Fâtih Camii ve Külliyesi
(875/1470)
Fatih ve II. Bâyezîd dönemlerinden devralınan mimarlık mirası, sonraki yüzyılda İstanbul’da ve imparatorluğun dört bir yanında boy gösterecek olan imar faaliyetlerine yol açmış, imparatorluğun askeri bakımdan en güçlü olduğu vakitlerde dönemin fikrî alt yapısının ve dinamiklerinin ürünleri olan mimari yapıların beslendikleri kaynakları oluşturmuştur. Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin akabinde, idari merkezi oluşturan saray yapıları, askerî tesisler, ayrıca darphane, bedesten ve kapanlar gibi iktisadî hayatın ve üretimin devamlılığını sağlayan birimler, Eyüp’te, Aksaray’da, Üsküdar’da, Vefa’da ve başka yerlerde inşa edilen imaretler yapıları yeni iskân alanları tanımlamıştır. İşte Fatih Camii ve imaret yapıları, fetihten sonra inşa olunan ilk selatin cami vasfıyla, hem Osmanlıların mimarlık tecrübelerini İstanbul’a aktaran, hem de kendinden sonra inşa edilmeye başlanan benzer yapıların ilk halkası konumunda bulunan, ibadet ve ilim açısından önemli işlevlere sahip bir yapılar topluluğudur.
Miladî 1463 yılında inşaatına başlanan Fatih Camii’nin arazisi için, dönemin İstanbul’unun dördüncü tepesinde konumlanan, (Hagioi Apostoloi) On İki Havâri Kilisesi’nin bulunduğu yer seçilmiştir. Fetihten sonra kendisine tahsis edilmiş bu kiliseden 1455 yılında İstanbul Patriği’nin ayrılması ve kendini Roma’nın varisi olarak ilan eden Fatih’in, İstanbul’daki yeni iktidarın bir nişanesi olarak inşa ettireceği yapının, konumu ve tarihselliği açısından mevzu bahis kilisenin yerinde yapılmasını istemesi üzerine (Eyice, 1995, s. 244), 1459 yılında planlanmaya ve sonrasında yaklaşık 7 sene boyunca süren imar faaliyetlerine başlanmış, patriğin başka bir kiliseye geçmesiyle boşalan On İki Havâri kilisesinin malzemeleri de, caminin inşaatında kullanılmıştır (Goodwin, 2012, s. 148). Bu yapılar topluluğunun mimarı hakkında çeşitli ihtilaflar ve iddialar bulunsa da, baskın olan görüş devşirme kökenli olan Mimar Atik Sinan olduğudur. Ayrıca bu camide Bizanslı yapı ustalarının ve Fatih döneminin diğer mimarlarından biri olan Mimar Ayas/İyas’ın da çalıştığı düşünülmektedir.
Semavi Eyice, cami merkezde olmak üzere, gayet nizami bir şekilde simetrik olarak inşa edilen yapıların ilk yerleşiminin 1930-40’lı yıllarda Mehmet Ağaoğlu, Ali Saim Ülgen, Ekrem Hakkı Ayverdi ve Robert Anhegger’in çalışmalarıyla büyük oranda tespit edildiğini ifade etmektedir (Eyice, 1995, s. 245). XVIII. yüzyılın sonlarındaki büyük depremde yıkılan ve bugün yerinde III. Mustafa zamanında yaptırılmış farklı bir yapı olan şu anki caminin, Fatih dönemindeki ilk hali pek çok kaynakta kaydedilmiştir. Dış görünüşünü ve planını içeren ilk kaynaklarından biri, Kanuni döneminde ressam Lorichs’in çizdiği 11 metre uzunluğundaki İstanbul panoraması ve eski bir suyolu haritasıdır. Yine Kanuni döneminde İstanbul’a gelen ressamlardan Pieter Coeck van Aalst’ın gravürlerinde Fatih Camii, Galata sırtlarından ve Ayasofya’dan görülebilmektedir (Eyice, 1995, s. 245). Bunlara göre cami, etrafı revaklarla çevrili bir iç avluya sahip olup, harim kısmının üstünde bulunan büyük bir merkezi kubbe, mihrap kısmında bu merkezi kubbeyi destekleyen büyük yarım bir kubbe ve yanlarında daha küçük üçer adet kubbesi bulunan birimler bulunmaktadır. İlk Fatih Camii, kendisinden sonra inşa edilen Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii ve II. Selim tarafından inşa edilen Konya’daki Selimiye Camii ile şematik olarak benzerdir. Cami ile ilgili başka bir önemli konu ise, caminin planının On İki Havariler Kilisesi’nin temelleri üzerine inşa edildiği iddiasıdır. Tartışmalara sebep olan bu iddia 1938 yılında Ali Saim Ülgen ve Halim Baki Kunter tarafından tenkit edilmiştir.
Bu yapılar topluluğu genel olarak, bir avlulu cami ve türbeleri, iki yanında medreseler, medreselerin önlerinde dâruşşifâ ile tabhâne ve daha ileride bulunan çarşı ve bir hamamdan oluşmaktadır. Bu yapılar topluluğunun bütün birimleri günümüze ulaşamamış, kimileri zaman meydana gelen depremlerde ve yangınlarda, kimileri ise yakın dönemlerde yapılan yol genişletme çalışmalarında yok olmuştur. Bu yapılar topluluğunun ilk haline ait, 1766 yılındaki depremden tek parça halinde çıkan revaklarla çevrili iç avlusu ve son cemaat yeri, halen caminin bir parçası olarak kullanılmaktadır. Caminin ve kıble tarafındaki hazirenin etrafında büyük bir dış avlu vardır. Dış avlunun sınırları, doğu-batı ekseninde yer alan medreselerle ve etrafını saran dış duvarlarla tanımlanmakta olup, dış avlu duvarlarının kuzey tarafında bulunan Boyacıkapı ve Çörekçikapı, güney tarafında ise hazirenin iki tarafında konumlanan Türbekapı ve Çorbakapı ismen halen mevcuttur.
Kuzeydeki kapıların arasında kalan bir sıbyan mektebi ve bir kütüphane, kare planlı iki mekân olarak yer almaktaydı. XVI. yüzyıl yazmalarından birinde tasvir edilmiş bu kütüphane, kubbeli olup, üstündeki üçgen ışık pencereleriyle birlikte üç kanatlı bir pencereye daha sahiptir. Güney tarafından konsollarla desteklenen ve batı tarafındaki duvarların üzerine oturtulan kütüphanenin, kuzeyindeki duvarlarının dışında bir bekleme salonuyla merdivenleri bulunmaktadır. Yazmada ayrıca bir köşkün, bir çeşmenin ve kuzey duvarına dayalı duran sedirlerin varlığından bahsedilmektedir. XVIII. yüzyılda caminin kıble tarafına kubbeli ayrı bir kütüphane binası inşa edilmiştir. Kütüphanenin dış avluya açılan ve mermer merdivenlerle çıkılan kapısından başka, caminin içine açılan ikinci bir kapısı bulunmaktadır. Kütüphane zaman içinde bakımsızlıktan kullanılamayacak hale gelince buradaki kitaplar Süleymâniye Kütüphanesi’ne taşınmıştır.
Türbekapı, caminin duvarlarla çevrili dış avlusu ile dâruşşifânın bulunduğu kare planlı bahçe duvarı arasında dar bir yola açılmaktaydı. Tabhânenin simetriğinde ve caminin doğu tarafındaki medreselerin hizasında bulunan bu yapı, İstanbul’daki Osmanlı döneminin bilinen ilk sağlık yapılarından biri olduğu ifade edilmektedir (Goodwin, 2012, s. 152). Ortasında üstü açık bir avlusu ve mutfağı bulunan, avlunun etrafında 14 adet hücrenin kümelendiği, güney tarafında ise yarım daire yapılı kubbeli iki eyvanı ve kuzey tarafının her iki köşesinde kubbeli iki hücresi bulunan “Demirciler Mescidi” olarak bilinen bir mescide sahip dâruşşifâ, şematik olarak bir medreseyi andırmaktadır. Bu yapının ayrıca akıl hastalarıyla da ilgilendiği ve tedavi olarak müzik dinletildiği bilinmekte olup, Süleymâniye’de hala yerinde duran dâruşşifâ ile benzer olduğu düşünülmektedir (Goodwin, 2012, s. 152). XVIII. yüzyılda meydana gelen deprem sonrası dâruşşifâ tahrip olmuş ve yaşanmaz hale gelmiştir. II. Mahmud zamanında yapının tamiratı ve bir hana dönüştürülmesi için teşebbüste bulunulsa da, saray mimarları tarafından yapılan keşfin sonucunda padişaha bu eylemin çok masraflı olacağı ve beklenen kârı getirmeyeceği bildirilmiş, akabinde yapı yıkılmış, arsası ise konut yapımı için satılmıştır. Yalnız Demirciler Mescidi bir süre daha kullanılmış, fakat XIX. yüzyılın sonlarında gerçekleşen deprem ve XX. yüzyılın başlarında peşin sıra çıkan yangınlar sonucu harap hale gelmiştir. 1950’lerden sonra dâruşşifânın ihya edilmesi ve Fatih Kültür Merkezi yapılması amaçlanan bir projeyle buradaki evler istimlak edilmiş, ancak projenin gerçekleşememesi üzerine, arsalar apartman yapımı için satılmışlardır (Eyice, 1995, s. 248).
Caminin güney tarafında yer alan iki hamamdan biri olan Irgat Hamamı, Osmanlı dönemi İstanbul’unda inşa edildiği bilinen ilk hamam yapısı olup, dönemin en büyük çifte hamamıdır. 1916 yılında geçirdiği yangın ile harap olan bu yapı, 11 metre yüksekliğinde bir duvara dayanmaktaydı. Yarım kubbesinin altındaki bir kenarı 21 metre olan büyük hücrede, yaklaşık 1 metre derinliğinde ve kaynaktan beslenen fıskiyeli çok büyük bir havuzu vardı. Döşemeleri mermer kaplı olan hamamın soyunmalıkları, hücreleri, tuvaletleriyle birlikte soğukluğu, çarşaf yıkama yerleri ve sekiz kemerle desteklenen kubbenin örttüğü bir sıcaklık mekânı mevcuttu. Köşelerde terleme odası olarak kullanıldığı düşünülen 4 adet hücresi bulunmaktaydı. Bunlardan birinde görkemli bir taht bulunan girintili 8 yıkanma yeri vardı. Kubbeleri ise camdan yıldızlarla süslenmişti. Bir diğer hamam ise Çukur Hamamı olup, Irgat Hamamı’nın akabinde inşa olunan ilk hamamlardandır. 1766 depreminde büyük ölçüde tahrip olan bu hamam sonraki dönemlerde o kadar zarar görmüştür ki, yapı hakkında çok az bilgi elde edilebilmiştir. Çok büyük ve oldukça süslü olduğu bilinen bu hamamın, Ch. Texier tarafından hata payı olan bir planı yayınlanmıştır (Eyice, 1995, s. 248).
Fatih Külliyesi’nin güneyinde, birçok dükkânı barındıran, külliyenin vakfına ait bir çarşı bulunmakta olup, Saraçlar, Saraçhane, Kavaflar veya Eyerciler Çarşısı olarak bilinmektedir. XVI, yüzyılda İstanbul’da Fransız elçisi olarak görev yapan Petrus Gyllius, bu çarşıda iki yüz eyerci dükkânı, ayrıca at koşumu, kösele, kova, sandık, sadak yapan iş yerlerinin olduğunu ve On İki Havari Kilisesi’nin sarnıcının kalıntılarıyla Büyük Konstantin’in porfir lahdini gördüğünü belirtir. Bu çarşı XX. yüzyılın başlarında oldukça eskimesine rağmen pek çok birimi ayakta idi, ancak 1918’de Fatih’te meydana gelen büyük yangından sonra burası tamamen ortadan kalkmıştır (Goodwin, 2012, s. 149).
Dış avludaki hazirenin batısındaki Çorbakapı’dan, imarete doğru giden ve sağ tarafta kalan ikinci bir dar yol mevcuttu. Burası yemekhanesi olmayan, yoksullara yemek dağıtımı yapıldığı iki odalı bir mutfaktan ibarettir. İmaretin ardında, batıdaki medresenin hizasında kalan bir tabhâne ve günümüze ulaşamayan büyük bahçelere sahip bir kervansaray bulunmaktadır. Bu üç birimde ve çevresinde gezginlerin ücretsiz kaldığı yuvarlak küp tarzı hücreler ve fakirlerin kaldığı barınaklar bulunup, buralarda bulunanlara gıda ve para yardımı yapılmaktaydı. Öyle ki, çarşıdaki vakıf malı dükkânların gelirleri dışında, bir saray yapısının da vakfedildiği bilinmekte olup, Şehzade Cami’nin yakınlarında bulunan Eski Saray’ın ya da Vefa Sarayı’nın olduğu tahmin edilmektedir. Tabhâne, misafir olarak gelen kişileri, gezginleri, dervişleri ve hayvan sahiplerini ağırlarken, kervansaraya ise tabhânede kalanların hayvanları ve yükleri konulmaktaydı. İmaret-tabhâne-kervansaray üçlüsünün, 1938 yılında çizilen planlardan daha geniş bir alanı kapladığı düşünülmektedir. Bu üçlü yapının en batısında yer alan, büyük sütunlarla taşınan tonozlu bir yapı olan kervansarayın, 1766 yılındaki depremde büyük zarar görmesi üzerine içi toprakla doldurulmuş, 1980 yılında Vakıflar İdaresi tarafından tamir edilerek caddedeki diğer dükkânlar ile birleştirilmiştir.
Misafirhâne veya tabhâne olarak bilinen bina, 1766 yılında hasar görmüş ve belli yerleri kullanılmaz olmuşsa da 1956 yılında tamiratı yapılmış olup, bu yapıda yakın zamanda tekrar restorasyon çalışmaları başlamıştır. İnşa edilişinden bir dönem sonra fonksiyonunu kaybettiği için medrese olarak kullanılan yapı, yaklaşık 64 x 63 metre ebatlarında büyükçe bir binadır ve imarethanenin fırını olarak kullanılan mutfak birimi ile birleşik olduğu düşünülmektedir. Medresede dönemin camilerinin büyüklüğü kadar mekân işgal eden, bir kenarı 12 metre uzunluğunda bir hücre bulunup, çok amaçlı bir mescit olarak kullanılmıştır. Yapının iç avlusu 35 x 26 metre ebatlarında, dikdörtgen biçimindedir ve çevresini, baklava türü ve gayet özenli bir şekilde yapılmış mukarnas başlıklı antik sütunlara oturan 16 kemer ve 20 kubbeden oluşan revaklar kuşatır. Tabhânenin üç farklı dönemde yeniden inşa edilmesinden ötürü, yapıdaki inşai ve tarihsel farklılıklar kolaylıkla anlaşılabilir durumdadır.
Bugün Zeyrek Camii olarak bilinen ve Bizans döneminde Pantokrator Manastırı ismini taşıyan yapının keşiş odaları, fetihten sonra medrese yapılarına dönüştürülmüş, Ayasofya’nın yanında da ilk İstanbul Osmanlı dönemi medresesi kurulmuştur. Fatih Camii’nin doğusundaki ve batısındaki medreseler 1470 yılında tamamlanıncaya kadar dersler bu iki medresede yapılmış, Akdeniz ve Karadeniz medreseleri olarak isimlendirilen Fatih Külliyesi’nin medreseleri tamamlandıktan sonra eğitim merkezi buraya taşınmış ve Süleymâniye Külliyesi inşa edilene dek imparatorluğun en büyük medreselerinden biri olmuştur. Akdeniz ile Karadeniz medreseleri ve arkalarında yer alan Tetimme denilen hazırlık medreseleri, genelini kapsayacak bir şekilde Sahn-ı Semân olarak da adlandırılmış olup, her iki taraftaki medreseler camiye göre simetrik olarak kuzeyde ve güneyde birer müstakil ana medrese ve Tetimme medresesi, cami hizasında da birbirine bitişik ikişer ana medrese ve bitişik ikişer Tetimme medresesi yer alır. Her iki taraftaki ana medreselerin ve Tetimme medreselerinin kendi birimlerindeki büyüklükleri aynıdır ve dış avluya bakan duvarların ortasında bulunan kapılardan girilir. Ana medreselerin her birinde 19 hücre, tek hücre büyüklüğünde bir eyvan, kıble tarafında kubbesi olan bir dershane ve yanında tuvaletleri vardır. Bu birimler tuğla kemerleri destekleyen taş payandalar ile iki sıra tuğla bir sıra taş kemer tablaları ve bir şadırvan ile geleneksel revaklı avlunun etrafında inşa edilmişlerdir. Tetimme denilen medreseler, ana medreselere nazaran günümüze ulaşamamış, Akdeniz medresesi arkasındaki, yol genişletme çalışmalarında tamamen yıktırılmış, Karadeniz medresesinin arkasındakinin yerine de bir ilkokul yapılmıştır. Bu Tetimme medreselerinin mimarisi hakkında kesin bilgilere sahip olunamamakla birlikte tahmini planları çıkartılmış olup, hata payı bulunmaktadır. Bu hazırlık medreselerinin avluları yoktur ve revaklı dokuz veya on hücresi vardır. Bugün ayakta duran medreseler kesme taş ile kaplı olup, girişlerinin alt kısmında renkli kemerler, üst kısımlarda ise çifte kemerler bulunmaktadır. Kalın harç kullanılan duvarlar, üç sıra tuğla bir sıra taşla örülmüştür. Medreselerin kubbeleri kasnaklar üzerindedir. Akdeniz medreselerinin yan duvarları, yol genişletme faaliyetlerinde kotun düşürülmesinden dolayı tehlikeli bir duruma girdiğinden, kalın gergi demirleriyle desteklenmişlerdir. 1955 yılından sonra Vakıflar İdaresi’nce dönem dönem tamiratı yapılan medreseler bir süre öğrenci yurdu olarak kullanılmıştır ve son yıllardaki restorasyon çalışmalarına dahil edilmişlerdir.
Caminin ilk hâlinin ana kubbesinin çapı 26 metre ebadında olup, yapıldığı andan itibaren yüz sene boyunca Osmanlı’daki en geniş kubbe olmuştur. Klasik Osmanlı camilerinde kubbede, kasnağa kolay kolay rastlanmaz iken, ressam Lorichs’in tasvirinde, kubbeyi taşıyan bir kasnak mevcuttur. Bu tam daire ve mihrap üzerindeki yarım daire şeklindeki kubbeler, duvara gömülü payandalarla ve iki fil ayağıyla ortaklaşa taşınıyordu. Bu muazzam payandalar ve kemerlerin üzerine oturtulduğu On İki Havari Kilisesi’nden devşirilerek kullanılan antik porfir sütunlar, 1766 yılındaki depremde yıkılmış, kalıntıları bir rivayete göre yeni yapılan caminin temellerinde, başka bir rivayete göre de avluda kullanılmıştır (Goodwin, 2012, s. 157). Fatih Camii ilk inşa edildiğinde 12 kısımdan oluşmaktaydı ve II. Bâyezîd zamanında eklenen yarım kubbe ile yan alanlar bu sayıyı 16’ya çıkaracaktı. Bu planlama, camiye birbirleriyle bağlantılı birimlerden oluşan modüler bir sistem havası vermiştir. Art arda geçirdiği depremler sonucunda yıkılan ilk Fatih Camii’nin yerine inşa edilen yeni caminin merkezi kubbesinin çapı, yaklaşık 20 metre tutulmuş ve dört bir tarafından yarım kubbelerle desteklenmiştir. Ayrıca köşelerde, yarım kubbelerin bitiş hizasına denk gelecek şekilde toplamda 4 adet küçük kubbe bulunmaktadır. Kademeli olarak aşağıya inen bu kubbelerde, kuzey-güney istikametinde yarım kubbeleri yanlardan destekleyen 2’şer adet ve doğu-batı istikametinde ise 3’er adet, daha küçük yarım kubbeler bulunmaktadır. Merkezi kubbeyi taşıyan dört büyük fil ayağı ve bu ayakların etrafına yerleştirilmiş başka ayaklara oturan kemerler taşıyıcı sistemi oluşturmaktadır. Merkezi kubbedeki ağırlık, taş kuşaklara yerleştirilen pencereler ile azaltılmış, taşıyıcı ayakların üzerinde yükselen ve kubbeler etrafında gruplaşan köşe kuleleri, sabitleme işlevi görerek yan yükleri dikeye aktarır.
Kaideleri ve ilk şerefe bölümüne kadar gövdeleriyle birlikte depremden kurtulan minareler, yine depremden sağ çıkmış kuzey duvarının her iki köşesinde yer almaktadır. Kaidelerin dışa dönük yüzleri sade bir görünüme sahip olmakla birlikte, çokgen minare gövdesi, kubbe alemi hizasındaki şerefeye kadar süslemesiz bir şekilde yükselir. Şerefenin üzerinde kısa tutulmuş bir gövde daha yükselmekte olup, tıknaz bir külaha sahiptir. XIX. yüzyılda minarelere birer şerefe daha eklenerek boyları yükseltilmiş, bu dönemde taştan yapılmış külâhları, 1966-67 yılında tekrar kurşun kaplı ahşaba çevrilmiştir. İç avlunun dış duvarları ise son derece sade olmakla birlikte, duvarlarında yer alan pencerelerin çerçevelerinin altında zarif süslemeler yer almaktadır. Yeşil somaki zemin üzerine yumuşak mermer kitabeler bulunur. Bu mermer kitabeli pencerelerin hizasında, üstlerinde yer alan sivri kemerli pencereler mevcuttur.
Depremden sağ olarak çıkabilmiş yapılardan biri olan kuzeydeki taç kapı, avlunun giriş kubbesinin çatı düzeyinin biraz üzerine çıkar. Kademeli çerçevesi ve bir mukarnası bulunan kapının, kemer tablalarında göze çarpan iki kabartma süsle, keskin çizgileri mevcuttur. Yukarısında kitabe bulunan kapının üzerinde çok renkli bir kemeri olan sundurma ile her iki yanında nişler vardır. Caminin cümle kapısı, duvarı ve buna köşelerde bitişik iki minarenin kürsüsü, pabucu ve hatta gövdelerinin başlangıçları da ilk camiden kalmadır. Bunlardan birinci kürsü kısmında taşa işlenmiş bir güneş saati bulunmakta ve XV. yüzyılda Ali Kuşçu tarafından yapıldığı iddia edilmektedir (Eyice, 1995, s. 245).
İç avludaki üç revak, yedi kubbeli son cemaat yerinden yan kapılarla ayrılır. Son cemaat yeri de dâhil olmak üzere, iç avluyu oluşturan birimlerde porfir, yeşil somaki, marmara ve granitten imal edilmiş toplam 19 antik sütun ve bu sütunlar tarafından taşınan 22 kubbe bulunmaktadır. Kemerler ise yüksek ve geniştir, ayrıca çok renkli mermer tablalara sahiptir. Cami duvarlarının pencereleri üzerindeki kemerler de çok renklidir. Son cemaat yerinin her iki ucundaki pencerelerin alınlıkları sırlı çinilerdendir ve mavi, sarı, yeşil, beyaz renkli sır tekniğinde yapılmışlardır. Bu çini panoların ilk camiden kaldığı tahmin edilmektedir. Bu çini levhaların üzerinde besmele ve Ayet el-Kürsi yazılıdır. Mevcut şadırvan, I. Mahmud’un döneminde avluya eklenmiş olup, avlunun döşemeleri restorasyon sonrası mermer ile kaplanmıştır.
Fatih Camii’nin kıble duvarı önünde uzanan hazire alanında bulunan Fatih Türbesi, 1766 yılındaki depremde harap olmuşsa da onarılmıştır. Ancak depremden sonra yeniden inşa edilen caminin mihrabının yerinin değişme ihtimali baz alınarak, Fatih’in na’şının yeni türbe ile uyumlu olmadığına dair iddialar ortaya atılmıştır. 1782’deki Cibali yangınında zarar gören Fatih Türbesi, I. Abdülhamid tarafından tamir ettirilmiş, yeni sanduka yapılmış ve üzerine Kâbe örtüsü örtülmüştür. Ayrıca kapı sövelerinin üzerine bir kitabe yerleştirilmiştir. Türbe sekiz köşeli bir plana sahip olup, üzerini tek bir kubbe örtmektedir. Girişinde saçağı taşıyan iki sütunlu bir sundurma mevcuttur. Bu bölümün üstünü örten geniş saçak geç bir devirde ilave edilmiştir. Fatih Türbesi’nin az ilerisinde daha küçük ölçekte, Fatih’in eşi Gülbahar Hatun’a ait ayrı bir türbe yapısı bulunmaktadır. Bu da aynı şekilde sekizgen bir plana sahip, tek kubbeli bir türbedir. 1766 depreminden sonra onarılan türbe, 1782’deki yangında da hasar görmüş, aynı sene onarılmıştır. Türbede Gülbahar Hatun dışında, kızı ve iki saray görevlisinin kabri de bulunmaktadır. Çorbakapı hizasında, sokağın aşağısında yer alan Nakşıdil Sultan Türbesi, II. Mahmud’un annesi Nakşıdil Sultan için yaptırdığı büyük kubbeli, barok üslubu bir türbe yapısı ve bir sebilden müteşekkildir. Yapının kubbesi dilimli olup, dalgalı hatlara, oval pencerelere ve yaprak biçiminde kabartma süslere sahiptir. Türbe, cami ile beraber restorasyon çalışmalarına dahil edilmiş olup, restorasyonu halen devam etmektedir.
Fatih Cami ve Külliyesi’ni dönemin dünya tasavvuru ve mekân idraki/telakkisi üzerinden ele alan Turgut Cansever, Fatih Cami-Külliyesi ile Beyazıt Cami-Külliyesi arasındaki geçişte Osmanlı toplumu için bütün-parça ilişkisi bakımından bir kırılma süreci yaşandığını ifade eder. Fatih Cami ve Külliyesi’nin önceden çizilmiş geometrik dikdörtgen şemaların içerisine yerleştirilmiş binalardan müteşekkil hali hakkında, meydana getirilecek yapılarda yaşayacak insanların ve öğretilecek ilmin/tedrisatın bir daha değişmeyecek bir münasebetler ve biçimler alanı içerisinde varlık kazandığı belirtilerek bunun bir üslup dönemi olduğu söylenmektedir. Dönemin Avrupa’sındaki mimari üslubun Osmanlı’da bu şekilde bir mimari oluşumu tetikleyecek muhteviyatı barındırmadığını ifade eden Cansever, meselenin Batı kültürünün hariçten gelen etkisinden değil, iç dinamiklerden kaynaklandığını ve bu durumun 50 sene sonra Beyazıt Cami ve Külliyesi’ni meydana getiren tasavvurdan, karar verme mekanizmasından çok farklı, hatta tam tersi bir şey olduğunu iddia eder.
Bu bakımdan Beyazıt Cami ve Külliyesi tek seferde yapılmış bir yapılar topluluğu olmayıp, hamam, imaretler, medreseler ve caminin bulunduğu mekân içerisinde farklı zamanlarda inşa olunmuş, Fatih Cami ve Külliyesi’ndekinden çok farklı bir mekânsal ilişki oluşturmuştur. Cansever, Beyazıt’taki yapıların her birinin şehir mekânı içerisinde bir kutup olarak mevcut olduğunu ifade ederek, 50 sene içerisindeki bu kültürel değişimin müsebbiplerinden birinin Şeyh Ebü'l-Vefa olduğunu belirtir. Hem Fatih’in hem de II. Bâyezîd’ın hocası olan Şeyh Ebü'l-Vefa’nın baş müderrislik hususunda kendisine edilen teklifleri reddetmesi ve kendi evi, medresesi, mescidinden oluşan külliyesinin birbirine zaman içerisinde eklenerek meydana gelmesiyle oluşturduğu tesirin Osmanlı yönetimindekilere etkisiyle Osmanlı kültürünün temel yapısını teşkil etmiştir.
- Semavi Eyice. “Fâtih Camii ve Külliyesi”. DİA. c. 12. İstanbul: TDV, 1995: 244-249.
- Godfrey Goodwin. Osmanlı Mimarlığı Tarihi. Çev. Müfit Günay. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2012: 148-161 .