. Halife Muktedir-Billah’ın annesi ise Kubbetü’s-sahrâ’ya dört kapı hediye etmiştir. Bu dönemde Kudüs’teki ilmî faaliyetler daha çok Mescid-i Aksâ ve Kubbetü’s-sahrâ’da yürütülmüştür. Mukâtil b. Süleyman, Evzâî, Süfyân es-Sevrî, Muhammed b. İdris eş-Şâfiî gibi önemli fakihlerin yanı sıra İbrahim b. Edhem, Râbia el-Adeviyye ve Bişr el-Hafi gibi meşhur mutasavvıflar dönemin ilmî faaliyetlerine öncülük eden isimler arasındadır.

Abbâsîlerden sonra Kudüs, sırasıyla Tolunoğulları, İhşîdîler ve Fâtımîlerin hâkimiyetine geçmiştir. 969-1071 yılları arasında Fâtımîlerin idaresindeki Kudüs, bu dönemde çeşitli bedevi gurupların mücadelelerine sahne olmuştur. Fâtımîlerden sonra ise çeyrek asır boyunca Selçuklu-Türkmen hâkimiyetinde kalmıştır. Ancak 1098 yılında Büyük Selçukluların içinde bulunduğu karışıklıklardan istifade eden Fâtımîler şehri tekrar ele geçirmiştir. Fâtımîler döneminde tıp, botanik ve eczacılık eserleriyle tanınan Muhammed b. Ahmed et-Temîmî, Selçuklular döneminde ise Ebû Hâmid el-Gazzâlî, Ebû Rendeka et-Turtûşî ve Ebû Bekir İbnü’l-Arabî gibi âlimler Kudüs’te ilmî faaliyetlerde bulunmuşlardır. Özellikle çıktıkları hac yolculuğunda Kudüs’ü de ziyaret eden bu âlimler, şehirde kaldıkları müddetçe Mescid-i Aksâ ve Kubbetü’s-sahrâ’da düzenledikleri meclislerle Kudüs’teki ilmî faaliyetlere katkı sağlamışlardır.

Fâtımîlerin Kudüs’teki ikinci hâkimiyet dönemleri bir yıl kadar sürmüş ve şehir 1099’da Haçlılar tarafından işgal edilmiştir. Seksen sekiz yıl boyunca Haçlılar kontrolünde kalan Kudüs, 1187’de Selâhaddin Eyyûbî tarafından geri alınmıştır. Eyyûbîler döneminde Kudüs’te Salâhiyye, Efdaliyye, Muazzamiyye, Nahviyye medreseleri, Meğâribe Camii, Miraç Kubbesi, Musa Kubbesi, Yusuf Kubbesi, Gavanime Kapısı Minaresi, Hâtuniye Medresesi, Melik İsa el-Muazzam Su Sarnıcı, Nûreddin Zengî Minberi inşa edilmiştir. Selâhaddin Eyyûbî tarafından kurulan Salâhiyye Medresesi’nde Bahâüddin b. Şeddad, Mecdüddin b. Cehbel, Fahreddin b. Asâkir, İbnü’s-Salâh eş-Şehrezûrî ve İzzeddin b. Abdüsselâm gibi önde gelen âlimler müderrislik yapmışlardır. Oğlu Melikü’l-Efdal’in inşa ettiği Efdaliyye Medresesi’nin Mâlikî fakihlere, Dımaşk meliki el-Melikü’l-Muazzam’ın inşa ettiği Muazzamiyye Medresesi’nin ise Hanefî fakihlere vakfedilmesi Eyyûbîlerin sadece Şâfiî mezhebinden olanlara fırsat tanımadığını, ilmin gelişmesi için diğer mezheplere de önem verdiğini göstermektedir. Diğer yandan bu dönemde kurulan Nahviyye Medresesi’nde nahiv başta olmak üzere aruz, belâgat ve edebiyat gibi Arap dili ilimleri okutulmuştur.

1250-1260 yılları arasında Suriye’deki Eyyûbîler ile Mısır’daki Memlükler arasında birkaç defa el değiştiren Kudüs, 1260 Aynicâlût savaşında alınan zaferin ardından Memlüklere geçmiştir. Hilâl-haç mücadelesinin merkezini oluşturan Kudüs’ün Eyyûbîler tarafından tekrar Müslümanların yönetimine geçmesiyle birlikte yürütülen imar faaliyetleri şehrin dinî ve ilmî bir hüviyet kazanmasını sağlamıştır. Memlükler de bu anlayışı devam ettirerek Kalavun Camii, Meğâribe Kapısı ve Silsile Kapısı minareleri, Kayıtbay Sebili, Narenciye Havuzu, Burhâneddin Minberi, Fahriyye, Düveydâriyye, Fahriyye, Tenkiziyye, Fârisiyye, Eşrefiyye, Melikiyye, Câviliyye, Hâtuniyye, Esʻardiyye, Aragon, Emîniyye, Bâsitiyye, Mencikiyye ve Osmaniyye medreselerini inşa etmişlerdir. Mimarî yapılar arasında dikkat çeken medreselerin büyük bir kısmı Memlük sultanları ve emirleri tarafından inşa edilmiştir. Memlük sultanı el-Melikü’l-Eşref Kayıtbay’ın Harem-i Şerif içerisinde inşa ettiği Eşrefiyye Medresesi aynı zamanda bir hankâh vazifesi görmekteydi. Bu bakımdan Eşrefiyye vakfından müderris ve talebelerin yanı sıra sufiler de yararlanmaktaydı. Emir Tenkiz en-Nâsırî’nin inşa ettiği Tenkiziyye Medresesi ise Hanefîlere ait dârülhadis, ribat ve mescitten oluşan bir külliye özelliği taşımaktaydı. İsfahan Şah Hâtun’un Osmaniyye Medresesi ile Molla Fenârî’nin Fenâriyye Medresesi ise Memlükler döneminde kadınlar ve âlimler tarafından kurulan medreselere birer örnektir.

Kudüs’ün Osmanlı topraklarına ilhakı I. Selim’in saltanatı (1512-1520) zamanında gerçekleşmiştir. 24 Ağustos 1516 günü Osmanlı ve Memlük orduları Halep civarında bulunan Mercidâbık ovasında karşılaşmış ve bu savaş Osmanlı Devleti’nin muzafferiyeti ile sonuçlanmıştır. Şam’da konaklayan I. Selim, 16 Aralık 1516’da Şam’dan Mısır’a doğru harekete geçmiştir. 28 Aralık 1516’da Remle’nin yakınındaki Calculiye isimli yerde iken Gazze’de gerçekleşen Han Yunus savaşının zaferle sonuçlandığı haberini almıştır. Han Yunus zaferiyle birlikte Osmanlı Devleti, Filistin bölgesinin tamamını hâkimiyeti altına almıştır. I. Selim, 31 Aralık 1516’da Kudüs’teki Mescid-i Aksâ, Kubbetü’s-sahrâ, Halilurrahman ve diğer kutsal mekânları ziyaret etmiş ve buradaki âlimlere ve fukaraya bolca ihsanda bulunmuştur. Kendisinden sonra tahta geçen oğlu I. Süleyman döneminde (1520-1566) Kudüs’te surlar ile bazı dinî yapıların tamiri ve kente ait suyollarının yeniden inşası gerçekleştirilmiştir.  I. Süleyman’ın hasekisi Hürrem Sultan tarafından Kudüs’te inşa edilen Haseki İmareti ise Kudüs ve civarında bulunan sancakların en büyük imareti olma özelliğini taşımaktadır. Osmanlı Devleti’nin XVI. yüzyılda Kudüs’te gerçekleştirdiği bu imar faaliyetlerinin yanı sıra şehrin idaresinde gayrimüslimlere tanıdığı inanç ve ibadet özgürlüğü, burada güven ortamı oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak Kudüs’teki bu güven ortamı, yüzyılın sonlarına doğru yerel yöneticilerin halka yönelik baskıları neticesinde zedelenmiştir.  Durumdan şikâyetçi olan Kudüs halkının İstanbul’a taşıdığı davalar, hukuka ve teamüllere aykırı münferit tutumların yaşandığını ortaya koymaktadır. Bu gelişmeler, Kudüs’ün merkezî yönetimle bağlarının zayıflamasına ve dolayısıyla idari düzenin yerelleşmesine neden olmuştur. Bir müddet bölgedeki yerel hanedanlar tarafından yönetilen Kudüs, XVII. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde merkezden atanan yöneticiler tarafından yönetilmiştir. Ancak XVIII. yüzyıla gelindiğinde yerel hanedanların eşraf ve halkla kurduğu ittifak zaman zaman Kudüs’te bazı isyanların çıkmasına neden olmuştur. XVIII. yüzyılın sonunda Fransız komutan Napolyon Bonapart’ın Kahire’yi işgaliyle bölgede yaşanan hareketlilikten Kudüs de etkilenmiştir. Filistin bölgesinde başlayan siyasi istikrarsızlık Kudüs’te yaşayan Müslüman ve gayrimüslim halk arasında gerginlik yaşanmasına neden olmuştur. Bu dönemin dikkat çeken en önemli özelliği bölgedeki yöneticilerin Kudüs üzerinden giriştikleri nüfuz mücadeleleridir. Nitekim Hicaz’daki Vehhâbî tehlikesini bertaraf ederek oldukça güç kazanan Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanıyla birlikte Kudüs, 1831’den 1841’e kadar Mısır yönetimine geçmiştir. 1841’de Osmanlı Devleti yönetimi tekrar eline aldığında Tanzimat döneminin de etkisiyle şehirde yeni kurumlar ihdas edilmiştir. 1863’te Kudüs Belediyesi açılmış, 1865’te telgraf sistemi kurulmuş, 1868’de Yafa karayolu açılmıştır. 1868’de inşa edilen hükümet konağı ise payitaht İstanbul ile olan irtibatta önemli bir işlev görmüştür. 1871 Vilayet Nizamnamesinin çıkarılmasının ardından Kudüs, doğrudan merkeze bağlı bir mutasarrıflık haline getirilmiştir. Diğer taraftan XIX. yüzyılın sonlarına doğru Theodore Herzl ve Baron Edmond de Rothschild’in destekleriyle Filistin’e gerçekleşen Yahudi göçleri bölgede Avrupalı nüfusun artmasına neden olmuştur. Siyonizm hareketinin bir uzantısı olarak Yahudilerin Kudüs başta olmak üzere Filistin’de bir araya gelmeleri ve bu toprakları yurt edinmeleri, Sultan II. Abdülhamid’in (1876-1909) politikalarına aykırı olduğundan buna karşı gerekli tedbirler alınmıştır. Ancak Rothschild ailesinin, göçleri sessizce yürütmesiyle Yahudiler özellikle Hayfa ve Gazze arasında satın aldıkları topraklarda koloniler kurmuşlardır. Nihayetinde 1917’de İngilizlerin işgaliyle birlikte Kudüs ve Filistin’de dört asırlık Osmanlı yönetimi de son bulmuştur. İngiltere 2 Kasım 1917’de yayımladığı Balfour Deklarasyonu’yla Filistin’e yerleşmek isteyen Yahudilere desteğini açıkça ilan etmiştir.  Böylelikle Araplar ile Yahudilerin karşı karşıya gelmesine neden olan İngiliz manda yönetimi, Filistinli Arapların Yahudi göçlerine karşı verdikleri tepkilerin büyümesine ve kurumsallaşmasına izin vermemiştir. Dünya Siyonist kurumuna bağlı olarak hareket eden Yahudi Ajansı’nın, Filistin’e göç eden Yahudileri planlı bir şekilde kıyı şeritlerine yerleştirmeleri pek de zor olmamıştır. Ancak Araplar ile Yahudilerin bölgedeki nüfuz mücadeleleri gitgide şiddetlenince devreye Birleşmiş Milletler girmiş, fakat 29 Kasım 1947’de aldığı karar her iki tarafı da memnun etmemiştir. İngiliz Hükümeti bu karara uymayarak Filistin’deki manda yönetimini sonlandırınca Yahudi Ajansı 14 Mayıs 1948’te İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir. Bu tarihten itibaren İsrail Devleti ile bölgedeki Arap devletleri arasında birçok savaş meydana gelmiştir. 1948-1949, 1956, 1967, 1973 ve 1982’deki savaşlarda İsrail Devleti, Filistin’deki topraklarını sürekli genişletmiştir. 1993 yılında yaşanan Filistin İntifadası sonrasında ABD önderliğinde Oslo barış süreci başlatılmıştır. Ancak bu süreç orantısız güç kullanan İsrail’in, Kudüs şehri ve Filistin bölgesinin tamamında işgal faaliyetlerini engelleyememiştir. Hatta günümüzde ABD başta olmak üzere bazı devletlerin desteğiyle İsrail Hükümeti, Kudüs’ü başkent ilan etmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Kudüs’teki ilmî kurumlara yönelik faaliyetleri ise daha çok kadim vakıfların tamir ve ihya edilmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Bunda Eyyûbîler ve Memlükler döneminde vakıflar aracılığıyla meydana getirilen dinî ve ilmî müesseselerin sayıca fazlalığı etkili olmuştur. Bu yönüyle her ne kadar Şam ve Kahire’deki seviyeye ulaşamasa da Eyyûbîler ve Memlükler döneminde Kudüs’te oluşan ilmî gelenek, Osmanlılar tarafından aynıyla devam ettirilmiş ve medreselere vakıflar yoluyla yapılan tahsislerle ilmî faaliyetler desteklenmiştir. XVII. yüzyılın sonunda Kudüs’te bulunan elli dört medreseden kırk dördü aktif olarak hizmet verirken bu sayı XVIII. yüzyılın ikinci yarısında otuz üçe düşmüştür. XVIII. yüzyılda Kudüs’teki ilmî faaliyetlere öncülük eden kırk sekiz âlimden on biri başka memleketlerden Kudüs’e gelmiştir. Âlimler arasında Şâfiî, Hanefî, Mâlikî ve sayıları az da olsa Hanbelî mezhebinden olanlarla birlikte aralarında Kâdirî, Halvetî ve Rifâî tarikatlarına mensup olanlar da bulunmaktaydı. Böylelikle bu âlimler Kudüs’teki tasavvuf hareketlerine de öncülük etmişlerdir. Özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda Hüseynî, Halidî, Aselî ve Alemî gibi seçkin ailelerin ilimle meşgul olan fertleri, Kudüs’teki kadılık, müftülük, nakîbüleşraflık ve şeyhülharemlik gibi bazı görevleri uhdelerine geçirmişlerdir. Osmanlı döneminde Kudüs’te ilmî faaliyetlerde bulunan meşhur âlimler arasında Mücirüddin el-Hanbelî, Abdülganî Nablûsî, Musa el-Hâlidî ve Şeyh Muhammed el-Halilî’nin isimlerini zikretmek mümkündür.


  • Abdalqader Steih, “Osmanlı Devleti ve 18. Yüzyılda Kudüs Şehrine Ders Vermek İçin Gelen Âlimler”, Osmanlı Döneminde Kudüs’te İlmi Hayat ve Eğitim Uluslararası Sempozyum Bildirileri, ed. Zekeriya Kurşun, Ahmet Usta, İstanbul 2020, s. 11-24.
  • Abdullah Çakmak, 19. Yüzyılın Başlarında Kudüs, İLEM Yayınları, İstanbul 2020.
  • Alaattin Dolu, Osmanlı Kudüs’ü Kent Kimliği, Nüfuz ve Meşruiyet (1703-1789), Küre Yayınları, İstanbul 2020.
  • Arif Başa el-Arif, Târîhu’l-Kuds, Dârü’l-Maarif, Kahire [t.y].
  • Can Deveci, “Balfour Deklarasyonundan İsrail’in Kuruluşuna: Filistin’in İşgali”, Huzuru Bekleyen Şehir: Kudüs, ed. Osman Aydınlı, İlim Yayma Vakfı Yayınları, İstanbul 2020, s. 130-139.
  • Harun Yılmaz ve Muhammed Enes Midilli, “Kudüs’te İlmî Hayat, Ulemâ ve Eğitim Müesseseleri”, Huzuru Bekleyen Şehir: Kudüs, ed. Osman Aydınlı, İlim Yayma Vakfı Yayınları, İstanbul 2020, s. 232-247.
  • M. Lütfullah Karaman, “Filistin”, DİA, c. 13 (1996), s. 89-103.
  • Mim Kemal Öke, Osmanlı İmparatorluğu, Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880-1914), Üçdal Neşriyat, İstanbul 1982.
  • Ömer Faruk Harman, “Kudüs”, DİA, c. 26 (2002), s. 323-327.
  • Thierry Zarcone, Kudüs’teki Orta Asyalı ve Hintli Sufi Hacılar, çev. Berna Akkıyal, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2012.
  • Yasemin Avcı, Değişim Sürecinde Bir Osmanlı Kenti: Kudüs (1890-1914), Phoenix Yayınevi, Ankara 2004.

 


Atıf Bilgisi

Kudüs. İslam Düşünce Atlası, https://islamdusunceatlasi.org/mekanlar/kudus/182