Medinetü’z-Zehra Sarayı
(365/976)
Endülüs’te hilafetini ilan etmesinin üzerinden birkaç sene sonra yönetim merkezini Kurtuba’dan taşıyan III. Abdurrahman, şehrin 5 ila 8 km. kuzeybatısında yer alan Cebelülarûs/Sierra Morena dağının güney eteklerine yeni bir saray inşa ettirmiştir. el-Zehrâ adını taşıyan bu saray, sonradan etrafına yerleşen halk ile bir şehir ölçeğine erişmiş, zamanla Kurtuba şehri ile bitişecek hale gelmiştir (İbn Havkal, 2014, s. 104). Dağın eteğinden Vâdii’l-Kebîr/Guadalquivir Nehri’ne doğru uzanan yamaçta teraslar halinde dağıtılarak inşa edilen saray, 1500x750 m. ebatlarında devasa bir alanı kaplamaktadır. Dönemin tarihçileri tarafından kitaplara konu olan bu yapı kompleksi, 981 yılında vezir el-Mansur döneminde terkedilmiş olup, ülkede meydana gelen iç karışıklıkların ve istilaların akabinde ciddi tahribat görmüştür. 1236 yılında Kurtuba şehri İspanyolların eline geçtiği vakit, Medinetü’z-Zehrâ Sarayı uzun zaman önce bir harabeye dönüşmüş, bu harabedeki mimari elemanlar İspanyol yapılarında kullanılmak üzere adeta bir kaynak teşkil etmiştir. 1910 yılında Ricardo Velazquez Bosca adlı İspanyol bir mimar tarafından keşfedilen saray, sonraki dönemlerde yapılan kazılarla gün yüzüne çıkartılmıştır (Küçüksipahioğlu, 2003, s. 321).
Miladî 936 yılında inşaatına başlanılan saray/şehir, bulunduğu topoğrafyanın koşullarına göre şekillenmiş, üç katman üzerine kurulmuştur. Öyle ki bir üst katmandaki yapıların zemini, bir alt katmandaki yapıların çatısına denk gelmektedir. Şehrin en üst katmanında saray yapıları, harem dairesi, yönetim birimleri, askeri yapılar ve iç kale bulunmaktadır. Orta kısmında yeşil alanlar ve bahçeler bulunmakla birlikte, alt kısmında hizmetlilere ve kölelere mahsus evler bulunmaktadır. Sonradan halkın buraya evlerini yapması için başta maddi yardım olmak üzere pek çok teşvikte bulunulmuş, çarşılar, hamamlar yapılmış ve bir de Mescid-i Cuma inşa edilmiştir. Dikdörtgen bir şekle sahip bu şehrin etrafı, güney, doğu ve batı tarafından kulelerle takviye edilen surlarla çevrilmiş olup, Emevî kale ve sur mimarlığının kesin şeklini almış örneklerinden birini oluşturur.
Taş, tuğla ve mermer sütunlardan müteşekkil sarayın inşaatında 1013’ü Kuzey Afrika’dan, 140’ı Bizans’tan, 19’u Frank İmparatorluğu’ndan olmak üzere yaklaşık 4300 adet sütun kullanılmış, her gün inşaat mahalline 6000 yontma taş, 11.000 yük kum ve kireç getirilmiştir. Dönemin tarihçileri, 10.000 ila 12.000 işçinin çalıştığını nakletmekte olup, inşaatın baş mimarının Mesleme b. Abdullah olduğunu bildirirler (Küçüksipahioğlu, 2003, s. 321). İspanyol sanat tarihçisi José Pijohan, Abdullah b. Yunus, Hasan b. Muhammed, Ali b. Cafer adlı üç mimarın varlığından bahsetse de, el-Makkari (ö. 1631) bu kişilerin Kuzey Afrika’dan malzeme temin eden müteahhitler olduğunu belirtir (Yetkin, 1959, s. 65). Toplam vergi gelirinin üçte biri yapının inşaatına ayrılmış (yaklaşık 2.000.000 dinar), ne kadar sürdüğü ihtilaflı olmakla birlikte inşaat yıllarca devam etmiştir.
Şehrin üst kesiminde bulunan saray, II. Hakem döneminde yaptırılan üstü kapalı bir terasa sahip olup, önünde geniş bir avlu bulunmaktadır. Sarayın merkezinde üç salon bulunmakla beraber, ortadaki salondan, sağ ve sol taraflardaki salonlara, kemerlerle açıklığı sağlanmış birer kapıyla, bu iki salona da diğer birimlerden üçer kapı ile irtibat kurulmaktadır. Merkezî üç salonun boyları 20 metreye ulaşırken, ortada kalan salonun eni yaklaşık 7 metreyi, yan taraflardaki salonların enleri ise yaklaşık 6 metreyi bulmaktadır. Toplamda beş bölmeye(sahın) ayrılmış olan saray, Kurtuba Ulu Camii ile benzer mimari özellikler barındırmaktadır. Bu merkezi salonlardan ikisi “Elçiler Salonu” ve “Dîvân-ı Âmme” olarak bilinen kabul salonları olup, üçüncüsü Dîvân-ı Hâss’a ayrılmıştır. Sarayın girişinde resim, heykel ve diğer sanatlara ait pek çok ürün bulunmakla birlikte, yapıda altın kaplamalar, zümrüt, yakut, mermer ve inciyle süslemeler ve kufi yazılar kullanılarak renkli bir tezyinat oluşturulmuştur.
Sarayın biraz uzağında, aşağı kısımlarında kalan bölgede 1944 yılında yapılan kazılarla, mimari ve tezyini açıdan daha zengin başka bir bina ortaya çıkarılmıştır. Bulunan bir kitabeden 953-956 yılları arasında III. Abdurrahman tarafından inşa edildiği anlaşılan bu yapı, sarayla benzer mimari özellikler taşıyor olup, güney tarafa doğru açılmaktadır. Ayrıca salonun genişliğince uzanan üstü kapalı bir terasa ve her iki yanında bahçe ile bağlantılı olan iki salona sahiptir. Bu salonlar, “Doğu Salonu” ve “Batı Salonu” olarak adlandırılmakla birlikte misafirlere ve resmi görüşmelere tahsis edilmiştir (Küçüksipahioğlu, 2003, s. 321). “Salon Rico” olarak da bilinen Doğu Salonu, tavan kirişleriyle ve kiremit kaplı bir çatıyla örtülen, üç bölümlü (sahınlı) bir alana sahip olup, genişliğince uzanan üstü kapalı bir terasa sahiptir. Bu salonda iç mekânı taşıyan atnalı şeklinde altı adet kemer bulunup, iki dizi sütuna oturtulmaktadır. Bu kemerlerin dış çevresi, iç kavisle şaşalı bir görüntü oluşturmakta ve işlemeleriyle zengin bir tezyinat sunmaktadır. Salon Rico’nun duvarları ile tavanı altın kaplama olup, zemini farklı renklerde ve kalınlıklarda mermer ile döşenmiştir. Salonun ortasında altın nakışlı bir havuz bulunmaktadır. Bu havuzun etrafında mücevherler ile süslenmiş envaı çeşit hayvan heykelleri bulunup, ağızlarından su akıtmaktadır. Bu salonun doğusunda başka birimler ve küçük bir hamam mevcut olup, çevresinde çok sayıda bahçe ve havuzlarla çevrelenmiş bir köşk yer almaktadır.
Sarayın batı kısmında başka yapılarda kazılarla açığa çıkartılmıştır. Kare şeklinde olan bu yapılar, çok sayıda odalara ve irili ufaklı avlulara sahip olup, sarayın etrafında yaşayan halifenin yakınlarına, askeri şeflere, muhafızlara, devlet memurlarına, yöneticilere ve yönetim birimlerine tahsis edildikleri düşünülmektedir. 943-944 tarihlerinde tamamlanan şehrin en alt katmanında konumlanan Mescid-i Cuma ise, dikdörtgen bir şekle sahip olup, güneydoğuya doğru uzanmaktadır. Kurtuba Ulu Camii ile benzer özellikler taşıyan bu yapı, kıble duvarına dik gelen beş bölmeye (sahın) ve bu bölmeleri taşıyan atnalı şeklindeki kemerlerle birlikte, bu kemerlerin oturtulduğu çok sayıda sütuna sahiptir. Ayrıca üç yanı revakla çevrili bir iç avlusu ile simetrik bir şekilde konumlanan üç kapısı bulunmaktadır. Avluya doğru çıkıntı yapan bir minaresi olan ve hariminin ortasında bir fıskiyesi bulunan, zemini kırmızı mermerle döşenmiş camiden günümüze sadece dış duvarları ulaşmıştır.
- B. Küçüksipahioğlu, “Medinetü’z-Zehrâ”, DİA, c. 28 (2003), s. 320-322.
- İbn Havkal, 10. Asırda İslam Coğrafyası, çev. Ramazan Şeşen, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2014, s. 104-105.
- S.K. Yetkin, İslam Mimarisi, Doğuş Ltd. Şirketi Matbaası, Ankara 1959, s. 63-74.
- H. Stierlin, İmanın ve İktidarı Hizmetinde, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2008, s. 46-47.